Analiz: Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / AA
Mısır sahip olduğu coğrafi sınırlar, tarihi birikim ve insan kaynağıyla jeopolitik açıdan önemli ülkelerden biri. Asya ve Afrika kıtaları arasında bir kara köprüsü konumunda olmasının yanı sıra, Mısır Asya ile Afrika’yı ve Avrupa ile Asya’yı bağlayan iki ana su yolu üzerinde, yani Akdeniz ve Hint okyanusu arasında eşsiz bir stratejik konumda bulunuyor. Bu nedenle de ulusal egemenliğinden taviz vermeden varlığını koruma ve dış güçlerin tehditlerini bertaraf etme hususunda çevresine söz geçirecek kadar güçlü olma gerekliliğini hafızasında tutan bir tarihi tecrübeye sahip.
Etiyopya’nın üzerinde baraj yaptığı Nil, Mısır’ın can damarı
Mısır’ın ekonomisi ve güvenliği büyük ölçüde Nil’e bağlıdır. Bu nedenle Nil havzasındaki ülkelerle ilişkileri hayati önem arz eder. Bu bakımdan Sudan, Güney Sudan, Uganda, Etiyopya ve Cibuti gibi devletlerle ilişkileri, sıradan bir komşu devlet ilişkisi şeklinde değerlendirilmez.
Tarihe baktığımızda Akabe körfezinden Somali’ye kadar uzanan Kızıldeniz sahillerinde Kahire hep egemen olmuştur. Asya’ya uzanan kara köprüsü durumundaki Sina yarımadası iddialı fatihlerin aşmak zorunda oldukları çetin bir güzergahtır; ama Mısır’da otoriteyi ele geçiren Doğu Roma İmparatorluğu, Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Memlukler ve Osmanlı Devleti güçlerini Suriye’den Mısır’a uzattılar veya istisnai olarak Fatımiler’in yaptığı gibi, Mısır’dan Suriye’ye uzanan Doğu Akdeniz sahilleri boyunca egemen oldular. Mısır’da kurulan idareler -Doğu Roma ve Fatımiler hariç- güçlerini Kızıldeniz ve Arabistan’a yaydılar.
Stratejik üstünlüklerini insan kaynağı ve ekonomik imkanlarla güçlendirdikten sonra Mısır çoğu zaman Anadolu ve Bağdat merkezli güçlerle rekabete girişmiştir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve ardından gelen Hıdiv İsmail Paşa Nil’in kaynağı olan bölgeleri Kahire’nin otoritesi altında tutmak için askerî seferler düzenlemişlerdir. Ayrıca Hıdiv İsmail Paşa 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı’nın sağladığı stratejik önemin farkında olarak, kısa bir süreliğine de olsa Kızıldeniz sahillerini Sevakin, Massava ve Somali’deki Zeyla limanı dahil olmak üzere, Kahire’nin kontrolü altına almış ve karadan da güney sınırlarını Uganda’ya kadar genişletmişti. Ancak 1882 yılında Mısır’ın İngiliz işgaline uğraması, Fransa ve İtalya’nın sömürgeci güç olarak Kızıldeniz sahillerindeki stratejik noktalara yerleşmesine yol açmıştı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise bağımsızlıklarını kazanan ülkeler üzerindeki emperyalist politikalar tamamen yok edilememiştir.
Arapların miğfer ülkesi Mısır ulusal ve küresel iddialarından uzaklaşıyor
1948’de İsrail’in kurulmasını kendi güvenliği için bir tehdit olarak algılayan Mısır’ın askerî kadroları “Hür Subaylar” adı altında örgütlenerek 1952 yılında gerçekleştirdikleri askerî darbeyle, 1805 yılından beri Mısır’ı yöneten Kavalalı ailesinin elinden iktidarı aldılar. Ardından 1956 yılında darbecilere darbe yapan Cemal Abdünnasır tek otorite oldu. Nasır dile getirdiği iddialarının hiçbirinde başarılı olamadı ama hâlâ Mısır’ın ulusal kahramanı olarak görülür. Nasır’a göre Mısır üç medeniyet havzasının merkezinde idi: Afrika, Arap ve İslam.
Nasır Pan-Afrikanizm politikasının öncülüğünü yaparak sömürgeciliğe karşı siyasal, ekonomik ve kültürel bağımsızlık savaşı yürüten Afrika halklarının destekçisi oldu. Kahire sadece Mısır’ın başkenti değil, neredeyse bütün bir Afrika kıtasının başkenti rolündeydi. Afrika’nın hemen her ülkesinden öğrenciler, sendikacılar, aydınlar, sanatçılar, politikacılar Kahire’de merkezi olan, kıtaya yönelik bir kurumun faaliyetlerine katılıyorlardı. Mısır üniversitelerinde öğrenim gören Afrikalı öğrenciler Mısır’ın gönüllü elçileriydi. Nasır’ın Pan-Arabizm politikası ise sayısı bugün 22 olan irili ufaklı tüm Arap ülkelerinin halklarını heyecanlandırıyordu. Filistinli Arap’ın toprakları üzerinde kurulan İsrail’in yayılmacı politikalarından ancak Mısır’ın askerî açıdan karşı koymasıyla kurtulacaklarını düşünen Arap gençleri ona umutla bağlanmışlardı.
Pan-İslamizm politikası ise Nasır’ın Mısır’ın tarihi bağlarına sahip çıktığını gösteren, hem kendi ülkesinde hem de Arap dünyasında kendisine meşruiyet alanı açan bir politikaydı. Nasır kendisini, daha geniş kitleler nezdinde bir kurtarıcı lider olarak algılanmasına imkan veren Bağlantısızlar hareketinin lideri olarak da görmeye başladı. “Üçüncü Dünya” ülkeleri adıyla da bilinen bu geniş alan mazlum Afrika, Arap ve İslam ülkelerini de kapsamaktaydı ve Nasır liderliğindeki Mısır’a uluslararası arenada önemli roller yüklüyordu.
Nasır’ın dünya çapında bu denli etkili liderlerden biri olması Mısır’ı ekonomik ve askerî potansiyel bakımından büyük güçlerin ilgi alanına taşıdı. Mısır bundan faydalanarak ekonomik, siyasi ve askerî destekler aldı. Nasır’ın askerî darbesi ve modernleşme politikaları başlangıçta Batı’dan destek gördü. Fakat Mısır karşısında ABD’nin İsrail’i destekleyen politikaları, Nasır’ı SSCB tarafına itti. 1960’lı yıllar Mısır’ın SSCB desteğiyle geçirdiği yıllar oldu. 1970’li yılların sonu ve 1980’lerden bugüne ise Enver Sedat’ın başlattığı ve Hüsnü Mübarek’in devam ettirdiği politikalarla, bu iki ismin iktidar dönemleri, ABD yanlısı politikaların uygulandığı devirler oldu.
İktidarı darbeyle ele geçiren General Abdülfettah Sisi döneminde ise (Nasır ve Sedat devirlerindeki iddialı politikalar bir yana) Mübarek döneminde kısmen de olsa izlenebilmiş dengeli politikalar tamamen bir yana bırakılmış ve yerini dış güçlerin güdümünde sürdürülen politikalara bırakmıştır. Bugün Sisi ve ekibi Mısır’ın tarihi iddialarının takipçileri olmadıkları gibi, ulusal çıkarlarını koruma konusunda da duyarsız bir siyaset izlemekteler. Mısır Nasır’dan Sisi’ye, yani 1952’den 2012 yılına kadar yaklaşık 60 yıl boyunca dört asker kökenli ve darbeci lider eliyle yönetilmiştir. 3 Temmuz 2013 tarihinden itibaren bir başka darbeci iktidarı ele geçirmiştir. Temmuz 2012 ile 3 Temmuz 2013 arasında kalan bir yıl hariç tutulursa, Mısır 70 yıldır darbeci generaller tarafından yönetilmektedir.
1956 yılında Sudan Mısır’dan ayrıldığında, Mısırlı gençler Nil kaynağı elden gittiği için, meydanlarda “Sudan-Mısır bir bütündür bölünemez” diye slogan atıyorlardı. Oysa aynı günlerde Nasır, Süveyş kanalının güvenliğini sağlayan İngiliz askerlerinin ABD ve SSCB’nin uzlaşısıyla bölgeden çekilmelerini diplomatik ve askerî bir zafer olarak kutlayarak Mısır’ın bölünmesinin yol açtığı sendromu aşmasını bildi. Sedat yenemediği İsrail’den topraklarını barış karşılığında kurtarmasını yine bir zafer gibi sundu. Fakat haklı ve kazançlı bir barış yaptığını halkına anlatmayı başaramadığı için bir suikasta kurban gitti. Yerine geçen Mübarek Arap-İsrail çatışması bağlamında ülkesinin stratejik önemini ön planda tutarak Batılı ülkelerden askerî ve ekonomik destek almayı bildi. Ayrıca yükselen İslamcı akımların kontrol altında tutulmasının bölgedeki Arap krallıklarının da çıkarına olduğuna dair söylemlerle Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerden de finansal yatırımlar ve yardımlar almayı başardı. Fakat alınan yardımlarla askerî bürokrasiyi ve yönetici eliti memnun etmeye öncelik verdi. Ülkenin kronikleşen sorunlarına kalıcı çözümler bulamadı. Bu yüzden, 1948’den beri sık sık İsrail’i protesto etmek için meydanlara inen gençler, kendi kaderlerini demokratik yollarla tayin etmek için sokaklara ve meydanlara döküldüler.
Sisi’nin darbesiyle devrim Mısır halkının elinden alındı
Tahrir meydanında toplanan milyonlar yoksulluk, yolsuzluk ve siyasal baskılara tepki gösterdikleri kadar, Mısır’ın tarihi rollerinden sapmasına da karşı olduklarına dair sloganlar attılar. Mısır halkı genciyle, yaşlısıyla, öğrencisiyle, aydınıyla, işçisi ve işsiziyle ele ele vererek 11 Şubat 2011’de Hüsnü Mübarek’in istifa etmesine yol açan bir başarıya imza attılar ve gerçekten bir halk devrimi yaptılar. Fakat Mısır’da kökleri Nasır’a dayanan askerî bürokrasi, Mısır’ın cumhurbaşkanlığı makamına içlerinden bir generali getirmek istiyordu. Askerî elit 1 Temmuz 2012’de Mursi’nin iktidara gelmesine engel olamasa da 3 Temmuz 2013’de sivil cumhurbaşkanını darbeyle indirdi ve içlerinden bir generali devlet başkanı yaptı. Trump’ın “benim favori diktatörüm” diye seslendiği General Abdülfettah Sisi ülkesindeki yolsuzluk ve yoksulluğa çare bulamadığı gibi, bütün dünyayı etkileyen Kovid-19 salgınında yaşanan sağlık ve yoksulluk sorunları Mısır halkının belini iyice büktü.
Ekonomisi gittikçe bozulan Mısır’ın dış politikası da çöküyor
Sisi salgınla mücadele planını uygulamaya koyarken ilginç bir yönteme başvurdu. Ekonomik sıkıntıları artan çalışanların maaşını enflasyon karşısında artırmak yerine azaltma yoluna gitti. Halkın dikkatini iç politikadan dış politikaya çevirmek için, Libya hakkında Hafter yanlısı açıklama ve girişimlerini artırarak halkın gündeminden uzakta kaldığını bir kere daha gösterdi. Son olarak, daha önce yaptığı “Sirte Mısır’ın kırmızı çizgisidir” açıklamasına ilaveten, denetlediği pilot grubuna “Libya’da dış göreve hazır olun” talimatı verdi. Bu epey talihsiz bir beyandır. 1962 yılında Yemen iç savaşına dış güçlerin tahrik etmesiyle müdahale eden Mısır, en seçkin birliklerinin başarısız kalmasıyla 1965 yılında çekilmek zorunda kaldı. Nasır büyük iddiaların sahibi olarak giriştiği bu müdahalenin ardından, 1967’de İsrail ile yapılan savaşta, modern Mısır tarihinin en büyük yenilgisini hem Mısır hem de Arap halklarına yaşattı.
Tarih ders almasını bilenler için en acımasız öğretmendir. Sisi Libya’ya müdahalenin taşıdığı riskleri hesaplamak için yakın tarihe ve Nasır devrine daha yakından bakabilir. Libya’da yanında yer aldığı kişi, kendi halkına karşı acımasız katliamlar yaparak onları toplu mezarlara layık gören, darbeciliği meşruiyete tercih eden ve her geçen gün geri çekilen ve son tahlilde kaybetmesi beklenen biri. Hafter Sisi’ye, iç politika malzemesi olarak ihtiyaç duyduğu bir zafer yerine yeni bir hezimet yaşatacaktır.
Mısır halkının asıl gündemi: Yoksulluk
Sisi’nin asıl mücadele etmesi gereken konu ekonomi ve yolsuzluklarla mücadeledir. Mısır ekonomisi başlıca dört gelir kaynağına sahip: Turizm, Süveyş Kanalı’ndan geçen gemilerden alınan geçiş ücretleri, Arap ülkelerinde çalışan işçilerin döviz transferleri ve yüksek öğretim için çoğunlukla Afrika, Endonezya, Malezya ve çevredeki Arap ülkelerinden Mısır’a gelen on binlerce öğrenciden sağlanan gelir. Kovid-19 sürecinde yukarıda belirtilen temel gelirlerde büyük düşüşler oldu. Büyük bir kısmı iş kaybına uğradıkları için, bir kısmı da petrol fiyatlarındaki düşüşün maaşlarına yansımasından dolayı, Körfez ülkelerinde çalışan işçilerin Mısır’a transfer edecek kazançları epey düşük meblağlarda kaldı. 2019 yılında Mısır’ın turizm geliri 12,6 milyar ABD dolarıydı. 2020 yılında bu rakamın tamamına yakın kısmı kayda geçemeyecektir. Süveyş Kanalı gelirleri son yıllarda yaklaşık 6 milyar dolar olarak gerçekleşiyordu. Ancak 2020 yılında bu gelir de önemli bir düşüş gösterecektir. Dördüncü olarak, yaşadığı politik gerilimler sebebiyle Mısır zaten büyük ölçüde uluslararası öğrenci kaybına uğramıştı; fakat salgınla birlikte bu kayıp daha da büyüdü.
Mısır liderliği ülkesinin kırmızı çizgilerini ilan ederken, Gazze üzerindeki ambargoları sürdürerek 2 milyon Filistinli Arap’ı açık bir hapishanede tutan ve Batı Şeria’daki Filistin topraklarının yüzde 30 kadarını ilhak kararı alan İsrail’e karşı kırmızı çizgileri olan bir dış siyasete sahip değil. Ayrıca Kızıldeniz’in kuzeyi, Akabe körfezi, Tiran boğazı ve Sina yarımadasının savunulmasında vazgeçilmez öneme sahip olan Senafir ve Tiran adalarını Suudi Arabistan’a terk kararı alan Sisi, bu anlamda Mısır’ın milli menfaatlerini çiğneyip kırmızı çizgiyi aşmıştı. Ancak halkın tepkisiyle Mısır Yüksek İdare Mahkemesi bu egemenlik devrine “dur” demişti.
Türkiye’nin Libya ile imzaladığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması” Akdeniz’de oldubitti şeklinde yapılan anlaşmaları sarstı. Bu bağlamda, Sisi Akdeniz’deki deniz yetki alanından 7 bin kilometrekareyi Yunanistan’a niçin terk ettiğini açıklayamadı. Diğer yandan Sisi, Libya’da Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınan meşru hükümet kuvvetlerinin ülke topraklarında darbeci ve bölücü karakterdeki Hafter milislerine karşı başarı kazanmasını içine sindiremiyor. Ekonomik ve sosyal olarak can çekişen Mısır, dış politika bakımından da karanlık yollara sürükleniyor.
Mısır’ın dış politikası, Nasır’dan itibaren anti-emperyalist karaktere sahipti. Arap ülkeleri başta olmak üzere Asya ve Afrika’da fakir ve güçsüz ülkeleri destekleyen, ilkeleri olan bir geleneği vardı. Mısır halkının dış güçlerin emperyalist yayılmacılığına karşı duruşu, 19. yüzyıldan beri Mısırlı kimliğinin önemli bir parçasıdır. Buna ilaveten Nasır döneminde uygulanan milliyetçi politikalar Mısırlılar için güçlü bir ulusal gurur sermayesi üretmiştir. Mısır’ın ulusal ideali hem Doğu’dan hem de Batı’dan bağımsız olmak, güçlü bir müreffeh devlet olmak, İsrail’e karşı durmak ve Arap dünyasına olduğu kadar Afrika ve İslam ülkelerine liderlik etmekti. Ne var ki Sisi idaresinin başarısız ve basiretsiz yönetimiyle Mısır, 100 milyonu aşan nüfusuyla, gerçek sorunlarıyla yüzleşmek istemediği bir noktaya gelmiş bulunuyor. Mısır tarihi rollerinden uzaklaştığı gibi, ülkenin kaderi gittikçe büyüyen bağımlılık ağları tarafından tayin ediliyor.
Mısır-Türkiye ilişkilerinde karşıtlık yerine dostluk mümkün mü?
1980’lere kadar Türkiye ekonomisinden daha iyi bir performansa sahip olan Mısır, gelişmekte olan bir ülke olarak, uluslararası güç oyununda etkili bir aktördü. Ne oldu da bu konumundan uzaklaştı? Hangi politikaların sonucunda emperyalist politikaların bir aracı haline dönüştü?
Nasır gücünün çok ötesinde iddialara girişerek ülke kaynaklarını ve ulusal enerjisini harcaması nedeniyle Mısır’ın mali sorunlarını ağırlaştırdı. Mısır çaresiz bir şekilde büyük güçlerden ekonomik ve askerî yardım temin etmek durumunda kaldı. Bu bağımlılık, elbette ulusal bağımsızlığa ağır maliyetler ve tehditler getirdi. ABD’nin İsrail yanlısı politikası Nasır’ı SSCB’nin yanına itti. Fakat Enver Sedat iktidara gelince, 1970’lerin sonunda ABD’ye yaklaşarak Haziran 1967 savaşında kaybedilen toprakları geri almak ve ekonomik sorunlarını Washington’ın yardım programlarıyla çözmek istedi. Böylece Mısır ABD’den ve müttefiklerinden sağlanan askerî ve ekonomik yardımlara bağımlı bir ülke konumuna düştü. Böylece Mısır tarihsel iddialarından koparak güçlü ve bağımsız dış politika izlemekten uzaklaştı. Mısır’ın dış politikasının temel açmazı, dış yardıma bağımlılıktan kurtulamadığından, tarihsel rolüne aykırı, pasif ve tavizkar kararlara imza atmaktır. Mısır’ın bu durumu can çekişen bir hastaya benziyor. Zor da olsa mümkün olan kurtuluşu ve ülkenin kendine gelmesi, ancak gerçek sorunlarıyla yüzleşebildiği zaman olacaktır.
Sisi’nin öncelikli sorumluluğu Etiyopya’da yapılan ve su tutmaya başlayan Rönesans barajının Nil sularına vereceği zararı önleyici tedbirler almaktır. Fakat çözüm için geç kalındığı görülüyor. Nil havzasındaki ülkelerin bölünüp parçalanmasını elini kolunu bağlayarak seyretmek acizlik göstergesi değil midir? Libya’daki toplu infazların sorumlusu ve acımasız bir katil olan Hafter’e destek vererek Libya’nın bölünmesine yol açacak, ileride bir ucu Mısır’a da dokunacak riskli politikalar yerine, komşu ülkelerin birlik ve bütünlüğü yönünde politikalar uygulamak Kahire’nin de çıkarınadır. Doğu Akdeniz’de İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) sevindirmek yerine kendi çıkarlarını korumak Mısır halkının beklentisidir.
Sonuç olarak, Mısır’ı bu duruma düşüren, büyük güçlere karşı izlediği teslimiyetçi politikalar olmuştur. BAE ve Suudi Arabistan’dan sağlanan maddi destekler karşılığında tüm Arap ve İslam dünyasının aleyhine, fakat sömürgeci zihniyetten kurtulamayan güçlerin lehine politikalar izlemek, Mısır’ın kronikleşen ekonomik ve siyasal sorunlarına çare olmaktan uzaktır. İç ve dış politikadaki savrulmalar yanında, gereksiz Türkiye düşmanlığı yapmak, Mısır’ın yapısal sorunlarına kalıcı çareler geliştirilmesi doğrultusunda en küçük bir iyimserliğe imkân vermiyor. Orta Doğu’da barış ve huzuru arzulayan Türkiye, bugün ilişkileri gergin de olsa, son tahlilde Mısırsız bir planın sonuç getirmeyeceğinin farkında. Aynı farkındalığı Mısır tarafının aklıselim unsurlarında da tespit etmek mümkün.
*
[Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesidir]