Bu, günlük politikayla ilgili bir yazı değildir gerçekte, ama, ne yapalım ki, bazı politikacılar da işin içine giriyorlar, daha doğrusu ve daha doğrusu bu yazının yazılmasına K.K. gibi bazı mâlum materyalisk-laik politikacıların seviyesizce, gaddarca anlayışları sebeb oldu.
Suriye’de 4 yılı aşkın bir zamandır süregelen ve ne zaman ve nasıl biteceği konusunda kimsenin sağlıklı bir şey söylemesinin pek mümkün görülmediği bir korkunç bir iç-savaş yaşanıyor.
Bu ülkenin 23-24 milyon kabul edilen edilen nüfusunun üçte biri, 7-8 milyon kadarı bugün yerinden-yurdundan, evinden-barkından, varını yoğunu bırakıp kaçmış insanlar..
Bir kısmının hali-vakti yerinde.. Onlar için, kendi doğup büyüdükleri yerlere ve yakınlarına duyulan hasretten fazla, ciddî bir problem yoktur.
Ama, fakir-fukara aileler, onların sahibsiz kalmış çocukları..
Öğrendikleri bir-kaç türkçe kelimeyle câmi önlerinde anacaddelerin ayak yardım, sadaka dilenen yavrular..
Onlara yardımcı olamamak, insanı daha bir kahrediyor..
Hani, Mehmed Âkif’in ‘Seygi Baba’ isimli şiirinde çizdiği bir tablo vardır ya, öyle bir durum.. Şair o şiirinde, yaşlı, fakir ve hasta bir zâtı ziyaret eder. Ayrılmadan önce de ana yardım etmek ister.
Amma..
‘Bir de baktım ki, tek onluk bile yokmuş kesede..
Mühürüm boynunu bükmüş, duruyor, sâde..
O zaman, koptu içimden şu tahassür-i ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi..’
Çok genç olup bazı kelimeleri anlmamakta zorlananlar için, ‘tahassür’ün hasret duygusu, ‘hamiyyet’in de, ‘zayıf durumda olanları koruma altına almak duygusu’ olarak anlaşılması gerektiğini belirtiverelim.
İnsan, bazan aynı duruma düşebiliyor. Çünkü, o yavrucukların herbirisine yardımcı olmak istiyorsunuz, ama, imkanınız sınırlı.. İmkanları olanların da hamiyyet duyguları genelde körelmiş..
*
Yavuz Bülent Bakiler’in şu mısraları da, aynı kahredici tabloyu güzümüzün önüne getirmiyor mu?
‘Sivas'ta Ulu Camii avlusunda çocuklar
Yalvaran gözlerle etrafa baka baka..
Açıyorlar küçük esmer avuçlarını:
-Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!
Hükümet konağının yanında biri
Bir kemik kalmış, bir deri...
'Boya cila yimbeş,boya cila yimbeş' diye ağlıyor
Ve daha fırça bile tutamıyor elleri..
Garipler Pazarı'nda körpe çocuklar
Yorgunluktan güzelim yüzleri al-al...
Öldüren bir çığlık dudaklarında:
-Boş hamal! Boş hamal! Boş hamal!
Nane satan, su satan yetim çocuklar
Şarkı söyleyemediler güneşe aya...
Biliyorum ne masal dinlemeye doydular
Ne oyun oynamaya...
(...)
Gökteki yıldızlar kadar sayısız
Ah yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları
Anladım farkınız yok koparılmış başaktan!
Alın bu gözleri benden, alın bu yüreği artık
Utanıyorum yaşamaktan.’
*
Âkif merhûmun da, insandaki vicdanî hasletleri harekete geçirmek için yazdığı böyle çok güzel mısraları vardır.
Ki, bunlardan birisi de Şâm diyarlarında yaşanan bir tabiî âfetle, kuraklıkla ilgili olarak tablosu çizilen ve müthiş hitabet gücü ve ikna kabiliyeti olan ve Dirvas isimli çocuğun ağzından anlatılanlardır.
‘Derler ki, Umeyye’den Hişâm’ın, / Devrinde yakınlarında Şâm’ın.. /Üç yıl ekin olmamış kuraktan../ Can kaybına düşmüş artık urban (bedevîler), / Her hayme (çadır), mezar olup kapanmış../ Altında beş-on kadîd (iskelet) uzanmış../ Bakmış ki meşayih-i kabail (kabilelerin büyükleri) / Sıyrılmayacak bu derd-i hail (büyük dert),/ Mâdem ki şüyûhuyuz (büyükleriyiz) bu halkın,/ Kalkın gidelim Hişâm’a, kalkın../ Bir duysa Halifemiz bu hali,/ Var merhamet etmek ihtimali../ Hiç, ak sakaliyle bir alay pîr, /Eyler de Emîr’e, hâli tasvir../ Görmez mi o, halkı rahm’e şâyan (acımaya lâyık) / Sultansa da, taş değil ya; insan..’
*
Ancak, şeyhler Sultan’ın huzuruna gidecekler ya, acaba konuşma güçleri var mı?
Onun da çaresini de bulurlar. Dirvas isimli çocuğun yanlarında olmasını isterler. Çünkü o çocuk, dehâ çapında bir zekâya ve nâtıka (konuşma ve hitabet) gücüne ya sahibdir.
Ve Dirvas’la birlikte, varırlar Sultan’ın huzuruna..
Hemen ardından da, çocuk başlar konuşmaya..
Sultan taaccüb eder, bu kadar yaşlı insanlar varken, böyle bir çocuk niye konuşur diye..
Ama, çocuk, ‘yaş, zekânın ölçüsü müdür, sen hele bir dinle, sonra gerekirse, susturursun..’ diye yaşanan felaketi anlatmaya başlar..
Öyle bir anlatır ki, Dirvas, faciayı.. ‘Açlık ecelin zâhiri oldu / Baştan başa çöl, cesedle doldu / Her kûşede bin açıklı feryad.. / Yok bir yerden sadâ’y-ı imdad../ Şubbân (gençler) bütün ihtiyâra döndü, / Pîrân (yaşlılar) görsen mezâra döndü../ (...) Zannım, bize münfail (kızgın) ki Mevlâ, / Bir bâdiye (çöl) halkı yandı, hâlâ../ Bir damla su inmiyor semâdan.. /Şebnem (kırağı) bile düşmüyor duâdan.. / (...) Artık sana ilticâya geldik../ Reddetmez isen, ricâya geldik..’
Dirvas’ın asıl can alıcı sözleri bundan sonra başlar:
Görmekteyiz ey emrîr-i âdil.. / İnkâr-ı bunun değil ya, kaabil../ Yok sendeki ihtişâma pâyan.. / Bizlerse alay alay sefilân ../ Bir yanda demek ki, fazla var, çoook../ Hayfâ (yazıklar) ki, öbür tarafta hiç yok.. /Öyleyse, biraz tevâzün (denge) ister../ Evvel beni dinle, sonra hak ver../ Nerden buldun bu ihtişâmı?./
Halkın mı, senin mi, Halîq’ın mı? /Allah’ın ise, eğer bu servet../ Bizler de onun kuluyken elbet,/ Bir pay talebinde hakkımız var../ İnsaf olamaz bu hakkı inkâr../
Halkınsa şu bî-nihâyet (sonsuz) emvâl (mal-mülk), / Ver, etme hukuk-u gayr’i pâmâl (başkalarının hukukunu ayak altında çiğneme) / Yok, böyle de olmayıp da kendi /Mâlin ise -çünkü fazla şimdi- / Bî-vâyelere, (sefillere, çaresizlere, yoksullara) tasaddûq eyle../ Dördüncüsü varsa, haydi söyle.. (...)’
*
Şimdi Suriye’li veya diğer yerlerden büyük sosyal felaketlerle gelip bizim evimize, ülkemize sığınmış insanlara, kapıyı göstermek isteyen insanlıktan nasibini alamamış, bedbaht politikacı tipleri var. Ki, ülkemiz, bugünkü Hükûmet’in alkışlanacak bir insanî hassasiyetiyle, iki milyona yakın insana elinden geldiğince yardım ediyor, onları barındırıyor, iaşelerini temin ediyor, tedavilerini, çocukların okullarını üstleniyor. Ki, bu insanların dedeleri ile, henüz 100 sene öncesine aynı vatanda, asırlarca birlikte yaşamış olmak gibi bir ayrıcalığımız da var.. Ki, öyle bile olmasa, bize sığınanlara tekme savurmaktan söz etmek var ya, eminim ki, bunun nasıl bir alçaklık olduğunu, en iyi, başka diyarlarda oradan oraya kovulmak tehlikesi içinde yaşayanlar bilirler. Onlar, ‘Allah bu gibilerin gönlüne de insanlık nasib etsin!’ diye dua ediyorlardır..
Bu sığınanları ilahî bir emanet bilip, bir takım politika soytarılarına inad, onlara sahib çıkmak zorundayız. Bu, bizim toplumumuzu fakirleştirmek ne kelime, her yönden daha bir zenginleştirir.
Bunu materyalist-laik kafaların anlaması zordur.
Bereket ki, o kadar acımasız, merhametsiz ve fakirliğin sadece ve oy toplamak için edebiyatını yapan vicdan fukaraları tarafından yönetilmiyor ülkemiz..
İnsan olan, kendisine sığınan, -hattâ azılı düşmanı bile olsa-, o sığınma durumunda olanın düşkün durumundan faydalanmak yerine, ona yardım eder.
*