Şifre basit!

Ali Bulaç

Açıklanan takvime göre, 24 Temmuz'da Türkiye'nin 43 ilinde sandıklar kurulacak, Demokratik Toplum Kongresi'nin (DTK) 30-31 Temmuz'da yapılacak genel kuruluna katılacak olan 850 delege belirlenecekti.

Kürt siyasi partileri, sivil toplum örgütleri, kanaat önderleri, aydınlar, sanatçılar, farklı etnik topluluk ve inanç gruplarının sözcülerinden seçilecek delegelerin yüzde 60'ı halktan, yüzde 40'ı doğal delege statüsü taşıyacaktı. Arkasından 30-31 Temmuz'da DTK genel kurulunda bir araya gelinip "Demokratik özerklik" için karar verilecekti. Demokratik özerkliğin ilanı ya o gün ya sonra yapılacaktı.

Fakat 14 Temmuz günü Silvan'da malum saldırı yapıldı. Aynı gün DTK, takvimi bir kenara itip "demokratik özerkliği" ilan etti. Bir iki gün sonra da hiç hayatında "kavlun leyyin (yumuşak söz)" söylememiş bir bayan milletvekili "Demokratik özerkliğin tartışılma ihtimali yoktur. Artık senden talep etmiyorum. Ben yapıyorum, sana düşen beni tanımaktır." dedi.

Bu arada Silvan baskınını araştırıp soruşturmak üzere ilk defa İçişleri Bakanlığı harekete geçti. Başbakan Erdoğan "Genelkurmay'ın soruşturması yanında baskının bir de sivil irade gözüyle araştırılması doğaldır." dedi, böylece savcılığın araştırılmasıyla üç koldan Silvan baskını teşrih masasına yatırılmış oldu.

Soruşturmadan ne çıkacağını bilemiyoruz. Ancak 12 Haziran seçim sonuçları, CHP'nin çıkardığı yemin krizi, BDP'nin Meclis boykotu, Silvan baskını, demokratik özerklik ilanının bir anda Silvan saldırısının yapıldığı güne çekilmesi, CHP'nin "askerleri içeri tıkarsanız, sonu böyle olur" yaklaşımı, bir anda Türk ve Kürt milliyetçilerinin karşılıklı nefrete dayalı söylemlerinin artması, belli bir zamandır "Türkiye, Kürt sorununun varlığını kabul etmeli ve bu sorunun askerî yöntemler ve terörle çözülemeyeceği görülmeli" diyen kesimlerin de "galiba yanlış düşünüyoruz, operasyonlara devam, terörün kökü kazınmalı" fikrine dönmeleri ve elbette "devlet yetkilileriyle görüşmeler olumluya gidiyor, çözüme yakın çizgideyiz, 'barış konseyi' kuruluyor, 15 Temmuz'un anlamı kalmadı" diyen Abdullah Öcalan'ın devre dışı bırakılması, BDP'nin Öcalan'ın "gidin yemin edin" çağrısını duymazlıktan gelmesi tesadüfî, gelişigüzel, kendiliğinden vuku bulan olaylar değildir. Hiç kimse, zekâmıza hakaret ederek, bize bütün bunların kendiliğinden olduğunu söyleyemez.

Şifre basit: Birileri süreci baltalıyor. Ana hedef Kürt sorununun merkezinde yattığı yeni bir anayasa yapım sürecini sabote etmek, vesayet rejimini yeni bir oksijen çadırına sokmaktır. 12 Haziran seçimleriyle eli güçlenmiş olarak AK Parti, üçüncü defa iktidar imkânını buldu. BDP, siyasi tarihinin en yüksek milletvekili sayısını çıkardı, eli güçlenmiş olarak Meclis'e gelseydi, anayasa yapım sürecinin en güçlü aktörlerinden biri olacaktı. Abdullah Öcalan, devletin meşru yetkilileriyle anlaşma noktasına yaklaştığını açıkladı.

Diğer yandan Kürt sorununun idari boyutunu rahatlatacak önemli adımlar atılmaya başlandı. İstinaf mahkemelerinin kurulması gündeme geldi; bakanlıklara yardımcılıklar atanma konusu fiilen hayata geçti, dikkatler 1998'de imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'na çevrildi, hatta seçimlerden önce Başbakan "Başkanlık sistemi konuşulabilir" dedi.

Ortada "iyi niyet" olsaydı bütün bu gelişmelerin bizi sorunun çözümüne doğru götüreceğini düşünüp sevinebilirdik. Yazık ki en başta taahhüdü legal (pozitif) siyaset yapmak olan BDP iyi niyet beyanında bulunamıyor, "yaptım oldu, işinize gelirse" havasında toplumun sinir uçlarıyla oynuyor. Bu aşamada vicdana, akla ve diyaloğa çağıran iki ses yükseldi sadece: Altan Tan ve Şerafettin Elçi.

75 milyonluk koca Türkiye kamuoyuna, 15 milyon Kürt halkına ve Güneydoğu'da yaşayan Kürt olmayan nüfusa (Türklere, Araplara, Süryanilere) sormadan, görüşlerini almadan "demokratik özerklik" ilan etmek, özerkliğin "demokratik ayağı"nın felç olup tutmadığını göstermeye yetiyor. Bir emrivakiyle Tito'nun "öz yönetimi" veya Sovyet tipi 'kolhoz' ve 'solhoz' modellerine dayalı "komünal toplum" modellerinin öngörülmüş olması ihtimali herkesin içini karartıyor.

ZAMAN