Yasin Aktay / Yeni Şafak
Şiddet solun afyonu
Bu yıl yayınının otuzuncu yılına girmiş olan Tezkire dergisinin son sayısı “Şiddet Solun Afyonu” başlığı altında çıkmış. Şiddet ve sol ilişkisini sadece üç kelime içinde bu kadar net, bu kadar çarpıcı bir biçimde anlatan daha iyi bir tanımlama yapılmamıştır herhalde.
Şiddetin uygun ve adil kullanımında hukukun da adaletin de kaçınılmaz bir dayanağı olma boyutu vardır elbet ama onu kutsayan, onu bu dünyadaki varoluşun merkezine yerleştiren, kendi politik üstünlüğünü, iddiasını, programını başkalarına kabul ettirmenin bir aracı olarak gören anlayışın elinde elbette haksız ve zalim bir sürece dönüşür. Tabi bu noktada belki farklı siyasal ideolojiler, hatta dinler kendi hakikat iddialarını başkalarına zorla kabul ettirme yolunda şiddeti meşrulaştıran hatta kutsayan veya hoş gören bir yaklaşım sergileme konusunda birbirleriyle yarışabilirler. Ancak solun şiddetle ilişkisi kuşkusuz çok daha derin ve çok daha tipik. Şiddet sol için başlıbaşına bir ideoloji gibi, hani Marx’ın din için yaptığı yakıştırmaya eşdeğer bir afyon gibi.
Aslında şiddetin sola meyli, bir bağımlılık ilişkisi gibi. Bütün felsefi içerimleriyle söz konusu tartışmalara konu olan şiddetin, hukuk kurucu, koruyucu, düzen sağlayıcı potansiyel varlığıyla olumlanan yanının ötesinde, tamamen insanlar üzerine zorla, en arkaik biçimde tahakküm kurmanın, boyun eğdirmenin veya yok etmenin aracı şiddet sol için bir araç bile değil, bir ideoloji. Marx’ın ideolojiyi veya dini kitleler için bir afyon gibi resmeden ifadesi solun şiddetle ilişkisi için bu anlamda ifade edilse yeridir: Şiddet solun afyonudur.
PKK’nin, Türkiye içinde veya Suriye’de yıllardır çeşitli etnik ve dinsel azınlıklara karşı sistematik şekilde sürdürdüğü şiddet on binlerce insanın ölmesine ya da yerlerinden edilmesine sebep olmuştur. Çözüm sürecinde kendisine tanınan silahları bırakma seçeneğini kendi silahlı mücadelesini daha da konsolide etmek için bir fırsat olarak değerlendirmesi, hemen akabinde kendi hedef kitlesinin bulunduğu şehirleri, sakinlerinin iradeleri hilafına bir hendek terörünün alanına dönüştürmesi sadece PKK’ya ve onun güvenilmezliğine mal edilecek bir konu değil. O terörle diğer sol grupların tam bu esnada sergiledikleri dayanışma derinlerde nasıl bir akrabalık bulunduğunu ortaya koyuyordu.
Şiddetin elbette değindiğimiz gibi adaletle, düzenle, hukukla ilgili ve zorunlu, hata koruyucu bir boyutu var. Tezkire’nin bu sayısında şiddet bu ontolojik içerimleriyle, insan varoluşundan ayrılamayan yanıyla birlikte değil, daha ziyade karşımıza çıkan özel yanıyla ortaya konuluyor. Solun şiddetle ilişkisi veya şiddetin sol yanı boyutuyla. “Şiddeti kategorik olarak reddeden, şiddet karşıtı söylem veya ideolojinin ne kadar insan gerçekliğinden uzak kalabildiğini de bildiğimiz için tarihin şehvetli hadımları konumuna talip olmanın bir anlamı yok” diye uyararak başlıyor editör.
Sol düşüncenin veya pratiğin şiddetle ilişkisi zaman zaman bu konumdan ötesine talip oluyor. Devlet veya kapitalizmin şiddetine karşı sergilenen öfke kategorik bir şiddet karşıtlığı gibi sunulurken, sosyalist mücadelenin, devrim stratejilerinin ve iktidar şehvetinin içerdiği şiddetin naifçe gözardı edilmesi, yok sayılması genel olarak solun şiddetle aşk-ı memnu ilişkisinin özetidir. Oysa sosyalist mücadele pratiğinin, nihayetinde bir proleterya diktatörlüğünü en iyi ihtimalle tarihsel bir zorunluluk olarak görmesinin devrimi pratikte neleri gerektirdiği ve getirdiği hususunda kimsede bir tereddüt yoktur. Devrimin, sistemsel bir dönüşüme işaret etmenin yanında mutlak anlamda bir şiddet hareketi olduğu aşikar.
Tarihi olaylara baktığımız zaman her devrimin, devrim esnasında, öncesinde ve sonrasında kitlesel katliamları beraberinde getirdiği görülmektedir. Fransız İhtilali’nden Bolşevik İhtilali ve ardından SSCB’nin kurulmasını beraberinde getiren Ekim Devrimi, devrim sürecinin kansız olamayacağını zihinlere kazıyan, dökülen kanlara bir kutsallık da atfeden, şiddeti değişimin aktörleri için büyük bir memnuniyetle üstlenilmesi gereken bir görev olarak yücelten yanıyla dikkat çeker. Yalnızca devrim esnasında değil, devrimin “kazanımlarını” koruma adına da çok kan dökülmesi çok kelle kesilmesi gerekecektir… Sol ilahiyat amaca ulaşabilmek için kan dökmeye atfettiği bu zorunluluk halinin Kamboçya’da Pol Pot yönetimi altında ölüm tarlalarında tecelli eden bir şedit devrim tanrısını zihinlere kazımıştır.
Benim “Şiddet Yönetimi, Etnik Milliyetçilik ve Kürt Sorunu” ile “Bir hak arama yöntemi olarak Şiddet (İhkak-ı Hak)” başlıklı iki yazı ve bir söyleşiyle katkıda bulunmaya çalıştığım dergide Ertuğrul Başer “Şiddet Ülkesinden Çıkış”, M. Veysel Karataş, Ata Demir “Jean-Luc Nancy Felsefesinde Özgürlük, Ontoloji ve Şiddet”, Mehmet Birekul “Sol Müzik, Ritüel ve Estetize Edilen Şiddet Söylemi: Grup Yorum’un ‘İlle Kavga’ Albümü Üzerine Bir İnceleme”, Aydın Aktay “Aydınlanmacı öfkeden solcu şiddete: Türk Solunun Şiddete Meylinin İdeolojik ve Psikolojik Kökenleri”, Fatih Sevgili de “Türkiye’de Sol ve Şiddet: Devrimci Sol ve PKK Örneği” başlıklı makaleleriyle yer alıyor. Kendisiyle yapılan söyleşide Vadi Yayınlarından çıkan “Son Diktatör” kitabının yazarı Aytekin Yılmaz ise PKK’nın şiddet dolu sicilinde çok gözardı edilen bir şiddet türünü ortaya koyuyor. Adını “Yoldaşını Öldürmek” olarak koyduğu bu şiddet türünde Yılmaz, özellikle örgüt içi infazlar yüzünden devletle çatışmada ölenlerden neredeyse daha fazla örgüt mensubunun maruz kaldığı infazlar, işkenceler, hapishane içinde hapishane ve tecrit pratikleri ile PKK’nın şiddet konusunda diğer sol örgütlere de fark atan yanına dikkat çekiyor. “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var ki o da şu, canı yanmayanlar canı yananlardan her zaman daha radikal oluyorlar” diyor Yılmaz.
“Neden acaba?” diye sorarken, Aydın Aktay solun şiddete meylinin giderek bir şiddetin sola meyli gibi hissedildiğini söylüyor ve bunun arkaplanındaki kökenleri psikolojiye başvurarak irdelemeye çalışıyor. Tabi Yılmaz’ın daha da çarpıcı bir vurgusu da bütün sol hareketlerde geçerliliği olan Che Guevara yüceltmeleri ve takdisine dair: Bu ülkede solcu devrimcilerin yüzleşmesi gereken ilk şey budur bence. “Devrimci şiddet” ve Ernesto Che Guevara tabusu büyüsü bu mahallelerde henüz bozulmadı.