Seyyid Kutub Modası Geçmiş Bir Önder Değildir!

Islah-Haber, Seyyid Kutub röportajlarına Diyarbakır Özgür-Der’den Abdulhakim Beyazyüz ile devam etti.

Islah Haber’in Şehadetinin 46. yılı vesilesiyle başlattığı Şehit Seyyid Kutub röportajları devam ediyor. Röportajlar dizisinin ikinci ayağına katılan Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Yön. Kur. Üyesi Abdulhakim Beyazyüz kendisine güncel zeminde yöneltilen sorulara önemli cevaplar verdi.

Seyyid Kutub’un Türkiye Müslümanları tarafından tanınma sürecinden düşünce ve açılımlarının nasıl algılandığına, Ortadoğu halk ayaklanmaları karşısında sergilenen yaklaşım farklılıklarından siyasal-toplumsal sorunlar karşısında İslami hareketin izlemesi gereken mücadele yöntemine değin bir dizi aktüel konuya dönük Seyyid Kutub’un düşünce dünyasından hareketle değerlendirmelerde bulunuldu.

Ayrıca Türkiye’deki aktüel İslamcılık tartışmaları ve bu tartışmalarda düşülen “kökü dışarıdalık” tuzağının da Seyyid Kutub üzerinden değerlendirildiği röportajda bugün Seyyid Kutub mirasından beslenmiş olan şahıs ve kesimlerin güncel olaylara yaklaşımı ile Seyyid Kutub’un düşünce dünyası arasındaki tezat üzerine dikkat çekici güncel değerlendirmelerde bulunulmuş.

Şehadetinin 46. Yılında Islah-Haber’in Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Abdulhakim Beyazyüz ile yaptığı röportaj:

***

SEYYİD KUTUB’UN EN TEMEL ETKİSİ KUR’AN’A DÖNÜŞ ALANINDADIR

Türkiyeli Müslümanların Seyyid Kutub’un çizgisiyle tanışmaları ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Ne tür etkilenmeler söz konusu oldu?

Türkiyeli Müslümanların 45-50 yıllık Kur’an ve sahih sünnetle tanışma süreçlerini dikkate aldığımızda Seyyid Kutub’la tanışmalarının yeni olmadığını söyleyebiliriz. Hilal Yayınlarının 1965-1968 yılları arasındaki tercüme faaliyetlerinin bu konuda önemli katkıları oldu.

Seyyid Kutub’un tevhidî uyanış sürecindeki etkilerini göz önünde bulundurursak şunlar söylenebilir:

Erken dönemde yapılan bu tercüme eserlerle etkileşime giren birçok “İslamcı“ için bu kaynaklar bir başvuru ve el kitabı görevini gördü. Şüphesiz bu çerçevede etki bırakan “Fî Zilali’l-Kur’an”tefsirinin yanında, “İslam’da Sosyal Adalet”  ve özellikle bir manifesto niteliğini taşıyan “Yoldaki İşaretler”i anmak gerekir.

Bu anlamda Seyyid Kutub sadece Türkiye’deki ”İslamcıları” değil, neredeyse tüm “İslamcıları” Pakistan’dan-Bosna’ya varıncaya kadar çok ciddi anlamda etkilemiştir. Birçok insanın İslamcıları eleştirirken Seyyid Kutub ve Mevdudi’yi merkeze alarak eleştiri yapma ihtiyaçları boşuna değildir. Nitekim Türkiye’den Taha Akyol İslamcıları eleştirirken Seyyid Kutub ve Mevdudi’yi merkeze alan örneklerden birisidir.

Seyyid Kutub’un Türkiyeli Müslümanlar üzerindeki en temel etkisi Kur’an’ın önemini anlama ve onu düşüncelerinin merkezine oturtmanın mühimliğini fark etme noktasındadır. Kutub, elbette ki diğer birçok düşüncesiyle de etkili olmuştur ama en temel etki alanını sorguladığımızda bunu görürüz. Aynı şekilde Seyyid Kutub, Kur’an’a karşı müfessirin konumuna dönük yaptığı açılımda da etkili olmuştur. Zira o, kendi düşüncelerinin veya tefsirinin mutlaklaştırılmaması uyarısında bulunarak kendi konumunun sadece bir basamaktan ibaret olarak anlaşılması gerektiğini söylemiştir. O, bu basamağı atladıktan sonra okuyucularına şahsiyetleri değil, sadece Kur’an’ı merkeze almalarını, Kur’an’ın denizine dalmalarını ve onun nurundan kana kana içmelerini tavsiye etmiştir.

SEYYİD KUTUB’U EKSİK ANLAMANIN SONUÇLARI

Müslümanların usulu’d-din algısının Kur’an zemininde yeniden oluşması için Seyyid Kutub’un önemli katkıları olduğunu söylediniz. Peki, aynı şekilde Müslümanların Kur’an’dan kalkarak kimliklerini oluşturmaya çalışırken örgütlü mücadele zemininde de Seyyid Kutub’un yöntemsel açılımlarından yeterince istifade ettiği söylenebilir mi? Bildiğiniz gibi Seyyid Kutub “Yoldaki İşaretler” kitabı üzerinden aslında bir tür çağdaş İslami hareketlerin bir özeleştirisini yapmaktadır. Bu kitaptaki açılımlardan hareketle değerlendirdiğinizde İslami harekette yöntem konusunda Türkiye Müslümanları Seyyid Kutub’un açılımlarını yeterince anladılar mı?

Doğrusu Seyyid Kutub Türkiyeli Müslümanların birçoğunun üzerinde şok edici bir tesir bırakmıştır. Bu, aslında Kutub’un Kur’an’la tanışma sürecinde bizatihi kendisinin yaşadığı şokun bir yansımasıydı. Eserlerinde, özellikle de son kitabı “Yoldaki İşaretler”den bakıldığında Seyyid Kutub’un Kur’an’ın güzelliğine adeta çarpıldığı görülebilir. Derin bir heyecan ve hayranlığa kapıldığını ve bu heyecan ve hayranlığını diğer Müslümanlara da ulaştırmak istediğini hissedersiniz. Seyyid Kutub bu anlamda bütün meselelerin tekrar tekrar usul itibariyle Kur’an çerçevesinde sorgulanması gerektiğini ifade eder eserlerinde. Bunun için de sahabenin Kur’an’a nasıl yaklaştığını örnek gösterir Yoldaki İşaretler’de. Müslümanların da tekrar bu örnekliği gerçekleştirmeleri gerektiğini ifade eder. Seyyid Kutub, Sahabenin Kur’an’la tanıştıktan sonra bütün düşüncelerini sorgulama gereği duyduklarını, Kur’an’la sağlaması yapılmadan herhangi bir düşünceyi içselleştirmemeye ehemmiyet gösterdiklerini tespit etmişti. Nitekim “Safa ve Merve de Allah’ın şeairindendir.” ayetinin nüzul sebebi de böylesine bir yaklaşımlarıydı.  Sahabeler geçmiş dönemde Safa ve Merve’de sa’y ederlerdi. Ama o dönemde Safa’da İsaf, Merve’de de Naile adlı putlar vardı. Sahabeler İslam’la tanıştıktan sonra “Acaba Safa ve Merve’de yine sa’y edebilir miyiz?” diye bir sorgulamanın içine girmişlerdi. Yüce Allah da “Safa ve Merve Allah’ın şeairindendir.” diye buyurmak suretiyle onların bu şüphelerini izale etmişti. Bunun gibi yüzlerce meselede sahabe kendisini şekillendirirken sanki yeni doğmuş gibi Kur’an’a başvuruyor ve kendisini yeni baştan inşa ediyordu. Seyyid Kutub bu ve benzeri örnekleri vererek Müslümanların da her meseledeki yaklaşımlarını bu çerçevede tekrar gözden geçirmelerini ve Kur’an’la sağlamasını yaptıktan sonra kabullenmelerini ya da reddetmelerini istiyordu. Şüphesiz ki Kur’an’ı merkeze alma yöntemi bu coğrafyalar için yeni bir yöntemdi ve “İslamcıların” üzerinde bu usulün tesiri çok ciddiydi.

Ama maalesef Kur’an Nesli, Kur’an’a dönüş, İslam’daki bağın yalnızca akide bağı olması vb. temel bazı hususların belki de o günün şartları içerisinde sahih bir İslami anlayışla yeni tanışmışlığın, yeterli bir tecrübeye sahip olmayışın ve önderlik yapan bir modelliğin olmayışı nedeniyle istenilen anlamda doğru anlaşılamadı. Mesela İslam’daki bağın sadece akideden kaynaklandığını öğrenen genç Müslümanlar, akrabalık bağının değerini yeterince takdir edememe gibi bir yanlışa düşebildiler. Buradan hareketle Seyyid Kutub’un meseleyi tespitte yanlış yaptığı sonucuna varmamak lazım. Bu, genç kuşağın yanlışı, eksiğidir. Aynı şey Kur’an Nesli olayı için de geçerlidir. Kur’an Nesli oluşturma olayı, Kur’an’la hayatın tüm alanlarını inşa edip oralarda vahyin kimliğiyle var olma tarzında anlaşılması gerekirken, daha çok içe kapanık Kur’an okumalar şeklinde anlaşıldı. Bu ise hayattan kopmaları, çevredeki insanlara yeterince şahitlik yapamamayı beraberinde getirdi. Hâlbuki Kur’an Nesli tekrar Kur’an’la düşüncemizi, pratiğimizi, niyetlerimizi inşa etmeyi ve bu bilinçli fertlerin oluşturduğu toplumsal örnekliğe daveti gerektiriyordu.

Bir diğer örnek olarak şuna da değinebiliriz: Usul temelinde Üstad, Müslümanların görevinin cahili sistemin ortaya çıkardığı olumsuzlukları tedavi etmek olmadığını söylüyordu -ki bu, doğru bir tespittir- fakat bunun Müslümanların içinde yaşanılan çağa ve topluma sahih bir İslami anlayışla müdahalede bulunmamaları ya da ıslah çabalarından geri durmaları gerektiği şeklinde anlaşılması bir eksiklikti, yanlışlıktı.  Belki de burada o müthiş hazine ile buluşmanın verdiği heyecanı duyan, Kur’an’ın bu büyüleyici güzelliği ve buna karşı Müslümanların perişanlığını yaşayan Üstad, deyim yerindeyse sanki bir çığlık atıyordu. Yani bütün sorunları Yüce Allah’ın sunduğu reçete çerçevesinde çözme ve insanlığa model olma imkânı varken, Müslümanların bu imkânı bırakıp başka ideolojilerin peşinden koşturmaları, Kur’an’a gitseler bile başka ideolojilerin tezlerini ona yamayarak bunların gölgesinde Kur’an’a yaklaşmalarının yol açtığı korkunç sorun ve sıkıntıları görüyor ve bu durumun yanlışlığını feryat ederek ümmete göstermeye ve uyanışlarına vesile olmaya çalışıyordu. İşte bu atmosferde Kutub’dan etkilenen nesillerin belki yeterli bir tecrübeye sahip olamamanın da etkisiyle bu tip yanlış algılama ve tavırlara sahip olduklarını söylemek mümkün.

“SAHİFE FIKHI” FIKHÎ MİRASIN REDDİ Mİ?

Aynı şekilde Üstad’ın dillerde pelesenk olmuş terkiplerinden bir diğeri de “Sahife fıkhı” vurgusudur. Üstad’ın bu vurgusundan hareketle onun Kur’an ve hadisler dışında İslam tarihinin muazzam ve çok yönlü yazınsal birikimini reddettiği, bu cümleden olarak fıkıh disiplinini tahfif ettiği sonucu çıkar mı? Üstad’ın bu tarz algılanışının izleri özellikle de Selefi akımlarda görülebiliyor. Üstad’da bu anlamda bir yüzeysellik veya zahirilik söz konusu muydu? O, Kur’an ve sünneti temel kaynaklar olarak mı yoksa tek kaynak şeklinde mi algılıyordu?

Üstadın İslam’ın anlaşılması ve hayata aktarılması konusunda geçmiş değerli Müslümanların ürettiği değerlere sırtını dönmeyi tavsiye ettiğini iddia etmek kanaatimce aziz şehide büyük bir haksızlıktır. İslam ümmetinin tecrübelerini ifade eden birikimlere İslami mücadelelerin kendisini kapatması aynı yanlışların tekrar tekrar yaşanması ve geçmişte ortaya konulan olumluluklardan İslami hareketin mahrum olması sonucunu doğuracaktır. Bu ise çok az bir fıkhetme yeteneği olan herhangi bir kişinin bile kabul edemeyeceği bir şeydir.  Bu yanlış anlayışa insanları götüren Üstad’ın geçmişte üretilenlere mutlak doğrular olarak yaklaşmayı yanlış bulması ve ölçü içinde geçmişte kabul edile gelen bazı hususları Kur’an’a uygun görmediğinden reddetmesidir. Müslümanların ürettiklerine mutlaklık atfetmek ayrı bir şey, onları kökten reddetmek ve değersiz ilan etmek ise ayrı bir şeydir.  

Aynı şekilde Üstad doğal olarak Kur’an’ın içinde bulunduğu çağın sorunlarına dönük okunması gerektiği ve bu nedenle de bugünkü ortam ve şartlardan uzak oluşturulan fıkhı, olduğu gibi bu döneme aktarma-uygulama suretiyle sorunlarını çözmeye çalışan Müslümanların yanlış yapacaklarının üzerinde duruyordu. Bunu da çeşitli zeminlerde örneklendiriyordu. Ona göre İslam peyderpey nazil olan bir dindi. Şartlar oluşmadığı için kıtal ayetlerinin Mekke’de indirilmediğini söylüyordu. Aynı şekilde faizle ilgili düzenleyici emirlerin de şartlara bağlı olarak ancak Rasulullah’ın vefatına yakın bir zamanda indirilebildiğini hatırlatıyordu.

Benzer örneklerden hareketle Seyyid Kutub -yine bence doğru bir anlayışla- özetle şunu söylüyordu: İçerisinde yaşadığımız toplumun bütün sorunlarına İslam’ın cevaplarının ne olduğunu sormak suretiyle ve detaylı bir şekilde bu sorunlara İslam’dan çözüm bulmayı istemek suretiyle belki yapay, belki hiç gerçekliği olmayacak bazı çözümlemelere gireriz. Bundan sakınmalıyız. Biz cahili anlayışların ve ortamların oluşturduğu sorunların fetva ve rehabilite merkezi olarak İslam’ı görmemeliyiz. Biz İslam’ı, cahili sistemlerin stepnesi haline getirmemeliyiz. Bu nedenle İslam’ı akidesi, pratiği ve hedefleriyle birlikte ortaya koyacak şekilde bir toplumsal fıkıh geliştirmeli ve vahyi anlayışın farklılığını, üstünlüğünü ve biricikliğini insanların görebilmesini sağlayabilmeliyiz diyordu. Aynı şekilde İslam’ın uygulandığı, İslam’ın insanların düşüncelerini ıslah ve inşa ettiği bir ortamda oluşacak durumun gerektirdiği fıkıh farklı, cahili bir ortamın oluşturduğu ihtiyaçlara bağlı olarak geliştirilecek fıkıh farklı olacaktır diyordu. Bu söylediğinin de doğru olduğu kanaatindeyim.

SEYYİD KUTUB NE SOYUT ANLAMDA PASİF BİR TEVHİDE NE DE AKTİVİZM ADINA BİR EKLEKTİZME ÇAĞRI YAPMAMIŞTIR!

Yöntemsel sorunlar bağlamında Seyyid Kutub’un yaşadığı dönem ile bugünkü dönem arasında çok fazla bir farklılık yok. İslam coğrafyası yine ya fiili ya da fikrî işgal altında. Üstad bu durumu aşma gayretinde olan İslami hareketlerin varlığının farkındaydı ve dolayısıyla bu hareketliliği “Acaba nasıl daha hayırlı bir istikamete kanalize edebiliriz?” sorusuna cevap arıyordu. Bunu İslami hareketlerin mücadele yöntemlerine yönelik olarak getirdiği eleştirilerden anlayabiliyoruz. Hâlâ bugün de başta tanıklığını yaptığımız coğrafya olmak üzere İslam dünyasının birçok bölgesinde çeşitli sorunları merkeze alarak Sosyalistik, Liberalane, ulusal öncelikli vb. yöntemleri kullanan İslami kaygı sahipleri ve oluşumların varlığını görebiliyoruz. Bu tip yöntemlerde buluşanların ortak sorunlarından biri mücadelenin ekseni olan kimlik boyutunu ve girdikleri alan dışında kalan yönlerini ıskalamak olsa gerektir. Hatta biraz da Marksist metodolojiden devşirme “İslami ulusal kurtuluşçuluk”la yola çıkıp milliyetçilik girdabına düşenler bile var! Ve bu kişi-kesimlerin önemli bir kısmının Seyyid Kutub gibi ıslah önderlerinin kapısından geçtiği bilinmektedir. Oysa Üstad’ın yöntem tartışmaları bağlamında çok net tespitleri bulunmaktadır. Mesela Yoldaki İşaretler’de İslami hareketin fikrî önderliği niteliğinde olan Kur’an’ın Rasulullah öncülüğündeki ilk örnek İslami hareketi salt sınıfsal, ulusal ya da ahlaki bir yönelime sokmadığı tespiti… Üstad’ın bu tespitleri yeterince anlaşıldı mı? Öte yandan Üstad’ın bu açılımlarının öneminin altını çizenlerin bir kısmında da Üstad’dan geriye kalanın salt soyut bir tevhid anlayışı ve bunu takviye eden nazarî Kur’an çalışmaları olduğunu görüyoruz. Üstad sosyal, siyasal, ekonomik vs. sorunlardan kopuk pasif bir tevhid anlayışını mı önermiştir?

Aslında Seyyid Kutub’un tam olarak ne dediği veya neyi kastettiği de bazen tartışma konusu olabiliyor. Seyyid Kutub gibi İslam’ı-Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayan bir insanın toplumsal sorunlara müdahalede bulunmamayı önermesi düşünülemez. Mesela İslami mücadelenin milliyetçiliği merkeze alarak ya da gelir adaletsizliğinden kalkarak işçi sorununu merkeze alarak mücadelesini yürütmediğini, sadece tevhidi merkeze aldığını söylerken temelde kastettiği şeyin İslami bir mücadele ile cahili bir ideolojiyi birbirine eklemlememek gerektiği olduğunu düşünüyorum. Yani Seyyid Kutub Arap coğrafyasının kuşatılıp işgal edildiği bir dönemde İslam’ın Arapların milli duygularını coşturarak harekete geçirmeye çalışmadığını ya da ahlaki sorunların tavan yaptığı bir yerde,  ahlaki sorunları merkeze alarak insanları harekete geçirmediğini ifade ederken, tevhidin merkeze alınmadığı ve bütünüyle ahlaki ya da sınıfsal sorunları merkeze alacak şekilde bir duruşun yanlış olduğunu söylemeye çalıştığını düşünüyorum. Fakat çoğunlukla -sahife fıkhı konusunda olduğu gibi- meseleyi değerlendirenler farklı şekillerde yorumladılar. Sahife fıkhı terkibi bağlamında sanki geçmiş dönemlerdeki İslami değerlerden hareketle üretilen fıkhın hiçbir değeri yokmuşçasına şeklinde anlamak elbette ki yanlış olacaktır. Ama geçmişte oluşturulmuş fıkhımızla bugünkü sorunların tümünü çözebileceğimiz, fıkıhta tecdide ihtiyaç olmadığı anlayışı da bambaşka bir yanlış, bambaşka bir aşırılık olacaktır. Aynı şekilde,  İslam’ın hedefinin, sadece sınıfsal sorunları veya sadece ahlaki sorunları çözmek olmadığını da elbette bilmek gerekir. Ama diğer yandan bu meselelere İslami hareketin öncelikle kendi içerisinde bir model oluşturarak topluma örnek olmaya çalışmaması ve makul ölçüler içerisinde etki alanına giren yerlerde de İslam’ın sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki vb. boyutlarını yansıtarak toplumu bu anlamda ıslah ve ihya ederek yürütmemesi de ayrı bir yanlışlık ve aşırılık olacaktır. Bu noktada birçok değerli müslümanın, Seyyid Kutub’u tam olarak doğru anlamadığı kanaatindeyim.

Ayrıca Seyyid Kutub bazı kelami meseleler karşısında alabildiğine mesafeli bir tavır takınır ve bu teorik meselelere fazla dalmanın Kur’an usulüne aykırı olduğunu belirtir. Denilebilir ki, Seyyid Kutub’un tevhid anlayışı, yeryüzünde insanlığın sorunlarına köklü çözümler getiren bir tevhid anlayışıdır. Bu nedenle kelami tartışmaların derinliklerine dalmak suretiyle insanlara faydası olmayan ve hatta belki de boşa zaman geçirmek anlamına gelebilecek tarzlardan Seyyid Kutub uzak durulması gerektiği fikrindedir.  Bunlardan hareketle şunu söylemek mümkündür; Seyyid Kutub’u anlamaya çalışan kardeşlerimizin genellikle içerisine düştüğü yanlışlar iki boyutlu olarak karşımıza çıkar:

Birincisi İslam’ın hâkim olması durumunda meseleleri zaten çözeceği yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre bugün yapılması gereken şey sadece İslam’a davettir. Pratik müdahale ise İslami devletle birlikte mümkündür. Şüphesiz bu yanlış bir değerlendirmedir. Her şeyden önce İslam’ın ne zaman toplumsal bir kabul göreceği, ya da İslami devlete ne zaman ulaşılabileceği belli değildir ve bu çok uzun bir zamana da yayılabilir. Böyle bir durumda Müslümanlar sadece teorik bir davet içinde mi bulunacaklar? Açlara, “İslam gelince doyurulacaksınız!”;  işkence görene, “Senin sorununla şimdi ilgilenemeyiz, İslam devletine ulaştığımızda zaten işkence sorunu diye bir şey kalmayacaktır!” mı denilecektir? Bu tavır doğru/hikmetli olabilir mi? Elbette ki hayır. Her şeyden önce İslami hareket olarak bizler davet ettiğimiz ideal toplumun küçük bir modelini bugün ortaya koymak durumundayız. Yine davet ettiğimiz şeyin ne anlama geldiğini siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel şahitlik bağlamında ortaya koymak durumundayız. Davet ettiğimiz şeye uygun model bir toplum oluşturmak zorundayız. Bu toplumun akide anlayışı, insan anlayışı, eşya anlayışı, çevre ve evren anlayışı da ortada olmalıdır. Aynı şekilde bu toplumun örneğin Allah’ın lütfetmiş olduğu nimetlerin paylaşımının örnekliğini de ortaya koyması gerekmektedir. Allah, zenginliğin elde dönüp dolaşıp bir devlet olmasını istememekteyse –ki istememektedir-; o zaman İslami hareket de yüz kişiyse yüz kişi, beş bin kişiyse beş bin kişi, beş milyonsa beş milyon kişi bu nimetlerin kendi aralarında İslam’ın emrettiği gibi mümkün olduğunca adaletlice bölüşülmesinin örnekliğini ortaya koymalıdır. Aynı şekilde bu modelde ahlakilik boyutu da ortaya koyulmalıdır. Sözüne sadık olma, insanların faydasını öne alma, başkalarını kendine tercih etme, başkalarının izzet ve iffetlerini koruma, ekonomik kayıplar söz konusu olduğunda bununla beraber şerefini yitirmeme örnekliğini ortaya koymalıdır. Hobbes’un deyimiyle “İnsan insanın kurdudur!” anlayışının hâkim olduğu bu toplum içerisinde insanların kendini çaresiz, savunmasız, yalnız hissetmemesini sağlayacak dinamik bir inanca sahip olmalıdır İslami mücadele. Bu ise sosyal, siyasal, ekonomik vs. alanların tümünde sorunlara müdahale edecek bir şahitliği gerektiriyor. Soyut anlamdaki bir söylemin ötesinde mesajı bizzat kendisinde örneklendiren bir tavrı ve aynı zamanda da İslam’ı henüz yeterince anlamamış ya da duyduğu halde tamamen kabullenmemiş topluma dönük olarak bir çağrıyı da gerektiriyor. İşte zenginliğin sadece belirli ellerde dolaşan bir devlete dönüşmesine bu yüzden itiraz etmemiz gerekiyor. İnsanın hayvanlar derekesine düşürülüp sadece birkaç parça eşyanın, arabanın, evin, tatilin peşine düşürülmesine itiraz etmemiz gerekiyor. Siyasal hegemonyanın yine sınırlı ellerde toplanmasına itiraz etmemiz gerekiyor. Yani despotluğa, diktatörlüğe, sorgula(n)mamaya itiraz etmemiz gerekiyor. Bir yandan kendi toplumumuz içerisinde bunu örneklendirmeye aynı zamanda da genel anlamda yanlış olan bu hususlara itiraz etmek gerekiyor.

Bazı kardeşlerimizin düştüğü ikinci yanlıştan da korunmak gerekiyor.

Nedir o yanlış?

O da şudur: Örneğin STK’cılık… İslami hareketin STK’cılığa dönüşmesine izin vermemek lazım. Ya da diyelim ki cahili anlayışların ortaya çıkardığı sorunların pansuman ediciliğine de dönüştürmemek gerekiyor. Bu, şu demektir: Eğer herhangi bir İslami hareket sadece fakirleri doyurmaya, cahili sistemin oluşturduğu sorunların çözümüne kendini hapsediyorsa; mücadelesini içki içenlerin tedavisine-rehabilitasyonuna hasrediyorsa; sadece insanları doyurmaya kilitleniyorsa; kendini sadece ahlaki problemleri çözmeye hasrediyorsa; diğer yandan genele-insanlığa dönük bir çözüm önermiyorsa yani az önce belirttiğimiz kuşatılıcılık içerisinde örnekliğin gereğini yapmıyorsa… Yaptığı sosyal, siyasal, ekonomik aktiviteleri peygamberî bir hareket ve davet bilinci ve perspektifi içinde yapmıyorsa bu da yanlış bir mücadele tarzı olacaktır.

Bu nedenle; Seyyid Kutub’a göre İslami mücadele sadece ahlaki ya da siyasal bir mücadele olmadığı gibi, İslami hareket sadece batıl anlayışlardan birisine karşıtlık üzerinden de kendisini konumlandırmaz. Bu nedenle İslami hareketin kendisini antikapitalist ya da antisosyalist vs. bir şeyin antisi olarak tanımlaması elbette ki yanlış ve eksik bir tanımlama olacaktır. Tıpkı sadece ahlakiliğin veya sadece siyasallığın veyahut da sadece insanın maddi veya manevi boyutunu almasının yanlış olacağı gibi. Fussilet Sûresi’ndeki “Öncelikle iman eden yani Müslüman’ım diyen, sonra salih amel işleyen yani bunun modelliğini ortaya koyan ve sonra da insanları Allah’a çağırandan daha güzel sözlü kim olabilir?” ayeti aslında bu konuda bizim mücadele tarzımızın nasıl olması gerektiğini de ortaya koymaktadır.

İşte bu noktada Üstad’ı sadece soyut bir tevhide çağrı yapan biri olarak anlamak da, aynı şekilde “Sorunlara müdahil olmamız gerekmektedir.” adı altında cahili anlayışların yedeğine düşmek de yanlıştır.

Seyyid Kutub’daki tevhid anlayışı galiba soyut değil, aksine çok yönlü bir itiraz içeren somut bir anlama sahiptir. Bir yandan şirkin, küfrün, tuğyanın üzerimizdeki her türlü etki ve dayatmasına karşı bütünsel bir itiraz ama aynı zamanda bu itirazın merkezine Allah’ı yani tevhidi alan bir yöneliş… Öte yandan sizin bu aktarımınızdan anlaşılan odur ki Üstad –bugünkü vakıamızda da karşılaştığımız iki tuzak olan-   hem salt teorik-akademik-entelektüel İslamcılığa hem e  olayın teorik boyutunu oluşturan usulu’d-din ve kimlik boyutunu ıskalayan tepkisel aktivist İslamcılığa da karşıdır.

Elbette…

YEREL DESPOTLARA KARŞI OLAN MÜCADELE, ARKASINDAKİ KÜRESEL İSTİKBARA KARŞI MÜCADELEYİ DE İFADE ETMEKTEDİR!

Bildiğiniz gibi Ortadoğu’da son iki yıldır yaşanmakta olan halk ayaklanmaları var. Bu coğrafya aynı zamanda Seyyid Kutub’un düşüncesinin de içerisinde oluştuğu bir bölgedir. Gerek kitleler bazında gerekse de bu kitlelerin mücadelesini İslami bir istikamete doğru kanalize etmek amacıyla sürece aktif olarak dâhil olan İslami hareketler bazında önemli bir süreci ifade ediyor. Bu hareketler arasında dün Seyyid Kutub’un mücadele mirasından beslenen unsurlar az değil. Ama öte yandan da yine Seyyid Kutub’un da mücadele mirasından beslenen ve özellikle de coğrafyamızda izlerine rastladığımız bir takım kafa karışıklıkları yaşayarak gelişmelere karşı mesafeli duran kesimler bulunmakta. Gelişmelerin tam karşısında konumlananlar da çabası! Seyyid Kutub’un düşünce dünyasının eleğinden geçirdiğimizde bu yaklaşımları nasıl değerlendirebiliriz? Üstad’ın düşünce dünyasında bu türden yaklaşımları haklı kılacak unsurlar bulmak mümkün müdür?

 Üstad’ın “İslam dinamik bir fıkıh önerir!” ifadesini tam da burada hatırlamak lazım. Sonuç itibariyle bugünkü ortamda uygulanacak olan fıkıh nedir? Üstad’ın bahsettiği tedricilik bugün neye karşılık gelir? Bu, İslami hareketin vakıaya uygun bir fıkıh üretmesinin gerekliliğine karşılık gelir. Bunu bugünkü Ortadoğu gelişmeleri bağlamında ortaya koymak gerekir.

Bugün Ortadoğu’daki despot iktidarlar, Ben-i İsrail durumuna dönüşmesine sebep olacak kadar halkın üzerine çullanmış, onun insani olarak gelişmesine, kendisine güvenmesine, bir şeyler üretmesine hemen hemen tümüyle engel olmuştur. Bu nesilleri baskıyla neredeyse tepkisiz, korkudan sürekli itaate alışan bir yapıya dönüştürmüş, dönüştürmektedir. Buna direnen kesimler Seyyid Kutublar’ın, Üstad El-Bennalar’ın, Takiyyüddin Nebhaniler’in, Abdulkadir Udeh’lerin takipçileriydi. Allah’a hamdolsun ki; onlar, direnişlerini sürdürdüler.

Bu nedenle bu denklemi anlamaya ve çözmeye çalışırken elbette ki meseleyi çok boyutlu görmek gerekmektedir. Var olan despotlar sonuçta küresel istikbarın; Rusya’nın, Çin’in, Amerika’nın, Avrupa’nın yandaşları, onların işbirlikçileriydiler. Kaddafi uzun süre Rusya ile beraber hareket eden bir diktatördü.  Yine Hafız Esed’in Rusya ile beraberliği de bilinmektedir. Mübarek’in Amerika ile ve Zeynelabidin’in Fransa’yla beraberliği malumdur. Dolayısıyla var olan bu diktatörlere karşı mücadele aslında küresel istikbara karşı bir mücadeleyi de ifade etmektedir.

Kafaları karıştıran şey şu: Halkların Allah’ın lütfü ile başkaldırışının ciddi boyutlara ulaşması doğal olarak Amerika ve benzeri ülkeleri tavır değişikliğine götürdü. Temelde var olan despotizmin insanları bıktırdığını ve bir çözüm bulmaları gerektiğini zaten düşünüyorlardı. Ama bu çözümü de bulamıyorlardı çünkü insani-fıtri olanın egemen olduğu bir toplumda Müslüman kesimlerin belirleyici olacağını biliyor ve bunun da başta kuklaları İsrail olmak üzere kendilerine karşı bir darbe olacağının bilincindeydiler. Bu sebeple halk intifadalarının ayyuka çıktığı bir zeminde zorunlu bir politika değişikliği yoluna gittiler ve devrim ya da intifadaları manipüle etmeye, bir yerde durdurmaya ve farklı kesimlerle dengelemeye çalıştılar, çalışıyorlar. Libya’da olduğu gibi devrime destek adı altında müdahale planları yaptılar. Ama temelde Ortadoğu’daki halkların tümü İslam’a bağlı… Çok ciddi anlamda İslam’dan etkilenmiş… Özellikle de Hasan El-Benna, Abdulkadir Udeh, Seyyid Kutub vb. öncü Müslümanların etkilemiş olduğu Müslüman kitleler buradaki hareketlerin lokomotifleri konumundadırlar. Bunu, olayların ilk başlatıcıları ille de bunlardır, ya da başka bir ifadeyle “İslamcılardır” anlamında söylemiyorum. Ama olaylar büyüdükten sonra örgütlü ve etkili olan, direnişini sürdüren ve alanı terk etmeyen en mukavim kesimlerin Allah’a hamd olsun Müslümanlar olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bunun Tunus, Mısır, Libya ve Suriye için de geçerli olduğu bugün daha net olarak görülüyor.  İşte böylesi bir durumda dışarıdaki Müslümanlara düşen şey, bu toplumlardaki intifadalara elbette ki destek vermektir. Elbette ki fıtri ve insani ihtiyaçlarının giderilmesi talebini doğru addetmek ve bu konuda kamuoyu oluşturmak; bu zorba-despot yöneticilerin İslam toprakları üzerindeki tasallutunun kalkmasına yardımcı olmaya çalışmak gerekmektedir. Gannuşi’nin yerinde ifadesiyle İslam ülkelerinin en büyük handikabı, en büyük belaları bu diktatörlerdir. Yoksa İslam’ın sesi özgür bir ortamda elbette ki daha gür çıkacaktır; çünkü delili daha kuvvetli ve fıtridir. Keza İslam, halkın benimsediği dindir. Onu engelleyen küresel istikbar ve yerli işbirlikçileridir. Bu nedenle diktatörlüklerin devrilmesine yakın zamanda pozisyon değiştiren küresel istikbarın “Acaba en az zararla nasıl kurtulabiliriz?” tavır değişikliği bizi şüpheye düşürmemelidir. Bilakis bütün gücümüzle bu intifadalara destek olmak gerekmektedir. Velev ki bu intifadalar sonrasında İslam devleti kurulamasa bile… Çünkü tedricilik biraz da bu mantıkla bakmayı gerektirir. Sonuçta insanların kendisini daha özgür ifade edebildiği; Müslüman’ın İslam’a, Komünistin Komünizm’e davet ettiği bir ortam dahi oluşsa bu durum Müslümanların lehine olacaktır. Çünkü Müslümanlar bu toprakların asli unsurlarıdır, Müslümanlar bu topraklarda çok daha güçlüdür. Nitekim bunu son seçimlerde Tunus’ta Gannuşi’nin ve Mısır’da İhvan’ın başarısında görebiliriz. Aynı şekilde Libya’da devrim öncesinde hiç konuşma imkânı bulamayan hatta var olduğu bile söylenemeyen İhvan yüzde 20’lik bir başarı oranına sahip olmuştur. Dahası Libya’daki mevcut iktidar bile kendisinin “liberal” olarak tanımlanmasını istememektedir. Libya’daki mevcut durum Kaddafi dönemine oranla on kat daha iyidir! Ve inşallah daha da iyiye doğru gidecektir.

Bunları söylerken her şey halloldu, Asr-ı Saadet devri yeniden başladı demiyorum. Ancak bu biraz da içerdeki ve dışarıdaki Müslümanların orada süren mücadelelerdeki gayretleri ve ferasetleri belirleyecektir. Amerika’nın, Avrupa’nın, Rusya’nın, Çin’in vs. oyunlarını boşa çıkarmak, topyekûn bölge halkının ve buradaki Müslümanların bilinç ve gayretine bağlıdır. Mezhep ve fırka aykırılıklarını merkeze alarak çatışmaların içinde boğulabileceğimiz gibi, dünyaya farklılıklarla beraber insani ve İslami bir yaşam örnekliğinin ne şekilde olabileceğinin örnekliğini de gösterebiliriz. Ama her halükârda bu despotizmin, diktatörlüklerin yıkılması ve insanların biraz daha rahat kendilerini ifade etmesi tedriç ilkesi açısından bir kazançtır. Bunun sonrasında buradaki Müslümanların -daha önce de ifade ettiğim gibi- beraber bulundukları farklı düşüncelerdeki insanlarla kendi İslami ideallerinden vazgeçmeden ilişki kurma ve yürüme fıkhını oluşturmaları belirleyecektir.

Bu nedenle intifadaları ve buradaki Müslümanların tavırlarını, İslam fıkhının canlı olduğunun altını çizen ve tedriciliğe çokça vurgu yapan Üstad Seyyid Kutub’un düşüncelerinden hareketle olumsuzlamak mümkün değildir. Elbette Üstad’ın da belirttiği gibi İslam cahiliyeyle hiçbir zaman uyuşmaz. Bu nedenle Müslümanların laikler, sosyalistler veya kapitalistlerle bütünleşmeleri ve entegre olmaları asla mümkün değildir. Ama tedriciliğin ve toplumsal zemin farklılığının gerektirdiği canlı ve dinamik bir fıkıh anlayışıyla hareket etmek Müslümanlar için doğal bir durumdur. Nitekim aralarındaki köklü farklılığa rağmen Peygamber’in çeşitli devrelerde Yahudilerle anlaşması ya da müşriklerle başta Hudeybiye olmak üzere yaptığı anlaşmalar da işaret ettiğimiz hususa örneklik teşkil etmektedir. Önemli olan Müslümanların eklektizm hastalığına, ya da müdahane yanlışlığına düşmemeleri ve asla bağımsız duruşlarını bozmamaları ve yine peygamberlerin günümüzdeki takipçileri olma rollerinden asla vazgeçmemeleridir.

Dolayısıyla;“Eğer hemencecik herkes bütünüyle İslam’ı istemiyorsa o zaman böyle bir mücadeleye katılım göstermek yanlıştır.” yaklaşımını Üstad’ın düşüncelerinden çıkarmak mümkün değildir. Bu mücadelenin sonucunda ne gelecek? Bu mücadelenin sonucunda Seyyid Kutub’un da çokça önemsediği tedriç ilkesinin gereği olarak özgür ortam gelecektir. En azından Müslümanların kendisini ifade etmeleri söz konusu olacaktır. Müslümanların halkın önüne kendi geliştirdikleri İslami anlayışı sunma imkânı olacaktır. Bundan sonra da mücadele kendi mecrasında sürecektir. Bu nedenle Müslümanların, Solcuların, Komünistlerin, Liberallerin ve diğerlerinin birlik olup diktatörlüklere karşı mücadele etmesi doğru bir fıkıhtır. Bu mücadeleyi sürdürürken eğer Müslümanlar kendi kimliklerinden vazgeçip onlara eklemlenecekse yanlış olan bu olacaktır.

Seyyid Kutub’un düşünce dünyasından bu tavrın tersine bir şey çıkarmak doğru değildir.

Tabiatıyla Seyyid Kutub’un şehadetinin yıldönümü vesilesiyle bunları konuşuyoruz. O, üzerimizde çok güçlü bir etkisi ve köklü bir emeği olan bir değerimizdir. Ancak Üstad’ın doğru anladığı şeyler olduğu gibi eksik anladığı hususların da olacağı aşikârdır. Fakat Allah’a hamdolsun ki, meselelere Kur’an’dan hareketle baktığı için düştüğü yanlışlar çok az olmuştur. Üstelik bunlar da yaşadığı zaman ve ortamın yanı sıra heyecan ve tecrübe düzeyinden kaynaklanmıştır.

Dolayısıyla bugün başta Suriye mücadelesi olmak üzere Müslümanların oradaki toplumun tüm erdemli insanlarıyla beraber fıtri bir başkaldırışa yönelmeleri Allah’ın izniyle doğru bir fıkıh anlayışıdır ve inşallah Rabbimiz onların bu çabalarını da sonuçsuz bırakmayacaktır. İnşallah despotlardan-diktatörlüklerden uzak, insanların kendi değerlerini yaşayabildikleri ve özgür bir ortamda başkalarıyla yaşayabildikleri ortamlara ulaşacaklardır.

ASIL “KÖKÜ DIŞARIDA” OLAN İSLAM’A ZIT İDEOLOJİLERDİR! 

Son olarak Türkiye’de yeniden alevlenen İslamcılık tartışmaları bağlamında Üstad’ı analım istiyoruz. Bildiğiniz gibi Ali Bulaç’ın başlattığı bu tartışma farklı kesimlerden insanların katılımıyla sürmekte. Tartışma boyunca karşıt kutbun hâkim tezi olan “kökü dışarıdalık” suçlamasının bir kez daha öne çıktığını görüyoruz. Burada konumuz olan Seyyid Kutub da doğal olarak “dışarı”dakilerden olmaktadır. “Dışarı”da olmakla “içeri”de olma tanımları hangi ölçülere göre yapılıyor? Seyyid Kutub “dışımız”da mıdır?

Öncelikle “kökü dışarıdalık” ifadesinin yanlış bir ifade olduğunu belirtelim. Bir kere Yüce Rabbimiz Müslümanları ve peygamberleri tanımlarken sadece aynı zaman diliminde ve aynı toprak parçası üzerindekileri değil, tarihinin değişik zaman dilimleri ve coğrafyalarında mücadele eden peygamberleri andıktan sonra “İşte sizin bu ümmetiniz, bir tek ümmettir!” ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla böyle bir durumda biz daha önce tarihin farklı zaman dilimlerinde ve değişik coğrafyalarda yaşayan âlimlerden istifade ederken “kökü dışarıda” mı olmuş oluyoruz? Elbette ki bu, milli din anlayışının yansıması olan ve ulusalcılığın kişilerin üzerinde oluşturduğu etkiden kaynaklanan yanlış bir düşüncedir. Bu anlamda Seyyid Kutub “dışımız”da olan biri değil, tersine İslami mücadelemizin merkezinde olan bir değerimizdir. O, asla “dışımız”daki bir insan muamelesine tabi tutulamaz! Asıl “kökü dışarıda” olan İslam’a zıt ideolojiler ve bunların bağlılarıdır.

 Öte yandan işin bu boyutu şu noktayı da göz ardı etmemize neden olmamalı: İslami hareket bir yönüyle evrensel olup ümmetin bir parçasıdır ama aynı zamanda da İslami hareket mutlaka yerel şartları da göz önünde bulundurmalıdır. Bu sebeple Mısır’da yaşayan Kutub ve El-Benna, Tunus’ta yaşayan Gannuşi, Cezayir’de yaşayan Bin Nebi ve benzerlerinin bazı söz ve yaklaşımları doğal olarak kendi toplumlarının o günkü şartlarının oluşturduğu sorunlarıyla kayıtlandırılarak yerelleştirilebilir. Yani yerel sorunlara cevap verirken onların ürettikleri cevap veya çözümlerin tümü, birebir Türkiye’deki veya İran’daki ya da Bosna’daki sorunların çözümüne katkı sun(a)mayabilir. Bu nedenle makul ölçüler içerisinde bizlerin Mısır ortamında öne sürülen bazı söylemleri Mısır ortamını da göz önünde bulundurarak değerlendirmemiz ve Türkiye veya başka ülkelerin şartlarına aynen aktarmamamız gerekecektir.

Bu anlamda bu iki şey yani “kökü dışarıda” olmakla deyim yerindeyse “kökleri reddetmek” ve öte yandan oradaki insanın düşüncelerinin tümünü olduğu gibi almak çok farklı şeylerdir. Yine bu konuda Seyyid Kutub, İmam Humeyni, Malik Bin Nebi, Ali Şeriati’den istifade eden genç Müslümanlar olarak bizlerin zamanında, meseleyi aktarırken işin bu boyutunu yeterince gözetememekten kaynaklı olarak bazı eksiklerimiz ve yanlış anlamalarımızın olduğu söylenebilir. Zaten insani olan hareketlerin tümünde bu ve benzeri eksikliklerin olması doğaldır. Önemli olan sürekli olarak kendimizi yenilemek ve bir yandan onların o İslami gelişimimizde çokça katkıları olan düşüncelerinin evrensel yönünden istifade edip faydalanmak ama aynı zamanda yerele dönük olan belki yerel şartları çerçevesinde anlaşılabilecek bazı açılımlarını da doğru ya da yanlış olabileceğini kabul etmek doğru olacaktır.

Bu iki şeyi birbirinden ayırt ederek meseleye yaklaşmamız gerekir. Ama “kökü dışarıda” ifadesi en temelde bu güzide âlimlerimiz için kullanıldığında cahili ve gayri İslami bir söylemdir. Şüphesiz ki Seyyid Kutub da, Malik bin Nebi de, Ali Şeriati vd. de İslami mücadelenin önderidirler. Tıpkı tarihin farklı zaman dilimlerinde peygamberlerin İslami harekete önderlik ettikleri gibi…

SEYYİD KUTUB MODASI GEÇMİŞ BİR ÖNDER DEĞİLDİR!

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Üstad Seyyid Kutub’a, Malik Bin Nebi’ye, Ali Şeriati’ye ve diğer tüm öncü şahsiyetlerimize Yüce Rabbimizin rahmet etmesini niyaz ediyorum. Onların üzerimizdeki katkı ve emekleri çok büyüktür. Zaten insan aciz ve eksik bir varlık olduğu için kendisini tarihindeki ve yakın zamandaki değerlerinden mahrum kılması şüphesiz bir tür kendisine zulmetmesi demektir. Peygamberler hariç tutulduğunda elbette ki insanın söyledikleri ve yaptıklarında eksik ve yanlışları vardır. Peygamberlerin bundan muaf tutulmaları ise onların yanlışlarının Allah tarafından düzeltilmesi dolayısıyladır. Bundan dolayı Türkiye’deki Müslümanlar olarak Seyyid Kutub’a karşı doğrusu minnettarız. Yüce Rabbimizin üzerimizdeki katkı ve emeklerinden dolayı onu da, Üstad Mevdudi, El-Benna ve diğerlerini de peygamberlere komşu kılmasını niyaz ediyorum.

Seyyid Kutub deyim yerindeyse bizim modası geçmiş bir öncümüz değil, aksine bu çağda da kendisinden yararlanmayı hak eden güzel ve ufuk açıcı düşüncelere sahip olan yiğit bir önderimizdir.

Duanıza âmin diyor ve bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

HAŞİM AY / ISLAH-HABER

 

Röportaj Haberleri

"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"
Rıdvan Kaya Suriye devrimi ve yankılarını değerlendirdi
“’Atatürkçülerin’ kendileri hariç herkesi cahil sanması canımı sıkıyordu”
Ahrar-uş Şam komutanı Ebu Ubeyde ile Suriye’deki gelişmeler üzerine
Colani CNN'e konuştu: "Baas rejimi öldü, kurumsal bir yönetim sistemi kuracağız"