Şimdi bana kaybolan aylarımı verseler...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, mart ortasında Adalet ve
Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemini içeren iddianamesini yazmayı tamamladığında, onu bir cuma günü akşamüzeri saatlerinde Anayasa Mahkemesi’ne gönderdiğinde ne çeşit toplumsal dinamikleri harekete geçirdiğinin farkında mıydı acaba?
En insani cephesiyle başlayayım...
15 Mart’tan bugüne kadar geçen 3.5 aylık süre içinde, kırk yıldır yakın arkadaş olan insanlar birbirleriyle kavga ettiler, sadece ben etrafımda uzun yıllara dayalı onlarca dostluğun bozulduğuna tanıklık ettim. Bazı evlerde karı-koca kavgaları yaşandı sırf bu kapatma davası yüzünden, eşler yatakları ayırdı!
Ekonomiyle devam edeyim... Uluslararası piyasalardaki bozulmayı Türkiye çok daha
kuvvetli yaşadı. Borsanın düşmesini bir kenara bırakacak olsak bile Hazine faizi 22 puanın üstüne tırmandı, Merkez Bankası iki kez faiz artırmak zorunda kaldı. Geçmişte şikâyet edilen ‘düşük kur-yüksek faiz’ sarmalı bu kısa sürede daha da derinleşti, Türkiye üzerinden kazanılan spekülatif paranın miktarı arttı, bu parayı da biz vatandaşlar ödedik, ödüyoruz.
Sırf kapatma davası açılmış olmasının sonuçları için bir özet oluşturması umuduyla yazdım bu iki paragrafı, istesem başka cepheleri de anlatırım ama şimdilik gereği yok. Tek söylemek istediğim şu: Son üçbuçuk ayda birbirimizi çok ama çok kırdık, bazen haklıydık çoğu zaman da haksız. Biz birbirimizi kırmakla meşgulken de birileri bizim üstümüzden ve bedeli bizim cebimizden çıkmak şartıyla, dünyanın parasını kazandı.
Hepimiz biraz daha fakirleştik bu yüzden, tam tersi olması gerekirken.
Türkiye’nin demokratik olgunluğu böyle bir davanın hiç açılmayabileceği bir seviyede olmalıydı, değilmiş. Anayasa Mahkemesi bu davayı 11 üyesinden 10’unun Ak Parti için
şu veya bu ağırlıkta bir ceza istediği bir kararla değil, çoğunluğuyla kapatılmaması yönünde kararla sonuçlandırması gerekirdi, henüz orada da değilmişiz.
Geçmişi geçmişte bırakalım, geleceğe bakalım diyeceğim ama onu bile diyemiyorum aslında. Çünkü şu son üçbuçuk ay hepimizin üzerinde, özellikle de siyasetçilerin üzerinde çok derin travmatik izler bıraktı, kapanmaz yaralar açıldı. Aynen birbiriyle yatağını ayıran kimi karı-kocalar gibi, araya aşılmaz duvarlar girdi.
Girdi ama siyaset aynı zamanda mümkün olanı yapma, yani hep işe olumlu tarafından yaklaşıp hayatı ileri götürme mesleği.
O yüzden de, geçmişte takılıp kalsak da geleceği düşünmek durumundayız.
Şimdi Ak Parti’nin kapatılmamış olması, dün bir internet haber sitesinde gördüğüm başlık gibi ‘Durmak yok, yola devam’ anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.
Ak Parti ve Meclis, yoluna sanki hiçbir şey olmamış, bu yaşanan da bir küçük yol kazasıymış gibi davranarak devam edemez. Bu Meclis maalesef bitti. Mart 2009’da yerel seçimle birlikte genel seçim de yapmak gerek!
Daha önce de bu köşede sormuştum:
Ak Parti kapatılmazsa demokrasi, kapatılırsa da laiklik kurtulmuş mu olacak?
Hayır.
Şimdi Ak Parti ve Meclis, sanki hiçbir şey olmamış, bu devirde salt bazı parti önde
gelenleri ifade özgürlüklerini kullandılar diye o partinin hakkında kapatılma davası açılması normalmiş gibi davranabilir mi?
Bence davranmamalı. Ama korkarım davranacak. Ülkemizde bir daha bu seviyede bir kapatma davasının olmaması için gereken büyük uzlaşma, büyük Anayasa değişikliği gerçekleşmeyecek, her şey eski tas eski hamam devam edecek, taa ki bir sonraki
Anayasal krize kadar.
Bu gerçekle yüzleşmeliyiz: Türkiye’nin o ‘kendine özgü’ sözde demokratik sistemi geldi ve bir duvara dayandı. O duvarı aşmak için gerçek bir demokrasi olmayı başarmamız, bunu da ciddi bir toplumsal uzlaşma ile becermemiz gerek.
Ancak o zaman şu üçbuçuk ayı kaybetmiş olmamız bir işe yarar, bir musibetten bir iyilik çıkartabiliriz belki. Yoksa, o üçbuçuk ayı kaybettiğimizle kalırız!

RADİKAL