Cenab-ı Allah (cc), hikmet yurdu olan kâinatta zıtları birbirine katmış ve böylece eşyanın ve sıfatların tanınıp derecelendirilmesine imkân vermiştir. Zıtların varlığı ve onlar arasındaki kısmî mücadele, beşerî terakkî ve tekâmülün de sebebidir.
Bu zıtlar âleminde mutlak şerrin temsilcisi ve baş aktörü şeytandır. O, cin tâifesine (cânn) mensuptur. Kıskançlıktan kaynaklanan materyalist ve ırkçı bir tavırla, yani dumansız ateş olan fizikî menşeinin insanın topraktan ibaret fizikî menşeinden, dolayısıyla kendisinin de insandan üstün olduğu iddiasıyla, Allah'ın insana ittiba ve hizmeti kabul etmesi emrine karşı gelmiş, isyanında diretmiş, o ana kadar İblis olarak anılırken artık şeytan adıyla anılır olmuştur. Cenab-ı Allah ona, iğvalarına karşı mücadele yoluyla insanın fikrî-ruhî terakkî ve tekâmülünde bir zemberek olsun diye, Kıyamet'e kadar insanı kötülüğe çağırma izni vermiştir.
Şeytan, ordularıyla insanın dört bir yanından gelir; onun kan damarlarında dolaşır; kalb bölgesinde taht kurar ve onu ısrarla kötülüğe çağırır. Şeytanın bizzat kendi cinsinden yardımcıları ve orduları bulunduğu gibi, o, mallarına ve nesillerine ortak olarak insanlardan da pek çok yakın dostlar, müttefikler edinir. Kur'an-ı Kerim'de bunlar da şeytan olarak, insan şeytanları olarak anılır. İşte bu şeytanlar, münafıklar gibi pek çok yakın dostlarıyla, müttefikleriyle gizli gizli halvet olur ve onlara İslâm ile ve Müslümanlarla mücadele etmeleri için sürekli telkin ve tahrikte bulunurlar. Gerçi bu telkin ve tahriklere kapılarak, şeytanın izinde giden, onun kulluğunu yapan insanlar eliyle tarih, cinayetlere, kanlara, zulümlere bulaşmıştır. Fakat nasıl şeytan, telkinlerine karşı mücadele ile insanın fikrî ve manevî-ruhî, dolayısıyla da ilmî-maddî terakkîsinin zembereği ise onun yakın dostu insan şeytanları da, eğer hakkın taraftarları samimi olarak hakkı tutup kaldırma hizmetine koyulurlarsa, aslında uyumuş ve toza-dumana bulaşmış hakkın uyanıp bütün parlaklığıyla ortaya çıkmasına tersinden katkıda bulunurlar.
Şeytan ve şeytanlar, İslâm ile mücadelelerinde İslâm tarihiyle, Kur'an'a kadar uzanan bir çizgide Sünnet'le, Hadis'le ve İslâm'ın kutlu nesilleriyle asırlardır uğraşmaktadırlar. Hedeflerinden biri de Emevîler olmuştur. Gerçi Emevîler, ekseriyet itibariyle İslâm'ı geç kabul etmişlerdir. Hilâfetleri dönemindeki bazı icraatları İslâm'a zarar vermiştir. Yezid döneminde Hz. Hüseyin efendimiz, Kerbelâ'da aile mensuplarıyla birlikte vahşice katledilmiştir. Fakat bugün bile pek çok hadisenin gerçek sebepleri ve mahiyeti meçhul kalırken, sınırlı gayb olan tarih hakkında kesin hükümlere varmak, her zaman yanıltıcı olabileceği gibi, kendilerini savunamayacak insanların da vebali Âhiret'e kalacak gıybeti demek olur. Tarihe asla şahıslar açısından bakılmaz; sebepleri ve neticeleri ile ibretler meşheri olarak bizatihî hadiseler açısından bakılır. İnsanları yargılamak, hakkımız da, vazifemiz de değildir. Kaldı ki, Emevîler içinde Ömer ibn Abdülaziz gibi her bakımdan müstesna halifeler yetişmiş ve Emevîler, Müslüman çoğunluk içinde kalarak, zamanla sağlam itikat dairesi içinde yer almışlardır. Ayrıca, kendi dönemlerinde İslâm birliğini sağlamış, bütün bir Kuzey Afrika'yı İslâm'ın sınırları içine katmış, Endülüs'te Müslümanların yüzakı bir medeniyet te'sis etmişlerdir. Onlar zamanında bugünkü Türkiye'nin 20 katı büyüklüğündeki İslâm coğrafyasında işlenen zulümler, cumhuriyet ve demokrasi Türkiye'sinde işlenenin onda biri bile etmez. Hele ABD, İngiltere gibi modern Batı ülkelerinin işlediği zulümlerin milyonda biri etmez.
Hanelerinde bin teseyyüp bulunanlar, terazide ağır gelecek faziletleri olmadığı için, İslâm'ı bugüne taşıyan seleflerimizle meşgul oluyor, onları güya hafif göstererek ağır görünmeye çalışıyorlar. "Onlar bir ümmetti, geldi geçti." Biz onların yaptıklarından değil, kendi yaptıklarımızdan ve tesirimiz nisbetinde gelecek nesillerin yaptıklarından sorumluyuz.
ZAMAN