“Ölümün Yol Açtığı Duygusallıkla Feda Edilen İlkeler” başlıklı son yazımızın altına Haksözhaber Sitesinde yazılan yorumlardan çıkardığım bazı sonuçları değerlendirmemizin, İslami kimlikte netlik, tevhidi mücadelede istikamet ve anlamlılık yönünden büyük önem arz ettiği kanaatindeyim. İşte bu sorumlulukla yapmaya çalışacağım değerlendirmede, öncelikle kimi yorumcuların üslubu üzerinde durmak istiyorum. Bu bağlamda bir yorumda yer alan aşağıdaki önemli tespitlere, altını bir daha çizerek katıldığımı belirtmeliyim.
“Burada futbol oynamıyoruz ve karşımızdakiler de gol atacağımız rakiplerimiz değil. Bir takım meselelerdeki vahyin ölçüsünü bulmaya çabalıyoruz. Mehmet Pamak, Kur’an okumaları ve tefekkürü, fıkhetme çabası sonucu, delilleriyle ölçünün ne olması gerektiğini yazmış. Bir başka kardeşlerimizin de, yine aynı çabayı göstererek ve tabii ki deliliyle bunun isabetli olmadığını, aslında ölçünün farklı olduğunu ortaya koyma hakkı ve sorumluluğu vardır. Buna saygı gösterilmelidir. Yoksa bu tür hakkı arama tartışmalarında, farklı düşüneni kendisine galip gelinmesi gereken bir rakip olarak görürsek ve ona bir fazla gol atmak için nefsani tutumlar sergilersek, Allah yaptığımız bu çalışmayı bereketlendirmez ve sarf ettiğimiz enerjinin karşılığında ibadet sevabı vermez. Çeşitli konulardaki dinin yaklaşımını öğrenmede isabetli görüşü yakalamak için yaptığımız tartışmada, tartışma ahlakını ve Allah’ı razı etme bilincini korursak, yaptıklarımız ibadet olur ve Rabbimizin rahmet ve bereketiyle isabet kaydetme imkânımız da artar. Allah rızası için birbirimizi yenilmesi gereken bir rakip gibi değil, sevilmesi gereken kardeşler olarak görelim ki, bu ahlaklı tartışma sonucunda Rabbimiz bize dininde isabet kaydetmeyi nasip etsin. Kör tarafgirlikten, samimiyetle hakkı arayan müsamahakâr kardeşliklere doğru yönelelim ve birbirimiz için hayır dileyelim ve Rabbimizin bizi konu hakkında en isabetli görüşe ulaştırması için dua edelim.”
Bu yaklaşım çerçevesinde merhametle ve ilmi ölçülerle konuşmayı başarmalıyız. Ancak, Kur’an’dan farklı çıkarımlara saygı gösterme yaklaşımı, birbirinden çok farklı her çıkarımın da haklı olduğu ve herkesin farklı doğruları olabileceği anlamına gelmemelidir. Özellikle akıdevi konulardaki, sabiteler alanındaki hükümlerde doğru tektir ve onu bulup bu ortak payda da bütünleşmek zorunluluğumuz vardır. Doğruyu arama sürecinde ise, farklı çıkarımların serbestçe ifade edilebilmesinin ve üzerindeki tartışmaların olgunlukla ve saygıyla karşılanması, bu süreçte her kanaatin özgürce ortaya konmasına müsamaha gösterilmesi, sonuçta her kanaatin de haklı olduğu (rölativist) çıkarımına da yol açmamalıdır.
Hasan Soylu kardeşimin şu ifadelerine katılıyorum: “Biz hangi eylemin İslam'a uygun olup, hangisinin olmadığını; hangi fikrin ya da pratiğin İslami ilkelere, örfe, usullere daha uygun olduğunu tartışabiliriz. Ama her eylemi iman küfür zeminine oturttuğumuzda bu ortaya akıl almaz bir kıyıcılık çıkarıyor. Allah'ın tek hüküm koyuculuğundan bahsederken, yorum alanını aşırı genişletip kendimizi "tehlikeli" bir konuma oturtuyoruz.” Evet böyle olmamalı, ama bu tespit, özellikle akıdevi konularda kendi aramızda tam bir mutabakat temin etme zorunluluğumuzu da ortadan kaldırıp, bizi akıdevi konularda bile mutabakatı olmayan ve bu sebeple de çevreye, davetin muhataplarına güven vermeyen bir konuma da sürüklememelidir. Kardeşimizin “Rabbim bizlere merhamet etsin, nefsimizin iğvasından korusun!” duasını da önemseyerek hepimiz yapmalıyız.
Mümkün olduğunca vasatta kalma çabasıyla kaleme aldığım söz konusu yazının altına yorum girenlerden bir kısmının herkesi Müslüman sayan ve dinde sabite bırakmayan bir yaklaşımla, Kur’ani ölçüleri ilkesel bazda hatırlatmayı bile tekfircilikle yaftalayıp mahkûm etmesi, kimisinin de herkesi tekfir ve düşman ilan edip, cepheleştirici saldırgan bir üslup kullanması, aslında her zaman karşılaşılabilen iki sapmayı teşkil etmektedir. Keşke Hasan Soylu gibi birikimli kardeşlerimiz, bu uçlardan birine cevap yetiştireceğine, ortaya koymaya çalıştığımız ve en azından bizim vasat olduğuna inandığımız çizgiyi geliştirici, olgunlaştırıcı ve yanlışları varsa ilmi delil ve açıklamalarla düzeltici katkılarda bulunsaydılar. Belki o zaman güçlenen ve olgunlaşan bu vasat çizgi, iki ucun da kendisini gözden geçirmesine sebep olabilirdi.
Evet, sanal dünyada tartışmalar, hep böyle uçların, ekseninden saptırıcı müdahalelerine açık bir zemin oluşturuyor. Ancak, bizim bazı ölçüleri hatırlatma amacıyla kaleme aldığımız yazı, daha önce yine aynı zeminlerde yazılıp tartışılan ters yöndeki açıklama ve yazıların yol açtığı zorunluluktan kaynaklanmıştır. Madem bu konu gündeme gelmiştir, artık “bu konuyu kapatalım, tartışmayalım” tutumunu da doğru bulmuyorum. Tabii ki, illa bu sanal ortamda olması gerekmiyor, ama bu konular üzerinde mutlaka ahlaklı ve ölçülü bir üslupla konuşup bir sonuca varmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Bu amaçla, tartışmadan çıkardığım bazı soru ve sonuçlar üzerinde değerlendirmelerde bulunmak istiyorum.
Tartışmadan Çıkardığım Bazı Sonuçlara Dair Değerlendirmelerim
I - Öncelikle, iki ucun tartışmayı ekseninden saptırıcı söylemlerine rağmen hayırlı bir tartışma olduğu, ancak Allah’ın rahmetini celp edebilmek için, birbirimize biraz daha dikkatli ve merhametli bir üslupla hitap etmemiz ve anlama çabası göstermemiz gerektiği kanaatimi belirtmeliyim.
II - Her şeyden önce ifade etmek gerekir ki, tartışmaya konu olan yazımız, durup dururken böyle bir tartışma başlatmak amacıyla değil, daha önce ortaya konan ve vahyi ölçülere uymadığı kanaatinde olduğumuz bazı açıklama ve yazılar sebebiyle, vahyi ölçüleri hatırlatmak üzere yazılmak zorunda kalınmış bir yazıdır. Amaç, somut kişiliklere konum belirlemek ve onları kamuoyu önünde eleştirmek, tebliğ muhatabı kesimlere yönelik bir “ötekileştirme” ve “dışlama” çabası ortaya koymak değil, tam tersine içimize yönelik bir netleşme, mutabakatlar oluşturma çabası ortaya koymaktı.
Bu sebeple, yazıda hiçbir şahsiyet doğrudan hedef alınmamış ve hiçbir isim zikredilmemiş, öne çıkarılmamıştır. Çünkü hedef ahrete intikal etmiş kişilerin ardından onların hakkında bir şeyler yazmak değil, onlar hakkında mü’minlerce ortaya konan vahyi ölçüye uymayan tavırlar, abartılı ve ilkesiz tutumlar (En azından bizim değerlendirmemiz budur, bu tespitin doğru olmadığını iddia edenlerin doğruyu delilleriyle ortaya koyup düzeltme hak ve sorumlulukları her zaman vardır) üzerinden kendimize yönelik bir öz eleştiri yapmaktır. Yani çok açık olduğu üzere yazımız, artık ömürlerini tamamlayıp ahrete intikal etmiş bulunan şahsiyetlere yönelik bir eleştiri (arkasından konuşma) yazısı değil, hem onlara ve arkalarından gidenlere, hem de Allah’ın dinine haksızlık yapanlara yönelik olarak kaleme alınmış, bir vahyi ölçüleri hatırlatma yazısıdır. Aslında tam da bazı yorumcuların kendi üzerlerine alınmaları gereken bu yazı, onlar tarafından bile, ölen şahsiyetlere yönelikmiş gibi gösterilerek ve duygu sömürüsü yapılarak, hiç üzerlerine alınmadan geçiştirilmiştir.
III - Ayrıca sormak istiyorum ki; her şeye rağmen, yorumlarda yer alan aşağıdaki soruların cevaplarında mutabakatlarımızı oluşturmak amacıyla ilmi bir cehd göstermemiz gerekmiyor mu? Bu sorulara, vahyin ölçüleriyle doğru cevapları bulmadan tevhidi mücadele yapılabilir, geleneksel ve modern cahiliyeden ayrışılabilir mi?
“1 - Cahiliye sisteminde, Allah’ın hükmüyle değil de laik hükümlerle hükmedeceğini ve hevaya göre yasa yapacağını bilerek, hükmetme makamlarına gelen ve şirk hükümleriyle hükmeden Müslümanlar hakkındaki Kur’an hükmü nedir?
2 - Bireysel plandaki (bir mesleğin icra edilip maişetin temini amaçlı memuriyetlerde, bu mesleğin icrası için şart koşulan, yani mesleğin furuatı anlamındaki dayatmalarla ilgili) zaruretler alanı dışında, tercihen ve zorlama (ikrah) olmadan laik Kemalist ilkelere bağlılık sözü vererek bu çizgide on yılarca laik bir yasama görevi yapmanın ve şirke dayalı bir siyasi hayatı kanıksayarak sürekli yaşamanın hükmü nedir?
3 - Laik ulus devleti benimsemenin; kutsal sayıp sevmemin ve savunmanın hükmü nedir?
4 - İnanç planında “Türk İslam sentezi” ya da “Kürt İslam Sentezi”, “Arap İslam Sentezi” misali sentezlere, yani “milli” bir dine inanmanın ve bir kavmin ‘milliyetçiliğini’ yapmanın hükmü nedir?
5 - ‘Silsileyi sadat’ denilen şeyhler zincirinde ‘Şeyh Diyaettin Nur’ussemavati vel ard’ demenin, Kur’an’da Allah için zikredilen bu vasfın şeyh için zikredilmesinin, şeyhin göklerin ve yerin nuru olduğuna inanmanın hükmü nedir?
6 - Bağlı olunan şeyhin dünyada yüzlerce kilometreden imdadına yetişeceğine, kendini zor hallerden kurtaracağına, ve gaybı bildiğine, ahrette şefaat ederek kendisini kurtaracağına inanmanın hükmü nedir?
7 - Bütün bu inançlar tevhit akidesiyle bağdaşır mı? Böyle olup olmadığı, ilmi delillerle açıklığa kavuşturulmadan tevhidi mücadele yapılabilir mi? İçinde yaşanılan toplum bu sorulara cevap vermeden ve bu konularda tevhidi netlik ortaya konmadan, cahiliyeden ayrıştırılıp tevhidi istikamette dönüştürülebilir mi?
8 - Bütün bu özelliklere sahip olanlara, merhamet edip tevhidi daveti götürmek gerekirken, onların bu hallerine meşruiyet kazandırıcı tutumlar sergilemek, onların mü’min olduklarına şahidlik yapmak, tevhidi adil şahidlikle bağdaşır mı?
9 - Eğer bu hallerdeki kimseler de tevhid ehli kabul edilecek ise, o zaman neden onlarla birlikte laik partilerinde buluşmuyor, tarikatlarında mürid olarak kucaklaşmıyoruz? Eğer bu haller İslam’a aykırı değilse, imana zarar vermiyorsa, kitlelerin de toplandığı, pek çok dünya nimetine de kolayca ulaşılan ve üstelik hiç risk de taşımayan bu yerlerde toplanan “Müslüman” halkımızla neden kucaklaşıp kitleleşmiyoruz? Buna rağmen bu tür bir kitleleşmeye uzakta marjinal konumlarda durmanın bir mantığı var mı? Madem toplum ve onların seçtikleri yönetimler ve parlamento çoğunluğu “Müslüman”dırlar, o zaman, tevhidi davet, eğitim ve şahidlik gibi uzun soluklu ve yıpratıcı bir mücadeleyle toplumu dönüştürmeye çalışmak gibi, bu yaklaşımla anlamını yitirmiş işlerle uğraşacağımıza, farklılıklarımızın “akıdevi olmadığına” inandığımız bu toplumun şartları içinde laik partimizi kurup, onlarla güç oluşturarak iktidar eksenli bir mücadeleye girmemiz daha doğru olmaz mı?”
10 - Eğer bu tür inançlar ve bu istikametlerde yaşanan hayatlar da tevhid ise o zaman şirk nedir? Yoksa şirk yok mudur, bir yanılsama mıdır, zan mıdır? Sadece Mekke putperestliği mi şirktir? Şirk tarihte kaldıysa ve bugün Müslüman’ım deyip kimi ibadetlerini yaptıkları halde yukarıda bahsedilen inanç ve amellere sahip olanlar da Müslüman ise, tevhid de tarihte kalmış demek değil midir? Allah Resulünün (s) ve ashabının iman ve hayatında bu tür eklektik inançların karşılıkları gösterilebilir mi? İlk mü'minler tüm cahiliyeyi, cahili inanç ve amelleri reddedip arınarak İslam'a girmemişler miydi? Bu konuda bize örnek (şahid) olmaları bugün bizi bağlamayacak ise, onların tevhidi bugüne taşınamayacaksa ve vahiy bugünkü toplumda sosyalleştirilemeyecekse, tevhid ve şirk gibi temel kavramların bugünkü toplumdaki karşılıkları somutlaştırılamayacaksa, o zaman uzun yüzyıllar durduğu raflardan indirdiğimiz Kur'an'ı boşuna mı indirdik ve boşuna mı okuyoruz? Bari Kur'an'ı yine o raflardaki kutsal (dokunulmaz) makamına koyup, hiç değilse onu rahatsız etmeyelim de, atalardan intikal edenle yetinip işimize bakalım mı diyeceğiz?
Farz edelim ki, bu sorulara birlikte bulduğumuz ilmi cevaplar, bizim yazılarımızda ifade ettiklerimizle örtüşmüş olsun. O zaman hemen bu kitleleri tekfir edip, düşman konumuna oturtup saldırıya ve şiddete dayalı bir çatışmaya mı geçmemiz gerekiyor ki, yani böyle ilkesel bir konum belirlemenin doğal sonucu saldırı ve şiddet midir ki, bazı yorumcu kardeşlerimiz, böyle bir toplum ve sistem değerlendirmesini, son derece ilgisiz ve haksız çağrışımlarla bağ kurarak, ürkütücü gelişmelerin, önü alınmaz şiddetin, kör çatışmaların başlangıcı gibi takdim etmeye kalkışmışlardır. Halbuki, tevhidi iman sahibi Kur’an hizmetkarları bilirler ki “bir kimseyi haksız yere öldürmek tüm insanlığı katletmek gibidir”. Yine Kur’ani akıde sahibi mü’minler bilirler ki, “savaşılması gerekenler, kâfir yada müşrikler değil, İslam’a ve mü’minlere savaş açanlar, mü’minleri ya da diğer mazlum insanları zorla, zorbalıkla yurtlarından çıkarmaya çalışanlar, onlara zorla din dayatmaya kalkarak ‘fitne’ çıkaranlardır.”1 Yapılması istenen savaş yeryüzünde şirk koşan kalmayıncaya kadar değil, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp Allah’ın kullarına zulmeden, zorla din dayatan ya da dinini değiştirmeye zorlayan zorbaların çıkardığı “fitne” kalmayıncaya kadardır. Yani ayrım gözetmeksizin Allah’ın bütün kulları, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük vasatına kavuşturulana kadar sürdürülmesi gereken bir mücadeledir bu. Bu vasat oluştuktan sonra, serbestçe yapılan tebliğin karşısında insanlardan dileyen iman, dileyen de inkar etme özgürlüğüne sahiptir.2 Kimse kimseye zorla ve şiddete dayanarak din kabul ettirme hakkına sahip değildir.3 Ve böyle bir durum Allah’ın ortadan kaldırılmasını istediği fitneden başka bir şey değildir.
Yukarıdaki soruların cevapları bizim tespitlerimizle örtüştüğünde yapacağımız şey ise, yazılarımızda sürekli ifade ettiğimiz gibi merhameti, adaleti ve cennete daveti temsil eden adil ve ahlaklı örneklerle ve hikmetli güzel üsluplarla daveti yaymak, zaten iyi niyetli ama bilmeyen halkımızın hidayetine vesile olmaktan başka bir şey değildir. Çünkü bizler ancak tebliğ edicileriz, hidayet ise, halkımızın kendi özgür tercihlerine ve Rabbimizin takdirine bağlıdır. Rabbimiz imtihan sebebiyle, “dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” ayetiyle insanlara kendisini inkâr etme, şirk koşma özgürlüğü de verdikten sonra bize düşen sadece dosdoğru tebliğ edip, adil şahidlik yapmak ve insanlara hayırlı merhametli örneklikler oluşturmaktır. İnsanları öldürmek için değil vahiyle diriltmek için çaba sarf etmek ibadi sorumluluğumuzdur.
IV - İmanına şirk bulaştıranlara, şirk koşmadan iman etmeyenlere, merhametle yaklaşmak ve onların kurtuluşlarına vesile olacak tevhidi daveti hikmetli ve güzel bir üslupla götürmek sorumluluğumuz, onlarla bu süreçte kuracağımız ilişkilerde vahyin ölçülerini dikkate almak, sadece mü’minler arasında kurulması gereken ilişki biçimini onlarla da kurmamak sorumluluğumuzu kaldırmamalıdır. İkisi de vahyin omuzlarımıza yüklediği ve birlikte uygulanması gereken sorumluluklarımızdır. Şirk içinde olanlara yönelik davet çalışmamızda da, hikmetli, güzel ve yumuşak bir üslup öne çıkmalı ama içerikteki netlik de korunmalıdır. Tıpkı İbrahim (as)’ın yaptığı gibi. O babasına “Babacığım” diye yumuşak ve güzel bir üslupla hitap etmesine rağmen, içerikte “sen dalalettesin” tespitine yer veriyordu. Babasının “taptığı putların, işitmeyen, görmeyen ve kendisinden hiçbir zararı defedemeyen aciz varlıklar olduğunu” ve “şeytana kulluk etme”mesi gerektiğini açıkça ifade ederek, “bana uy ki seni dosdoğru yola ileteyim”4 diyordu. Biz muhataplarımıza bu kadar net bir tebliğ hiç yaptık mı diye düşünelim.
Yine davetimizin muhataplarından kitap ehline yönelik tevhidi daveti içeren bir ayette, “De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız"5denilmekte ve Resulullah (s) Hristiyan önderlerine yazdığı davet mektuplarında bu ayeti açılımıyla birlikte yazarak tebliğ etmektedir. Ne kadar açık ve net bir tebliğ değil mi? Kitap ehlinin, tevhid kelimesini terk ederek, Peygamberlerini ve Rahiplerini ilahlaştırarak nasıl şirke düşmüş olduğu ve bu şirkten dönerek yeniden menşeindeki tevhide yönelmesinin kurtuluş olduğu açıkça ifade ediliyor. Bugün kendilerini İslam’a ve Kur’an’a nispet ettikleri halde imanına şirk bulaştırmış olanlara da bu muhtevada bir davet uygun düşmüyor mu? Demeliyiz ki, “Ey Kur’an’a ve Resule iman ettiğini ve Müslüman olduğunu söyleyenler! Gelin aramızdaki ortak kelime olan tevhidde buluşalım ve ortak kitabımız olan Kur’an’ı hakkıyla okuyup anlama çabası göstererek, iman ve amellerimizdeki şirk unsurlarından arınalım“. Bunları söylemek neden, suçlayıcı bir üslupla susturulmak istenir ve birilerini ötekileştirmek olarak nitelendirilir?
Üstelik nasıl olur da, bu tür kesimler için, “Gittiği yol yanlış olabilir. Ama kapitalist sistemde bildiği doğrularla parlamentoda yer alanla, ticaret yapanın veya memurluk yapanın da pek ayrıştırılacağı kanaatinde değilim” ifadeleriyle mazeret üretilmeye çalışılır? Ne demek yani “gittiği yol yanlış da olsa, kapitalist sistem içinde bildiği doğrularla parlamentoda laik yasa yapanlar” meşru bir konumda mıdırlar? Akıdelerinde bir sorun yok mudur? Bildiği doğrularla hareket etmek mazeret midir? Kur’ani doğruları öğrenmek için çaba göstermek, zahmet edip imtihan kitabını bir kere dahi okumamak mazeret midir? Bu kişiler bu kadar mazur görülüp, öldüklerinde de arakalarından ancak mü’minler için yapılması gereken mağfiret duası da yapılabildiğine göre, bunlara tevhidi daveti götürmek de anlamsızlaşmaktadır. Ayrıca, hükmetme makamında vahyi dışlayan laik bir zeminde hevaya göre yasa yapanlar ile bireysel konumdaki tüccar ve memur nasıl olur da aynı kefeye konabilir?
Toplumun cahili (bilmeme) konumu mazeretse ve bu tür eklektik inanç sahipleri, ölünce arkalarından “mağfiret ve cennet duası” yapılması gereken insanlar olarak kabul ediliyorsa, bu insanlara tevhidi daveti götürmek bu insanların aleyhine olacak demektir. Çünkü Allah’ın ve tarihin şahitliğiyle biliyoruz ki, tevhidi davet karşısında insanların çoğunluğu bilmeme ve iman etmeme konumunu tercih etmektedirler. O halde bunlara tevhidi daveti götürmek, çoğunluğunun reddine sebep olarak cehenneme gitmelerine vesile olmak anlamına gelecektir. Halbuki bazı yorumculara göre tevhidi daveti götürmeden önce, ben Müslümanım diyen ve kimi ibadetlerini formel olarak yerine getiren herkes topluca cennete gitmekte değil midir? O halde fitne çıkarıp insanları cennetten alıkoyacak işler yapmayalım, bırakalım cahili halleri üzerine devam etsinler ve cennete kavuşsunlar mı demeliyiz? Allah için, bu anlamsız soruları sorduran yanlış yaklaşımları hep birlikte sorgulamalıyız.
Sonra, bir takım kimselerin tekfirci damarları kabarır korkusuyla, Allah’ın şirk dediğine şirk demekten vazgeçme teklifi anlamına gelecek ifadeler gerçekten ürperticidir. Ne demek, yoksa bir takım sapkın uçlar faydalanır korkusuyla Kur’an’ı ketmetmemiz, kimi hükümlerini gündeme taşımamamız, kimi cahili inançlara meşruiyet tanımamız, ya da bilmemeleri mazeretmiş gibi gösterilerek bilmek için hiçbir gayret göstermeyenleri mü’min kabul etmemiz mi isteniyor? Bütün bunları Allah için daha uygun ortamlarda konuşup vahye uygun cevaplara ulaşmayı, kaçınılmaz ve ertelenemez bir sorumluğumuz olarak görmeliyiz.
V - Bir yorumcu, Mümtehine 8 ve 9. ayetlerini hatırlatıp, bahse konu olanların 9. ayetteki savaşçı müşrikler konumunda olmadığını ifade ediyor. Biz de zaten böyle olmadığını söylüyoruz. Ancak Mümtehine 8. ayettekiler de din konusunda mü’minlerle savaşmayan, onları yurtlarından çıkarmaya çalışmayan “ötekiler”dir. Kur’an bunlarla da velayet ilişkisini serbest bırakmıyor, sadece iyilik ve adaletle muameleden de sakındırmayan bir hüküm vazediyor. Zaten biz de bu kişilere iyilik ve adaletle muameleden yanayız, erdemliliklerinin zikredilmesine de bir şey demiyoruz. Ancak, sadece mü’minlere tahsis edilmesi gereken velayet ilişkisini bu kişilerle de kurmaktan sakınılmalı ve bu insanların şirke bulaşmış hallerine meşruiyet kazandırılmamalıdır diyoruz.
VI - Diğer yandan bazı yorumcuların yaptıkları gibi, Kur’an ayetlerinin, akıdeyle ilgili olanlar da dâhil tamamını yoruma açık kabul edip, herkesin farklı yorumları olabileceğini iddia etmek, dinde sabite ve muhkem alan bırakmayacak ve mü’minler arasında akıde ortak paydasını da ortadan kaldıracak derecede “rölativist” (göreceli) postmodern bir Kur’an algısına yol açacaktır. Böyle bir durumda, mü’minlerin aynı akıde etrafında kardeşleşmeleri de, cemaat ve ümmet olmaları da, aynı ilkeler etrafında bütünleşip birlikte tevhid ve adalet mücadelesi vermeleri de, hatta birbirlerini düzeltmek amacıyla omuzlarına yüklenen “emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker” sorumluluğunu yerine getirmeleri de imkânsız hale gelecektir. Çünkü mü’minler arasında mutabık oldukları, herkes için aynı derecede belirleyici ve bağlayıcı olan ölçü ve değerler kalmayacaktır. Herkes Kur’an’dan farklı anladığını söyleyerek akıdevi konularda bile farklı inanıp farklı amellerde bulunma hakkını kendinde görmeye başlayacak ve sonuçta tam bir kaos ortamı doğacaktır.
VII - Kur’an ayetleri çerçevesinde ilkesel olarak, hangi söylem ve eylemlerin şirke ait olduğunun ifade edilmesi, bazı yorumcularca ötekileştirme ve dışlama olarak nitelendirilebilmiştir. Halbuki Allah Kur’an’da vazettiği evrensel ölçülerle, insanlar arasındaki İslam’ın ötekileri olarak “Kafir”, “Müşrik”, “Münafık” ve “Kitap Ehli” gibi kategorilerden açıkça bahsetmekte ve sadece mü’minlerin kurtuluşa ereceklerini beyan etmektedir. Allah’ın ötekileştirdiği ve kurtuluşa ermek için tevhidi bir imanla son kitap ve Peygamber’e imana çağırdığı bu kesimlerin bugünkü karşılıklarını tespit etme çabasına “ötekileştirme”, “dışlama” suçlamasında bulunmak ancak Kur’an’dan ve tevhidden habersiz olmanın ifadesi olabilir. Eleştirilebilecek olan Kur’ani ölçülerle öteki tanımı yapmak değil, bazı ayetlerden hareketle şirk olduğu çıkarımı yapılan kimi eylem ve söylemlerin tespitinde bir yanlışlık yapılmış olması halidir. Bunun gereği de yine delilini göstererek ilmi bir biçimde düzeltme çabası ortaya koymaktır. Yoksa bizler Allah’ın cennetinin bekçileri değiliz, oraya kimin girip giremeyeceğine biz değil ancak Allah karar verir. Biz merhamet ve cennet davetçileri olarak herkesin cennete gitmesi için çırpınmayı temsil ediyor ve bunu candan istiyoruz. Allah, kendi rızasını kazanmanın ve sonuçta cennete girmenin evrensel ölçülerini Kur’an’da vazetmiş olup, biz ancak bu ölçüleri dikkate alan bir hayatı yaşamak ve bu mesajı diğer insanlara da hatırlatmakla mükellefiz. Yaptığımız da bundan ibarettir. Eğer, insanlarla ilişkilerimiz bozulmasın ve tepki almayalım adına bu ölçüleri hatırlatmazsak, şirke düşüren eylem ve söylemleri, tıpkı İbrahim (as) ve bütün Peygamberler gibi, açıkça ifade edip bunlardan kaçınmanın gerekliliğini tebliğ etmezsek, işte o zaman bu insanlara karşı en büyük insafsızlığı ve zulmü gerçekleştirmiş oluruz.
VIII - Her şirk eylem ve söylemi kişiyi müşrik yapmayabilir. Bir mü’min de bu tür hatalı söylem ve eylemlere hataen düşebilir, ama hemen tevbe edip rücu eder. Ancak bu tür eylem ve söylemlerin kanıksanarak süreklilik arz eden bir biçimde devam ettirilmesi, tabii ki kalplerdekini ancak Allah’ın bildiğine inancımızla birlikte, zahiren şirk konumuna işaret eder ve biz bu zahire göre hükmetmek durumundayız. Bu tür kişilerin zahiri durumuna göre imanına şirk bulaştırmış kişiler oldukları kanaatiyle ilişkilerimizi ayarlar, tutumlarımızı buna göre belirleriz. Bu tespitimizi şahıs bazında somutlaştırıp ilan etmesek de, şirke düşüren eylem ve söylemlerin neler olduğunu ilkesel bazda açıkça ortaya koymak zorundayız. Tevhidi bilinçteki mü’minler de, bu konumlardaki somut şahsiyetler hakkında hudutları aşan beyanlarda bulunarak, bizleri bu konularda uyarı yapmak zorunda bırakmamalıdırlar. Mü’minler, şirk eylem ve söylemlerine meşruiyet kazandıracak açıklamalardan sakınmalıdırlar.
Bu tartışmalar bir daha ortaya koymuştur ki, bir birine çok yakın olan mü’minler arasında bile toplum ve sistem tahlilinde tam bir mutabakat görülmemektedir. Toplum ve sistem değerlendirmesinden amacımız, öncelikle kendi fıkhımızı, neyi yapıp neyi yapamayacağımızı, toplum ve sistemle ilişkilerimizde dikkate almamız gereken ölçüleri tespit etmektir. Cahiliye sistemi içindeki hangi konumlar akıdevi bakımdan uzak durmamız gereken yerlerdir bunu bilmek ve gereğince amel etmek, hem şahsi imanımız, İslami kimliğimiz, hem de tevhidi mücadelemiz açısından önem arz etmektedir. Toplumun niteliği hakkındaki tespit ve analizler de yine fıkhımızı, iman ve amellerimizi yakından ilgilendiren hususlardır. Hem toplumla hem de insanlarla kuracağımız ilişkilerin türünü ve boyutlarını belirlemede bu tespitlerin büyük önemi vardır.
Toplum ve Sistem Değerlendirmesi Mücadele Fıkhımızın Belirlenmesi Bakımından Önemlidir
Her Müslüman, İslam’ı doğru bir biçimde anlamak amacıyla Kur’an’ı hakkıyla (tertil üzere) okumak, yaşamak, yaşatmak ve yaymak sorumluluğunun bir gereği olarak, içinde yaşadığı toplumu da en iyi şekilde tahlil etmek, doğru anlamak, tanımak ve doğru değerlendirmek, vahiyle hayat arasındaki bağı doğru kurmak zorunda olduğunu bilmelidir. Yapılacak davetin, mücadelenin doğru yöntem ve araçlarını tespit bakımından içinde yaşanılan topluma yönelik değerlendirme de büyük önem taşımaktadır. Bütün peygamberler gönderildikleri toplumu tahlil etmiş, gelen vahiy de onları toplumun özelliklerine uygun bir mücadeleye yönlendirmiştir. Hiç şüphesiz, bu toplumların hepsinde öne çıkan ortak özellik tevhidden sapma olduğu halde, ayrıca her topluma has bazı sapma özellikleri de dikkat çekmiş ve peygamberlerin davet mücadelesinin tevhidden sonraki içeriğini etkilemiştir. Tevhide çağıran peygamberler ayrıca o toplumda hâkim sapma ne ise onu da düzeltmeye, o münkeri nehyetmeye çalışmışlardır.
Mesela Musa (as)’ın kavmi Firavun’un büyük zulmüne maruzdu ve Musa (as) tevhidi mücadelesinde bu hususu öne çıkarıyordu. Lut (as) ın kavminde cinsel sapma zirvedeydi, o da tevhidi mücadelesinde bu münkerden sakındırmanın üzerinde daha çok duruyordu. Şuayb (as)’ın kavmi ise ölçü ve tartıda haksızlığı ile tanınmıştı. O da, kavminin bu sapkınlığını düzeltmeyi öne çıkaran bir tevhidi davet mücadelesi gerçekleştiriyordu. Bugünkü çağdaş toplumlar da ise, bütün peygamberlerin kavimlerindeki sapmaların her birini içine alan çok yönlü sapmalar görüyoruz. Geleneksel ve modern cahiliyenin katkılarıyla siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik çok boyutlu bir fesadın yaygınlaştığını görüyoruz. İşte bu bakımdan toplum tahlili büyük önemi haizdir. Topluma ve sisteme yönelik mücadelenin içeriği ve yöntemi ancak böyle bir tahlilden sonra daha isabetli tespit edilebilir.
Bugün içinde yaşadığımız toplumda tevhidden sapmanın belirgin özelliği, bir yandan “geleneksel cahiliye” olarak tanımlanabilecek alanda, Kur’an’ı terk edilmiş bırakmak ve üretilmiş bid’at ve hurafelere dalınması, vahdet-i vücut, tasavvuf ve eski dini anlayışların, yabancı felsefelerin tevhid dini içine katılması, Allah’tan gayrı şeyh denen bazı insanların da şefaat edebilecekleri, gaybı bildikleri, “tayy-i mekan” ve “tayy-ı zaman”la mekan ve zaman sınırlaması olmaksızın arzda ve tarih içinde uçup kaçtıkları, yardıma muhtaç olanların imdadına koştukları, evrenin yönetiminde Allah’ın yardımcıları oldukları gibi geleneksel sapmaların, diğer yandan da, “modern cahiliye” olarak tanımlanabilecek, modern sapmaların toplumu kuşatmış olmasıdır. Modern cahiliye ise, kavmiyetçilik sapması üzerine bina edilen ulusalcılık, ulus devletlerin kutsanıp benimsenmesi ve monarşik, oligarşik ya da demokratik seküler beşeri sistemlerin egemen kılınması, yani vahye aykırı laik hukukun esas alınması suretiyle hevanın ilahlaştırılmasıdır. Yani Allah’ın hükümlerinin dışlanması suretiyle meydana gelen boşluğun heva ve zanna dayalı yasalarla doldurulmasıdır. Bugün içinde yaşadığımız toplum ve bu toplumun ayakta tuttuğu sistem, işte bu cahiliye ile hemhal olmuş bulunmaktadır. Bu sebeple de bugünün muvahhidleri, yapacakları tevhid mücadelesinde bu iki cahiliye alanından açık biçimde ayrışmayı sağlayacak bir netlikle vahyin şahidliğini ve tebliğini gerçekleştirmek zorundadırlar. Bu iki cahiliye ile bütünleşmiş eklektik inanç sahiplerinin, geleneksel ve modern cahiliye ile kaynaşmış, tasavvufçu, vahdet-i vücutçu, enel hakçı, “ulus devletçi”, “sağcı”, “muhafakâr”, “milliyetçi”, “Türk İslam sentezcisi” “laik-demokrat” kesimlerin, sırf namaz kılmaları ve kendilerini İslam’a nispet etmeleri sebebiyle meşru görülmesi, kurulan ilişkilerde bu hallerinin, hiç değilse ilkesel olarak, şirke ait inançlar, nitelikler olduğu açıkça söylenmeyip mü’min muamelesi yapılması, toplumun cahili halinin meşrulaştırılması ve tevhidi dönüşümün imkansızlaşması sonucunu doğuracaktır.
Tarihte olduğu gibi, bugünün toplumlarının da homojen bir kitle olmadığı, Kur’an’da ifade edildiği üzere tevhid ve şirk ekseninde de olsa bu ana başlıklar altında farklı kategorilerin varlığı bir vakıadır. Bu vakıa, toplumu isimlendirmekte ilk bakışta güçlük oluştursa da, topluma hakim olan değerlerin, normların ve egemen sistemin, toplumu değerlendirme ve tanımlamada önemli bir fonksiyonunun olduğu unutulmamalıdır. Toplumsal yapı ya da toplumda hakim olan sistem kolektif toplumsal iradenin müstahak olduğu ve bu sebeple Allah’ın takdir ettiği bir sonuçtan ibarettir. Kolektif irade de bireysel irade gibi, tercih ve karar verme hususunda özgürdür ve bu tercihinden de sorumludur. Toplumlar bu özgür tercihleriyle doğru ya da yanlıştan, hak ya da batıldan yana değişim geçirirler, Allah da bu yeni toplumsal tercihe uygun yeni durumu takdir eder.6 Toplum tercih ettiği sistemle ya Kur’an’a iman eden bir toplumdur ya da imanına şirk karıştırmış Kur’an’ı terk etmiş bir toplumdur.
Mevdudi Tefhimu’l Kur’an’da Cahiliye’nin İslam’ın zıddını, İslam’ın yolundan ayrılışı ve İslam’a karşı çıkışı ifade ettiğini açıklar. İslam öncesi döneme, halkın yaşama yollarını zan ve hevaya dayanarak kendilerinin icad etmiş olması anlamında “cahiliye” dönemi dendiğini beyan etmektedir. Ve ilahi bilgiyi, vahyin hükümlerini hiçe sayarak, cüz’i bilginin yardımıyla oluşturulmuş, hayale, zanna, tahmine dayalı tüm hayat sistemlerinin cahili sistemler olduğunu vurgular.7S. Kutub da cahiliye toplumunu şöyle tanımlar; “Cahiliye toplumu, Allah’ın her şeyde üstünlüğünü (hakimiyetini) tanımayan ve cahiliye asabiyeti üzerine kurulan toplumdur. İslam’ın esaslarını (Allah’ın hükümlerini) tanımayan ve onunla kendisini bağımlı saymayan toplumdur.” “Günümüzde bütün çağdaş toplumlar, komünist, kapitalist, Yahudi, Hıristiyan ve sözde Müslüman geçinen bazı toplumlar bir tür cahiliye toplumunu teşkil etmektedirler.”8 Görüldüğü üzere, S. Kutub, Kur’an’ın temel ölçülerinden hareketle, kendisini Müslüman sayan bir toplumun bile, itikadi ilkelerini, ibadet çerçevesine giren tutum, davranış ve eylemlerini, hukuki düzenini ve hayat sistemini, yalnızca Allah’a kulluk esası üzerine oturtmuyorsa, hayatın siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik bütün alanlarını vahye, Allah’ın hükümlerine göre tanzim etmiyorsa, o topluma haklı olarak cahiliye toplumu ismini vermektedir. Ona göre toplum, fertler topluluğu olmaktan öte bir anlam taşıyordu ki o, fertleri bir araya getiren ve bağlayan hukuki düzendir.9 Ancak S. Kutub cahili toplum içinde yer alan herkesi tekfir etmemekte, içinde Müslümanların da var olduğunu ifade etmektedir. Aslında onun hedef aldığı, dışladığı müfsid küfür güçleri ve cahili değerlerle bezenmiş, cahili kurallarla örgütlenmiş olan toplumun tüzel kişiliğidir. Organize cahiliye toplumuna karşı olanların da yapılanması gerektiğine, organik cahiliye toplumunun içinde teorik imanlarıyla tek tek fertler halinde yaşayanların bu organik yapı tarafından kendi amaçları istikametinde kullanılacağına, ona uymaya mecbur kalacaklarına dikkat çekerek, İslami nazari temellerin de pratiğe dönük ve organik bir toplumda temsil edilmesi gerekliliğinin altını çizmiştir.10 İslam toplumunu oluşturabilmek için, İslami uyanışı başlatacak, oluşturacağı şahidlik ve davet zemininde toplumsal dönüşümü sağlayacak akidevi temelli bir Müslüman cemaatin zaruretini ve öncülüğünü gündeme getirmiştir.
Kutup, Cahiliye olarak nitelendirdiği bu tür toplumlardan ise kendimizi tamamen soyutlamamızı değil, sadece zihinsel düzeyde bir hicreti gerçekleştirmemiz gerektiğini, cahili topluma ve cahili değerlerine karşı tevhidi bir yapılanma ve pratiği de yine toplumun içinde ortaya çıkararak vahyin şahidliğinin yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Görüldüğü üzere Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi âlimler Kur’an ölçüleri içinde yaptıkları bu değerlendirmeler sonucunda bugün içinde yaşadığımız toplumların cahili ölçüleri esas almış cahili toplumlar olduklarını ortaya koymaktadırlar. Buna rağmen bugün içinde yaşanılan toplumları değerlendirirken ciddi yanlışlar yapılabilmektedir. Bunlardan birisi toplumun bütünü itibariyle Müslüman olduğunu, hatta yüzde 99’unun Müslüman olduğunu iddia eden yaklaşımdır. Bu yanlış varsayımdan kalkarak varılan sonuç da bir başka yanlış olmaktadır ki, o da, toplumun genel olarak Müslüman ve iyi olduğu, ancak egemen sistemin gayri İslami ve kötü olduğu ve toplumun iradesine rağmen onu baskı ve hileyle yönetmekte olduğu iddiasıdır. Bir kere bu tür bir iddia Kur’an ölçüleriyle bağdaşmayan ve doğru da olmayan bir iddiadır. Allah’ın ayetiyle ifade edilen toplumsal değişim yasası gereğince, bir toplum özündekini değiştirip (bozmadıkça) Allah o toplumun durumunu değiştirmeyecektir (bozmayacaktır).11 Yani adalet veya zulüm, iyilik ya da kötülük yönü, temelde tabandan tavana doğrudur. O halde toplumların içinde bulundukları durum kendi bilinçli tercihlerinin, elleriyle gerçekleştirdiklerinin tabii bir sonucudur. Toplumlar müstahak oldukları sistem ve yönetimlerce yönetilmektedir.12
O halde içinde yaşadığımız topluma bu ölçülerle baktığımızda cahiliye toplumu vasıflarını çok net olarak görebilmekteyiz. Bütün kurumları, egemen ideolojisi ve sistemi ile şirki esas almış, İslam’ın ve İslami değerlerin ancak şirk sisteminin cahili değerleriyle doğrudan çatışmayan bazı motiflerine izin verilen, cahiliyenin tüm çirkinliklerininse son derece yaygın, açık ve pervasızca sergilendiği bir toplumdur, içinde yaşadığımız toplum. Sapmanın, fesadın ve münkerin bu kadar azgın ve yaygın olduğu bir toplumda dönüşüm de, gayet tabii, uzun ve zorlu bir davet ve mücadele sürecini gerektirmektedir. Bütün peygamberlerin kıssalarından ve mücadele örnekliğinden de biliyoruz ki, toplumsal dönüşüm zor, sancılı ve uzun bir uğraştır. Çünkü insanlardan her yönüyle köklü bir değişim geçirmeleri, tevhidi bir kimliğe inkılab etmeleri talep edilmekte ve bu gerçekleşmeden de toplumsal dönüşüm sağlanamamaktadır. Toplumla egemen sistem arasında, ilahi yasa gereği var olan etkileşim ve bağımlılığı görmezden gelenler, toplumu iyi ve Müslüman yönetimleri kötü ve gayri İslami gören bir yanlış değerlendirme sebebiyle yanlış bir yöntemi tercih etmektedirler. İnsanın ve toplumun iradesine bırakılmış toplumsal değişimi gerçekleştirmek yani özdekini değiştirme çabası içine girmek yerine Allah’ın takdir alanına giren ve ancak kültürel sosyal değişimin doğal bir sonucu olarak gerçekleşebilecek olan iktidar, yönetim ve sistem değiştirmeye yönelebilmekte ve sonuçta da büyük hüsran ve sapmalara muhatap olmaktadırlar.
İçinde bulunduğu cahili sistemi yaşatma fonksiyonu görmesine ve cahili toplum nitelemesini hak edecek tercih ve yaşantısına rağmen, tebliğimizin muhatabı olan ve çoğu da iyi niyetli, ancak hakikatin bilgisinden habersiz bulunan bu toplumu toptan ve genellemeci bir yaklaşımla tekfir edici, dışlayıcı, aşağılayıcı söylemler de bir diğer yanlışı oluşturmaktadır. Böyle bir yanlışlık daha baştan itibaren insanlarla ilişkide olumsuz bir ortam oluşturmaktadır. Ayrıca bu toplum içerisinde egemen unsuru oluşturmasalar da namaz kılan, infak yapan, doğru bir bilgilenme ve doğru bir yönteme dayanmasa da İslam’ı hayata hâkim kılma duyarlılığı taşıyan kesimlerin de varlığı dikkate alınmalı ve tebliğin önünü tıkayacak genellemelerden uzak durulmalıdır.13 Tabii ki, toplumu dönüştürme iddiası taşıyan tevhid davetçileri olarak, toplumun cahili niteliğini, geleneksel ve modern cahiliye ile bütünleşmiş eklektik, şirke bulaşmış inançlara sahip olduğunu bilmeli ve ilişkilerimizi bu doğru bilgilerin gerektirdiği zemine oturtmalıyız. Ama davetimizin muhatabı ve çoğu iyi niyetli olan kitlelere kendilerinin şirk içinde oldukları söylenerek tebliğ yapılması, daha baştan itici ve davetin önünü tıkayıcı bir etki yapabilir. Tabi bu, toplumun cahiliye konumunu meşrulaştırıcı tutumlara da sevk etmemelidir. Bu sebeple ismen somutlaştırmadan, ama mutlaka neyin şirk olduğunu ilkesel bazda açıkça ortaya koyan bir tebliğ gerçekleştirilmelidir.
Bu sebeple, toplum içindeki farklı kategorileri mücadele sürecinde gözetirken, yanlış din anlayışlarına meşruiyet kazandıracak, emr-i bil maruf ve nehyi anil münker mükellefiyeti ve ıslah görevimizi ihmal ettirecek bir noktaya sürüklenmekten de özenle ve ısrarla kaçınmalıyız. Toplumlar homojen olmamakla, farklı inanç kategorilerini barındırmakla beraber, hâkim sistemin o toplumu değerlendirmede belirleyici olduğu Allah’ın ayetinin gereğidir. (Rad, 11). Cahili toplum cahili sistemi şu ya da bu şekilde besleyen, yaşatan bir toplumdur. Toplumu Müslüman, yönetimleri gayri Müslim veya toplumu toptan tekfir eden genellemeci yanlış değerlendirmeler yerine, içinde Müslümanların da bulunduğu, ancak insanlarının genellikle cahil, bilgisiz ve fakat çoğunun iyi niyetli olduğu cahili toplum değerlendirmesi isabetli bir yaklaşım olarak durmaktadır. Ancak, küfür toplumu yerine cahili toplum değerlendirmesi yapılmasından, cahiliye inancına müntesip insanlar bu halleri üzerine ölürlerse mü’min muamelesi görürler, cennete müstahak olurlar, kendilerine mağfiret ve cennet duası yapılabilir gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır.
Bu tespiti ve değerlendirmeyi yapan mü’minler olarak, çoğunun iyi niyetli olduğunu gördüğümüz, fakat hakikatin bilgisinden uzak kalmış bu topluma, merhametle tevhidi daveti götürmek, merhamet ve adaletle herkesin cennete gitmesine vesile olacak, evrensel ölçü ve değerleri tebliğ etmek önemli bir sorumluluğumuz olarak önümüzde durmaktadır. Biz Müslümanların hedefi, faşist, sosyalist, kapitalist beşeri ideolojilerin yaptıkları gibi silah, şiddet ve zor kullanarak ve toplumsal farklı kesimleri birbirine karşı kin ve düşmanlığa tahrik edip çatıştırarak topluma egemen olmak olmayıp, merhametle bütün toplumsal kesimlere tevhid ve adalet davetini yaygınlaştırıp herkesin cennete gitmesine vesile olmaktır. Ancak böyle adil ve merhametli bir davetin sonunda toplum özündekini, hiçbir baskı altında kalmadan kendi özgür iradesiyle tevhidi istikamette değiştirirse, işte o zaman, bu sosyal değişimin bir sonucu olarak Allah da o toplumun durumunu değiştirecek ve adalet yönetimini, adil hukuk sistemini takdir edecek, İslami düzen böylece gelebilecektir. Yoksa darbeci, tepeden inmeci, baskı, zorlama ve şiddeti esas alan yöntemlerle değil.
İçinde yaşadığımız toplum, uzunca bir süreç sonucunda, kültürel kargaşa içerisine sürüklenmiş, kimlik kaybına uğramış, cahili değer ve normları esas alan bir sistemle bütünleşmiş cahili bir toplumdur. Bir yandan geleneğin taşıdığı bid’at ve hurafeleri din zanneden inançlar, diğer taraftan modernizmin ürettiği kavram, model ve düşüncelerin getirdiği bid’at ve hurafelerle malul bir din anlayışını benimseyen ve üstelik hala kendilerini İslam’a nispet eden kesimlerle, tamamen pozitivizmi ve rasyonalizmi esas alarak ilahi olana karşı açık tavır koyan, İslam dışı ideoloji ve dinleri benimseyen kesimler aynı toplum içinde hem de ezici çoğunluğu teşkil ederek bulunuyorlar. Bütün bunların yanında Kur’an merkezli tevhid dininin yani gerçek İslam’ın bilincine varan Müslümanlar da bu toplum içinde yer alıyorlar. İşte bu toplum, bütün bu kategorileri içinde barındıran ve cahili sistemi destekleyen ya da karşı çıkmayarak dolaylı destek veren çok büyük kitlelerin uyumu ile cahili nitelik kazanmış olan bir toplumdur. Özellikle modernizmin, ürettiği ve dayattığı cahili değerler ve normlar ile kuşattığı bu toplum, hala direnebilen marjinal İslami dirilişin çabası dışında vakıaya teslim olmuş durumdadır. İnsanlar, din anlayışlarının bulanıklığı, Kur’an’dan uzak, sekülerleşmiş hayat tarzları ve dünyevileşmiş tercihleriyle zillete düşmüş, bu halden kurtulmak için ciddi hiçbir çabaya yönelmeyen kanıksamışlıklarıyla da edilgen sürüler haline gelmişlerdir. Kapitalist sistem ve seküler küreselleşme tüm boyutlarıyla ve tüm cephelerden hareketle hakimiyetini tesis etmiş, itiraz etmenin, muhalefetin anlamsız olduğunun yaygın olarak vurgulandığı bir kölelik psikolojisi neredeyse herkesi yutmuştur.
Bizim toplumsal yaşam içinde, bireysel olarak doğruya ulaşmamız, tevhidi bir değişim yaşamamız Allah’ın rızasını kazanmak bakımından yeterli değildir. Tek tek bireyler olarak kendi nefsimizle ilgili olarak yüklendiğimiz sorumluluğumuza ilaveten, içinde yaşadığımız topluma karşı da sorumluluğumuz bulunduğunun bilinciyle hareket etmeliyiz. Biz Müslümanlar merhameti ve adaleti temsil ediyoruz. Hiç kimseye hakaret, zulüm ve haksızlık etmeyiz. Farklı köken ve inançlara müntesip tüm toplumsal kesimleri davetimizle ve merhametle kucaklayıp, herkesin cennete gitmesine vesile olacak vahyin mesajını ulaştırmaya çalışırız. Ve kendimiz için istediğimiz hak, özgürlük, adalet ve iyiliği herkes için istemek ve hakikatin, adaletin, doğru olanın bilgisini kendimize saklamayıp herkesle paylaşmak en önemli sorumluluklarımızdandır. Vahyin mesajıyla karanlıklardan aydınlığa çıkan mü’min fertler, diğer insanlara “şahid kılındığının”14 bilinciyle onların da kurtuluşa ermesi için hakikatin bilgisini “ve tevasav bi’l hak” emriyle15 onlara da ulaştırmak mükellefiyetinin bulunduğunu idrak etmek durumundadırlar. Toplumdaki fesadı (bozukluğu) ıslah etmek ve toplumu münkerden (kötülüklerden) sakındırma16 mücadelesi vermek zorunda olduğumuzu ve bunun Allah’a kulluğumuzun önemli ve terk edilemez bir gereğini teşkil ettiğini unutmamalıyız. Ancak bu sorumluluğun sağlıklı bir biçimde yerine getirilebilmesi için, öncelikle doğru bir sistem ve toplum değerlendirmesi yapmaya, bilahare de bu sistem içindeki ilişkilerimizi vahyi ölçülere göre düzenleyebilmemiz için gerekli fıkhı belirginleştirecek ilmi bir çabaya ihtiyacımız vardır.
Dipnotlar:
1. Bakara 2/ 191-193
2. Kehf 18/ 29
3. Bakara 2/ 256
4. Meryem 19/ 42-46
5. Al-i İmran 3/ 64
6. Rad 13 / 11.
7. Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, c. 1, sh. 490.
8. Prof. İbrahim Sarmış, “Bir Düşünür Olarak Şehid Seyyid Kutub”, Fecr Yay., sh. 119 – 120.
9. Hamza Türkmen, S. Kutub Anlaşılabildi mi ? Haksöz Dergisi, Ağustos 1995, Sayı 53, sh. 9 (Sıbğatullah Kaya’nın Girişim Dergisinde yayınlanan Muhammed Kutub’la röportajından alıntı)
10. S. Kutub, Yoldaki İşaretler, sh. 32, 33.
11. Rad 13/ 11.
12. Mehmet Pamak, İslami Şahsiyet ve Toplumsal Değişim, Büruç Yayınları, İstanbul, 1995, sh. 75 – 99.
13. Rıdvan Kaya, Toplum ve Müslümanlar, Haksöz Dergisi, Ağustos, 1992, Sayı 17.
14. Bakara 2/143.
15. Asr Suresi.
16. Ali İmran 3/104, 110. Tevbe 71.