Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na gelen General’in ülkeye yönelen “post-modernist tabaka” tehdidini tesbit eden konuşmasıyla, bu ülkede şaşmaz bir biçimde yaşayageldiğimiz bir “yeni baştan, aynı yerde” durumuyla karşı karşıya olduğumuz duygusuna kapılmıştım. Ama zaten Silâhlı Kuvvetler bu ülkede bu duygunun sürekliliğinin kurumsal garantisi.
Dün, Kandıra’daki ziyaret gündeme düştü ve ortada Abdullah Gül’ün maçı vesile yaparak Ermenistan’a gitme kararını açıklaması gibi, son derece önemli ve “yeni baştan, aynı yerde” duygusu yaratmayan bir gelişme varken, gündeme de, “hâlet-i ruhiye”ye de, egemen oldu.
Onun için, bu sabahın gazetelerinde en fazla santimetre kare bu olaya ayrılmıştı. Türkiye’nin “konuşan” kesimlerinde, doğal olarak, herhangi bir olay karşısında benimsenecek tavırlar daha olay olmadan önce belli. O bakımdan, CHP ve MHP’nin, bunu hattâ “gecikmiş”, gerekli bir jest olarak yorumlamaları kimseyi şaşırtmazdı, şaşırtmadı. Daha geçen gün Baykal “söz söyleme” aşamasının geçildiğini hatırlatmadı mıydı, ilgili zevata?
Hükümetin de, Genelkurmay açıklamasında ima edilen, “insanî ziyaret” yorumuna tutunması aynı şekilde “zorunlu hareketler” kategorisine yerleştirilebilir.
Medya yorumcularımız, bu jestten hangi anlamları çıkarmamız gerektiğini madde madde yazdılar. “Mesaj” deniyor bunlara. Herhalde “komut”un daha nazik söylenişi. TSK birçok vesileyle topluma “mesaj”lar gönderiyor, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek üzere. Medya da bize bu “mesaj”ların ne anlama geldiğini bildiriyor. Böylece “kumanda” toplumundan “mesaj” toplumuna geçmiş oluyoruz –bakın, değişim işte! Bir de “değişmiyor” diyorduk!
Tabii bu ziyaretin yersiz ve yanlış olduğunu söyleyenler de az değildi. Birtakım başka olaylara göndermeler yapıldı. Tabii en başta, belleklerde en taze duran anı, Şemdinli ve sonrası hatırlandı. “Açıklama”da “TSK’nın yargıya olan saygısı ve güveni tamdır” denilmiş; bundan, yapılan ziyaretin “yargıya müdahale” anlamında yorumlanmaması gerektiği sonucunun çıktığı, dediğim “mesaj çözücüleri” tarafından bize bildirilmişti. Büyükanıt’ın “o iyi çocuktur” demesinin sonuçlarını hep birlikte izledik ve yargıya suret-i katiyede bir müdahale olmadığını kendi gözümüzle gördük. Şimdi “Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne uzun süre hizmet veren iki emekli komutana yapılan bu ziyaret...” ibaresini de, “yargıya müdahale” olarak yorumlamayı gerektirecek hiçbir neden yok.
Bazıları, belleklerde biraz daha küllenmiş olarak duran bir başka anıyı deşti: Ünlü “28 Şubat” darbesine giden yolda, o sıra Adalet Bakanı olan Şevket Kazan’ın gözaltına alınan Belediye Başkanı’nı ziyaret etmesinin anısını... Bu da, doğrusu, yanlış bir şeydi, bir “müdahale” idi, “müdahale” olarak anlaşılması istenen bir müdahaleydi. Ama ne oldu. Bu müdahalede bulunan kişi bir Refah Partili olduğu için, ziyareti partisinin kapatılma gerekçeleri arasında yerini aldığı gibi, kendisinin de “siyasî yasaklı” haline gelmesinin nedeni oldu. Ziyaret ettiği Belediye Başkanı darbe girişiminde bulunmakla, buna benzer bir suçla suçlanmıyordu.
Gene bazıları, ziyareti gerçekleştiren Korgeneral’in geçmişine de göz atma gereğini duydular.
Bu arada, “mesaj çözücüler”in, Veli Küçük’ün ziyaret kapsamı dışında bırakılması karşısında gösterdikleri memnuniyet de, içinde yaşadığımız “hukuk devleti”ne saygımız açısından memnuniyet vericiydi. Tabii içinde biraz, “Neyse, bari bu olmadı” ferahlaması da seziliyordu.
Böyle bir olayın işaret fişeklerinden biri, Hurşit Tolon’un Ahmet Hakan’a gönderdiği mektupta görülmüştü sanki: “Biz içeride huzurlu, onurlu ve alnımız açık olarak yüce Türk adaletinin tecellisini bekliyoruz [yani onların da “yargıya olan saygısı ve güveni tam]. Ya dışarıdaki bazıları? Onlar ne durumda acaba?.. Eğer isterlerse acınacak halde olanlara buradan destek verebiliriz.”
Destekler karşılıklı, “mesaj”lar karşılığını buluyor.
TARAF