İnsicam Dergi, Mustafa Özel yönetiminde yayın hayatına başladı. Hayırlı olsun dileklerimizi dergiden bir iktibas yazıyla duyurmak istedik...
Aşkın Yıldız / İnsicam Dergi
Sinemanın değişmeyen konusu: Hakikat
Yeni kıtaları keşfetmek, okyanusları aşmak, en yüksek zirvelere çıkabilmek ve ayak basılmamış yeni yerlere gitmek insanoğluna bir ufuk açıp yeni heyecanlar getirse de nihayetinde bu ferahlama geçici olmuş ve insanoğlu kendi sınırlarına hapsolmaya devam etmiştir. Çünkü insanoğlunun çağlar ve medeniyetler boyunca üst üste koyarak biriktirdiği tüm emekleri maddi dünya ile hesaplanabilir bir cinse dönüştürülmüştür. (Karakoç, 2018: 9) Bu çıkarım, modern zamanlar boyunca yaşadığımız tüm buhranların, bunalımların ve tıkanmaların genel sebebi olarak görülebilir. İnsanlık “ilerleme” yi teknolojik ve bilimsel sınırlara mahkûm ettikçe toplumların bunalımları artmıştır. İlerleme, zenginlik, refah ve mutluluk maddi ve ölçülebilir hale getirildikçe kitleler halinde yayılan mutsuzluk, huzursuzluk ve bunalımlar nesilden nesile geçmiş ve yayılmıştır. Maddi refahın yanında inanç, ahlak, manevi tatmin ve hakikat gibi maddi ve ölçülebilir olmayan kavramların da ilerleme açısından öncelenmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişe nefisleri doyurmak kadar, gönülleri de doyurmak elzemdir. Bunun yolu hakikat ve hikmet kavramlarının gündeme alınmasıdır. Hakikat, hikmet ile bir arada sunulursa nefislere değil gönüllere hitap olur ve bu hitap en etkili olarak sanat formlarıyla mümkündür. Yüzyıllar boyunca şiir, müzik, resim, heykel, tiyatro, hikâye ve roman gibi sanat formları insanın kendisini en etkili ve estetik olarak ifade etmesinin yolları olmuştur. Geçtiğimiz son yüzyıla damgasını vuran sinema, bahsi geçen diğer türleri de bir arada bulundurarak etkili anlatımı zirveye çıkarmıştır, denilebilir.
Sinemanın ilk çıktığı günlerden günümüze yüz yıl gibi bir süre geçmiş ve şüphesiz ilk günü ile bugünü arasında hem teknik hem de anlatı olarak çok büyük aşamalar katedilmiştir. İlk film gösterimlerinden sonra, sinematografik olarak film yapımı ve sunumuna dair eklenen belki de yüzlerce unsur akla gelebilir. İçerik, biçim ve teknik günden güne değişmiştir ancak değişmeyen bir şey varsa o da “anlatmak” meselesi olmuştur. Genel anlamda sanatın çıkış noktası olan “etkileyici anlatım” meselesi, sinemanın da çıkış noktasıdır. Sanat, bir duygu, düşünce ya da bilgiyi insana estetik çerçevesi içinde etkileyici bir şekilde anlatma yoludur. Önce bir şeyleri fark etmek, sonra başkalarına fark ettirmek; yani anlamak, anlatmak ve etkileyici olarak anlatmak… İşte sinemanın ilk günü ve bugünü arasındaki değişmeyen tek olgu, etkili anlatım çabasıdır. Denilebilir ki tüm sinematografi etkileyici anlatım için tasarlanan, icat edilen ve üretilen unsurlarla doludur. Her icadın amacı anlatıya biraz daha yardımcı olmaktır.
Çağlar boyu insan resim, şiir, müzik ve nihayetinde modern zamanların bir formu olarak sinemayı üretti. Günümüzde internet kullanımına bağlı olarak üretilen sosyal medya dediğimiz “yeni medya” her ne kadar sinemadan sonra gelmiş olsa da henüz bir sanat formunda değerlendirilmediği için konumuzun dışındadır. Her sanat dalının kendi tarzı ve metoduna bağlı olarak değişik imkânları ve zaafları vardır. Hareketli görüntü ve sesin bir arada kullanılabilmesi sinemanın akla gelen ilk avantajıdır diyebiliriz. Görsel ve işitsel bir sanat olan sinema, birçok sanatla etkileşime girerek ifade gücünü zirveye çıkarır. Diğer sanat dallarını bünyesinde barındırabilmesi bir diğer avantajıdır. Ancak sinemanın görsel-işitsel etkisi ve diğer sanat dallarıyla yoğurulmuş olması, ona anlatı bakımından çok çeşitli imkânlar sağlasa da onu bir sanat formu olarak zirvede tutmaya yetmez. Çünkü bu imkânlar, hakikatli ve hikmetli bir sanat algısıyla birleşmeyince zaafa ya da dezavantaja dönüşmektedir. Bu anlamda sinemanın imkânı/gücü/etkisi sahip olduğu yeteneklerinde değil; hakikate yaklaşabilmesindedir diyebiliriz.
Sinema; katmanları ve felsefi derinliği olan, soyut ve somut ifadeyi bir arada bulunduran, mistik ve modern hikâye geleneğine sahip, zamansal ve mekânsal aşkınlığı olan bir ifade gücüdür. Sinema insana ait rüya fenomeninin sanatsal yansımasıdır. Bu sayededir ki etnik, dini, coğrafi, düşünsel, hatta varoluşsal sınırları aşabilen bir yapıya sahiptir.
Sinemanın gerçek ve değişmez konusu aslında “hakikat” tir. Üst başlık her zaman budur, film isimleri ve konularıysa hakikat bahsinin alt başlıkları gibi görülmelidir. Sinema ancak hakikat ile bağlantı kurabildiği oranda “gerçek sinema” dır ve bunun dışında sadece bir filmden ibarettir. Sinemada hakikat, ancak varlık üzerinden çağrışımlar yoluyla izah edilebilir. Varlık hakikatin yansıması, iz düşümü ya da bir parçasıdır. Dolayısıyla sinema hakikat bağlamını sadece insan değil, hayvan, doğa ve eşya üzerinden de kurar. Zaman, mekân ve dekor, insanın gerçek, hayal ve rüya âleminde ilişki kurduğu olgulardır ve bu manada sinemada etkin bir konuma sahiptir.
Sinemanın hakikat ile ilişkisini sanat üzerinden kurabilmek, sanatçının ifade gücünün alegorik yapısıyla ilgilidir. Film dili, temel olarak ses ve görüntüler üzerinden kurulmaktadır. Bu anlamda görüntü ya sığ bir hareket göstergesi olacaktır ki böyle bir görüntü izleyen herkes tarafından ilk haliyle anlaşılabilir, ya da mana derinliğine sahip olacaktır ki bu görüntü sanatsal ifade gücüne sahip katmanlı bir yapıdır. Yani izleyen kişinin görüntünün maksadını tam olarak anlayabilmesi için aklını biraz daha zorlaması gerekecektir. Diğer bir görüntü şekliyse hakikatle ilişkili olacaktır ki bunun anlaşılması için derin bir ufuk gerektirmektedir. Bu manada hak ile bağlantı kurulabilecek bir görselin oluşturulabilmesi için resim, şiir, müzik (görsel ritim) ve felsefi derinliğin bir arada sunulması gerekmektedir. İşte bu yüzden sinema estetiği oluşturmak zor bir iştir ve bu sebeple herkes film çekemez. Ancak bugün çoğu insanın anladığı şekilde örneğin; Amerikan tarzı bir sinema filmi çekmek bu kadar zor değildir. Bu tarzı küçümsemiyorum sadece maddi sorunlar halledilip, sinemanın fabrikasyon kuralları işletilebilirse klasik manada bir filmin kolaylıkla oluşturulabileceğini düşünüyorum. Gerçek manada sinema görüntülerle şiir yazmak, resim yapmak, müzik yapmak ve bir felsefi söylem üzerinde durmaktır. Film izlemek ise şiir, resim, müzik ve felsefe okuması yapmaktır. Bu yüzden film izlemek yerine, film okuması tabiri kullanılmaktadır.
Bugün genel olarak sinema yapısını oluşturan anlatı, klasik anlatı dediğimiz Aristo Dram geleneğidir. Genel olarak filmlerin giriş, düğüm ve çözüm bölümlerinden oluşan kahraman üzerinden ilerleyen özdeşleşme mekanizmasını işleten ve katarsis ile biten filmler olduğunu görürüz. İzleyici bu filmi izlerken aktif değil pasiftir, filmde anlaşılması güç şeyler pek bulunmaz ve seyirci olan biten akışı sadece izler. Sonunda mutlu mesut bir şekilde filmden ayrılır. Hiç şüphesiz bu bir anlatı geleneğidir ve sinemada yeri vardır. Ancak sinemanın tek amacı izleyiciye görsel bir şölen sunup onu rahatlatmak mıdır?
Sinema her şeyden önce izleyici için bir düşünme alanıdır. Sinema ile düşünmek sinema ile çözümler üretmek durumundayız. Bunun için önce sinema tektipleştirilmiş, popüler kültür ürünü ve fabrikasyon bir iş olmaktan çıkarılıp; tarihimizin, geleneğimizin, dinimizin ve kültürümüzün beslediği bir sanat mecrası olarak görülmelidir.
Dünya sinema tarihi, ülke sinemaları ve akımlarıyla doludur ve bunlar bir şekilde ülkemizde hem izleyici olarak hem de film yapımı olarak karşılık bulmuştur. Ancak bu durum bize ait bir sinema dili vermemiştir. Kendi özgün dilimizi, kendi özgün dilini bulanlardan öykünerek kurmaya çalışmamız; henüz bir sinema özgünlüğünden bahsedemiyor oluşumuzla sonuçlandı, doğal olarak. Türk sinema tarihi Muhsin Ertuğrul’dan başlayarak, Lütfü Akad, Halit Refiğ, Metin Erksan, Yılmaz Güney, Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan ve yakın dönemde Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve daha başka birçok iz bırakan yönetmen gördü. Ancak kendi sinemamızı arama yolculuğumuz henüz bitmedi. Kendi sinemamızı bulabilmek için sanat ve hakikat ilişkisi fark edilmeli, basmakalıp sinema anlayışı terkedilmeli, üniversitelerdeki sinema anlayışı ve müfredatı bu anlamda sorgulanmalı ve sinema yapı itibariyle ayrı bir sanat dalı olmaktan çıkarılmalıdır. Sinema edebi, işitsel ve görsel sanatların bir araya geldiği ve tüm varlığı konu edinen bir sanat olarak görülmelidir. Hakikat ile yoğrulmuş olan kültür sahamız kendi köklerine tekrar açmalı ve sinemaya yansıtılmalıdır.