Türk dış siyasetinin “komşularla sıfır problem” açılımı, birebir sınırımızın olduğu komşu ülkelerle pozitif neticeler verdi. Güvenlik bunalımı azaldı, komşularla ticaret hacmi arttı.
Bunlar önemli gelişmelerdi tabiî. Türk’ün Türk’e dostu yok sendromu aşılamadan dünyaya açılmak da pek kolay olmazdı zaten.
Bize öyle görünüyor ki, “komşularla sıfır problem” açılımı, Misak-ı Millî ile daraltılmış coğrafyamıza taalluk etmiyor sadece. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne olan ve Türkiye’yi yakından ilgilendiren bütün coğrafyaları da kapsıyor. Türk dış siyasetinin bu hattaki diplomatik manevraları bunu gösteriyor.
Bosna’dan başlayarak Türki cumhuriyetlere, İran, Afganistan, Pakistan ve bu son iki ülkenin komşu olduğu Çin’in işgali altındaki Doğu Türkistan’a varana kadar Türkiye’nin bu minvalde proaktif politikalar izlediği ortada.
Ama “sıfır problem” politikasının zaaf noktaları da yok değil. Meselâ Doğu Türkistan meselesi...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çin’e ve bu kapsamda Urumçi’ye yaptığı önemli ziyaretten hemen sonra etnik kıyımın başlaması, “sıfır problem” açılımının ve onu besleyen “kazan-kazan” (win-win) prensibinin her zaman kolay olmadığını gözler önüne serdi.
21. yüzyıl, Soğuk Savaş sonrası düzenini arıyor. Büyük güçler yeni şekillenecek dünya düzeninde büyük bir yarış ve kavga içerisindeler. Bugünlerde geleceğin büyük tarihi yazıldığından, gelişmeler, bütün taraflar için hassasiyet konusu.
Türkiye hâriciyesinin mimarları da kuşkusuz tarih yaptıklarının farkındalar. Bu tarihsel aşamada, Çin’i görmezden gelmek mümkün değil. Küresel güç dengeleri bağlamında Çin’le iyi ilişkilere sahip olmak, Amerika’yı Rusya ve Çin’le dengelemek önemli.
Küresel güç denkleminde tarihî fırsatlar yakalamış Türkiye, insiyatif alma gücünü artırmış bulunmaktadır. İster planlı olsun ister fiili durum, farketmez, bazı engeller de kazanılan yeni mevzileri tehdit etmektedir, Uygur katliamında olduğu gibi..
Erdoğan hükümetinin Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz hükümetinin Uygurları dışladığı gibi bir tavır alması düşünülemezdi. Reddi miras olurdu bu.
Ancak, şu âna kadar yapılan proaktif siyasi açılımların bir sonucu olarak Çin’le karşı karşıya gelmek tercihe şâyan bir durum değil. Diğer taraftan da Uygur halkının haklarını korumak durumunda Türkiye. Velev ki Doğu Türkistan meselesi Batı’nın Çin’i Tibet meselesinde olduğu gibi kuşatma altına almakta kullanmak istediği bir manivela olsun. Bu ortadaki vahşeti kaldırmıyor.
Dindaş ve soydaş olan Uygur halkının maruz kaldığı son katliamlar tarihsel süreciyle ele alınmalı, bu zeminde çözüme katkıda bulunulmalı. Bu da Türk hâriciyesinin işinin kolay olmadığını göstermektedir.
Doğu Türkistan süper güç olma noktasında ilerleyen Çin’in en önemli kırılma noktalarından..
Çin, meseleyi kabûl edilebilir yöntemlerle çözmek yerine, inkâr ve asimilasyon politikalarıyla bölgenin demografik yapısını alt-üst ederek çözebileceğini sanıyor. Mao döneminin kanlı yöntemlerinin bugünün dünyasında fazla sonuç vermeyeceğini görmek istemiyor.
Yaptığı katliamlarla hem İslâm dünyasını karşısına almakta, hem de Çin’in yükselişinden rahatsız olan kesimlerin eline büyük kozlar vermektedir.
Doğu Türkistan’ın doğal zenginlik kaynakları Çin’i saldırgan kılan önemli bir etmen. Çünkü, ekonomide ve askerî alanda her geçen gün etkisini artırarak büyüyen 1.3 milyar nüfuslu Çin’in, bu yükselişinde o doğal zenginliklerin sömürülmesi önemli rol oynamaktadır.
Başka bir etmen de, dış güçlerin Doğu Türkistan ve Tibet meselesini aleyhinde kullandığına inanması. Bu yüzden de katliamları meydan okuyarak icra ediyor.
Dünya Müslümanlarının görmesi gereken ise; “Hindistan’ın 11 Eylül’ü” diye dünya basınında yer alan Mumbai saldırılarını ele alan yazılarımızda dile getirmiş olduğumuz şu husustur:
Müslümanlar dünyanın büyük güçleriyle; ABD, AB, Rusya, Hindistan ve Çin’le aynı anda çatışma içine sokuluyor.
Dilleri, kültürleri ve dinleri farklı dünya halkları anti İslâm çizgisinde bir hizaya çekiliyor.
Tam da buraya bir mim koyarak yazıyı tamamlayalım!
VAKİT