Ulusların "ruhu" ya da "tabiatı" üzerinden değerlendirmeler yapmak çoğu kez sakıncalı sonuçlar vermeye adaydır.
Entelektüel dünya, özellikle kamusal profil verdiği durumlarda bu işten özellikle kaçınır. Ama kayıt dışı entelektüel sohbetlerde ulusların tabiatı ya da ruhu üzerine spekülasyonlar büyük bir iştahla yapılır. Doğrusu bu spekülasyonların dile getirdiği hususların, hele keskin gözlemlere sahip olanların yaptıkları dikkate alınırsa o kadar da ihmal edilebilir olmadığını düşünürüm. Hele hele bu spekülasyonlar, yapanların değer yargılarından bağımsız ve tarihsel tınlamalara sahip kıyaslamalar olarak yapılıyorsa ayrıca dikkate şayan gözükür bana. Bir de tarihsel yakınlıklar son derecede önemli gözüküyor. Mesela İngilizlerle Türkleri kıyaslamak anlamlı değildir. Çünkü bu iki milletin bir arada yaşama tecrübesi yoktur. Ama yüzyıllarca birlikte yaşamış, komşuluk etmiş Türklerle Yunanlıların ya da Arapların ulusal tabiatlarından kıyaslamalı spekülasyonlar yapmak düşündürücü ve zihin açıcı olabilir; yeter ki önyargı ya da değer yargısı yüklü olmasın. İlginç olduğunu düşündüğüm mukayeselerden birisi de, dilleri birbirine karışmış ve yüzyıllardır, üstelik savaşmaksızın komşuluk etmiş olan Diyar-ı Rum (Anadolu) insanları ile Diyar-ı Farisi'nin insanları arasında yapılabilir. (Bu coğrafî isimlendirmeleri özellikle seçtiğimi belirtmem gerekir. Özellikle belli etnikliği ya da dinî grubu kastetmeden yapıyorum bunu.) Bu mukayeseler, seyyahların ve kadim zamanların bilginlerinin, bugün pek çoğu mevcut olan kitaplarında zaten yapılagelmiştir. Elbette benzeşen, hatta örtüşen pek çok unsur mevcuttur. Ama bana öyle geliyor ki Diyar-ı Rum ve Diyar-ı Farisi'nin insanlarını birbirinden ayıran en temelli farklılık "aşırılaştırma" ve "abartma" farkıdır. Şimdi spekülasyonumu ortaya koyabilirim: Rumilik aşırılaştıran, Farisilik ise abartan kültürel geleneklere sahiptir. Her abartı aynı zamanda bir aşırılaştırma değil midir? Öyle olmadığını düşünüyorum. Her iki kültürel zihinsel örüntü, mevcut durumu karşılama tarzlarıdır. Ama abartı mevcut durumu olduğundan farklı hale getirirken aşırılaştırma mevcut durumu keskinleştirmeyi güder. Abartılar mevcut durumları buharlaştırırken, aşırılıklar onları dondurur ve katılaştırır. Abartı, dolaylı bir dildir. Aşırılaştırma ise en keskin, kestirme ve doğrudan bir dil kurar. Şimdi bu tespiti yeni spekülasyonlara taşımak mümkün. Mesela İran şiirinin kuvvetli geleneklerini bununla ilişkilendirebiliriz. Diyar-ı Farisi'nin sanat geleneklerinin musıkide, hat sanatında ve kişisel düşüncem mimaride Diyar-ı Rum'un eline su dökemediğini çok kişi söyler. Öyledir de. Lakin iş minyatür ve edebiyata, özellikle de şiire geldiğinde durum değişir. Doğrusu edebiyat bilgisinden emin olduğum bazı dostlarımın bir aşamada, İran şiiri karşısında Anadolu şiirinin esamesinin dahi okunamayacağını, Anadolu şiirinin "Hafız'ın kaftanından çıktığını" ikrar ettiklerine şahit olmuşumdur. Diyar-ı Farisi'nin insanları ya bu kadar poetik oldukları için abartıyı bir tarz-ı hayat haline getirdiler ya da zaten abartmayı sevdikleri için bu şiirleri yazabildiler. Biz Rumilere gelince, İran şiirinden ve Farsçadan beslendiğimiz nispette mübalağa sanatına katıldık. Ama mesela divan şiirinin bu coğrafyada en kabul gördüğü zamanlarda bile emanet gibi duran ya da tutmayan bir tarafı oldu galiba. Modernleşme tarihimizde bu Farisi şiir geleneğini kapı dışarı ederken fazla zorlanmadık. Onu, gerçeklere sırt çevirmekle, zihinleri uyuşturmakla suçladık. Dar bir çevre dışında buna itiraz eden de olmadı. Modernlik, kadim dünyanın büyülü dillerini ve üsluplarını bir burjuva realizmiyle -buna daha sonra sosyalist gerçekçilik eklendi- zaten mahkûm ediyordu. Modernleşen Diyar-ı Rum, emaneti def etmek üzere gelen bu fırsatı kaçırmadı.
Diyar-ı Rum'un insanları modern dünyaya intibak ederken, Diyar-ı Farisi'nin insanlarına göre bir adım ötede başladılar. Başlangıçta kuşkuyla karşıladıkları modern dünyayı bir süre sonra aşırı bir yorumun konusu haline getirdiler. O nedenle, buralarda sızlanmalar ve mızmızlanmalar bir tarafa, modernleşmeyi esastan tartışan bir literatür bulmak neredeyse imkânsızdır. Kimsenin modernleşme treninin güzergâhını mesele etmediği, edenlerin nadirattan görülüp, garabetten bilindikleri; ama kompartımanlarda mevki tartışmalarından ibaret sözüm ona kültür kavgalarının cirmini aşıp, kan davalarına dönüştüğü başka bir diyar bulmak zordur. Galiba aşırılaştırmanın en açık tezahürlerinden birisi de durumlara vaziyet etmekten çok, onları veri kabul edip, oradan çıkarılacak vazifeleri tartışmaktır. Diyar-ı Rum'daki kavgalar "esas" kavgaları değildir, "usul" kavgalarıdır. Esastan olmayan usul tartışmalarında usul oturmaz. Çünkü usulü yerleştirecek olan esas ile bağıdır. Bununla bağlantılı olarak söyleyelim; bu topraklarda köktencilik yoktur, köktencilik olarak bildiklerimiz sadece aşırılıklardır.
Aşırılaştırmanın en tehlikeli olduğu nokta; hallerle insanlar arasına mesafe koymamasıdır. Her hali bir insandan; her insanı da bir halden biliyor. Bu, doğrudanlık ve özdeşlik kurma üzerinden işleyen; yakıcı ve boğucu bir mahkûmiyet ilişkisi. Diyar-ı Rum'un insanlarının şeref algılamasını ve bu algılamaya dayalı cümle hassasiyetlerini de bu belirliyor.
Aşırılaştırma öz-algı (self-perception) dünyamızı da belirledi. Modernist entelijensiyalar, "halklarını" atalet içinde görüyorlardı. Mesela Türklerin "tembelliği" dillere pelesenk olmuştu. Oysa her şey bir fırsat sorunudur ve her şey pratiğin er meydanında belli olur. Nitekim bugün Türkler tembeldir demek körlük; daha beteri, insafsızlıktır. Çalışkan Batı'nın (!) Akdenizli yüzünün -İtalya, o da ağırlıklı olarak Kuzeyi ile, hariç- çalışkanlıkta bizlerden çok geride kaldığı artık aşikâr. Akdenizlilik kültürü turistik cazibesi bir yana bu tembelliğin bir başka adı galiba. Latinler, Grekler ve dindaşımız Arapları içine alıyor. Ama Diyar-ı Rum'un "ruhu" farklı. Bu toprakların siestası olmadı, olmayacak da. Bu diyar geceyi gündüzü bir edenlerin dünyasıdır. Siestası olanlar düşünsün. Diyar-ı Rum'un insanları dünyanın dört bir yanında büyük işlere imza atıyor. Tembel olsalardı, Vietnam'dan Brezilya'ya dünyanın neredeyse her yerinde, girişim yapamazlardı. Türkler girişimci yeteneklerini ve dinamizmlerini layıkı veçhile ispat edebildi. Bu dinamizm aşırılaştırma kültüründen besleniyor. Ataları, doğru dürüst bir deniz görgüsü ve bilgisi olmadan gözüpeklik yapıp Marmara'yı en ince yerinden geçerek Balkanlar'a nasıl atladıysa ve bu gözüpekliğin ve aculluğun meyvesi büyük bir imparatorluk olduysa; bugün onların torunları da benzer şekilde dünyadaki fırsat alanlarının keskin takipçileri. Ama dikkat edelim; atalarımızdan farkımız bu başarıların birikimini damıtan organizasyonel bir beceri geliştiremiyoruz. Bu konuda eskisi kadar olmasa bile hâlâ savrukluğumuzu sürdürüyoruz. Organize olabilmek; aşırılaştırmanın sınırlanmasını, istişare ve müzakere etmeyi, işbirliği geliştirmeyi sağlayacak bir iradeyi gerektiriyor. Bu sadece bir organizasyonel sorun değil. Tümüyle kamusal hayatımızı zora sokan, günlük hayatta ve elbette ki siyasette kabalık, saldırganlık ve şiddet olarak tezahür eden, etkileri hayli yaygın bir dinamik. Atalarımız onca kanlı canlı maceradan bir barış geliştirmeyi bildiler. Biz bugün kazanımlarımızı asabiyye kazanımları olmaktan çıkaracak ve ümrana erdirecek yollar bulmakta zorlanıyoruz.
Bunun, efkâr tarihimizle alakalı bir büyük kayıptan kaynaklandığını düşünüyorum. Diyar-ı Rum'un insanları halleri karşılamada mübalağadan fazla hoşlanmadı, ama efkârlı halleri hep sevdi. Efkâr, sözlük anlamıyla fikirler anlamına geliyor. Ama bizde bunun bir başka semantiği var. Hüzünlü, dertli düşüncelerle ve hislerle hemhal olmak ve buralarda derinleşmek suretiyle bir duruş geliştirme geleneği. Bu derinleşmenin hakkını vermek tabii ki esastır. Bir zamanlar, bunu beceremeyenler bile hiç değilse onun resmini vermeye gayret ederlerdi. Efkârlılık hali, gönül kapısını ve çelebiliğe giden yolları döşeyen ve Diyar-ı Rum insanlarını aşırılaştırmaya dayalı yaşadığı sert ve çetin tecrübelerin sağlamasını yaptıran bir haldir. Başka gözler bunu hep bir tür hayat sevmezlik, bedbinlik ya da hodbinlik olarak okudular. Oysa bu içeriden okunduğunda, sert bir görünüm sunmakla beraber, iç hesaplaşmaya dayalı, aşırılıklardan arınmayı sağlayabilecek bir yumuşama halidir.
Modernleşme tecrübesi içinde Diyar-ı Rum insanları aşama aşama efkârlarını kaybettiler. Dede Efendi'nin harikulade Bestenigâr şarkısında söylendiği üzere "akıllarını yağmaya verip, fikirlerini şaştılar". Efkârlı haller incelikli özelliklerinden çözülüp başka bir aşırılık olan, kendine saldırmak anlamına gelen kaba kahırlara dönüşüyor. İşte bedbinlik tam da orada başlıyor. Hasılı, modernleşme maceralarımızdan geriye sadece aşırılaştırma dinamikleri kaldı. Bu dinamikler bazı modernleşme ödevlerinin başarılmasında hayati bir rol oynuyor. Halleri en doğrudan kavratan ve sorunları en kestirme yollardan halletmemizi sağlayan Diyar-ı Rum'un acul insanlarının başarı hikâyeleri bunlar. Ama bu hikâyelerde bir "medeniyet" soluğunu hissedemiyoruz. Hasılı, aculluğumuz, çalışkanlığımız, dinamizmimizden yana bir sorun yok. Sorun, bu kazanımların sağlamasını yapmakla ilişkili. Bu da yeniden, çok da yabancısı olmadığımız bir efkâr tarihi edinmekten geçiyor.
ZAMAN