Kurbanoğlu resmî ideolojinin tarih kurgusuna dair eleştirilerini anlatmanın yanı sıra Şeyh Said, Seyit Rıza ve İskilipli Atıf Hoca’nın bilinmeyen yönlerini anlatarak önemli mesajlar verdi.
Hüseyin Yahya Şekerci
Son günlerde başlayan Şeyh Said, İskilipli Atıf ve Seyit Rıza’yı hedef alan kara propagandayı sormak istiyorum size. Millî mücadele döneminde bu isimlerin yer almadığına dair iddialar var ne diyorsunuz? Bu iddiaların gerçekçi olmadığını dillendiren yazarlardan biri olarak neler söylersiniz?
Öncelikle bu türden tezviratın zaman zaman tarihçi, hukukçu, ilahiyatçı, siyasetçi kimlikli insanlar tarafından tekrar edilegeldiğini belirtmekte fayda var. Yani bir ilki yaşamıyoruz. Lakin mezkûr süreçte Adana Büyükşehir Belediye başkanının câhilane bir tarzda ve ağza alınmayacak gayr-i ahlâkî sözlerle yinelediği klasik ezberlerin yaşadığımız manidar süreçte ve “birlik ve beraberlik yürüyüşü” gibi anlam ve öneme sahip bir eylemlilik esnasında dile getirilmiş olması tam anlamıyla bir fecaat. Zaten kendi partisi içinden bile tepki aldı.
Her ne kadar bu sözler Kürt-Türk-Alevi-Sünni şuuraltına yönelik bir tepki gibi görülse de, köken itibariyle tam da Kemalist zihnin bir izdüşümünü yansıtmakta. Tabî burada Mehmet Akif’in anılması ve bu şahısların karşısına konması da ayrı bir kafa karışıklığının ve cehaletin göstergesi. Belediye başkanı aklınca AK Partililere, “Bizler millî mücadelenin devamcılarıyız, sizler ise hainlerin.” demeye getiriyor, kendi küçük aklıyla.
Bu tam da klasik Kemalist bir sorgulama: “Milli Mücadele döneminde neredeydin bakiim?!” sorgulaması ve çok ucuz, tarihî anakronizmi içeren bir tutum. Aynı soruyu Said-i Kürdî’yi (Said Nursi) sevenlere de sordular ya yıllarca. “Neredeydi, kayıptı, İstanbul’da mıydı?” falan gibi. Oysa bu tür sorular tam da anakronizm dediğim şeyin içine düşmektir. Bu şahsiyetlerin isimleri bilahare tarihselleştiğinden, “Herkes ne görevdeyse oradadır.” diye düşünmek yerine, akıllarınca Anadolu-İstanbul ayrımı yaparak tarihi tersyüz etmektedirler.
Sadece câhiller mi? Koca koca prof’lar, ordinaryuslar eğer “Nutuk’ta ne yazıyorsa doğrudur.” gibi bir tarihçilik akımını savunurlarsa, varın gerisini siz düşünün. Hani hep diyorlar ya “Tarihi en iyi yapanlar yazar.” diye. Ya da “Bizler tarih yapana sâdık tarih yazıcılarıyız.” diye. Durum böyle olunca 19 Mayıs hikâyeleriyle, Samsun mitleriyle büyüyen ve eğitim alan bu MHP’li başkan gibiler de ister istemez sapla saman arasında gayr-i fıtrî ve tarih dışı yaklaşımlarla seviyeyi düşürmekte, vicdanları kanatmaktalar. Oysa sormak gerek, Anadolu’ya en son giden paşa olan M.Kemal mesela milletvekili seçilebilseydi nerede olacaktı diye? Ya da mesela ikinci adam İ.İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak neden ancak bir yıl sonra ve o da Ankara’da kurulan Meclis’e geçtiler diye? Bir yıl neyi beklediler acaba? Böylesi tarihî kayıtlar çoktur ama meselenin özü bu değil.
Birincisi, konu İslâmcılar olduğunda şu bilinmeli ki, millî mücadele dönemi anılarını dillendirmekten imtina etmişlerdir. Kimilerine göre yapıp edilenleri saymak ayıp karşılanmıştır, kimilerine göre farklı sebepleri vardır.
Mesela biz ancak Eşref Edip Fergan’ın bazı anılarından (Beyan yayınlarından çıktı) özellikle 1925 İstiklal Mahkemesi yargılamalarından, o da mecburen savunma bâbında anlattığı için biliriz bazı hususları. Mesela Mehmet Akif ve kendisinin Eskişehir’de M.Kemal ile buluşması gibi. Sebilürreşad dergisinin halkı bilinçlendirme ve propaganda çalışmaları gibi. Ama geçelim bunları, sonuçlar önemli.
1925’ten itibaren tüm muhalif görüşlüler, siyasîler ve basın mensupları Takrir-i Sükûn yasasıyla susturulmuşlar, sindirilmişlerdir. Önemli olan bunların sebepleridir. Çünkü istiklal savaşının tüm ilkelerinden sapıldığı bir dönem başlamıştır. Ve Adanalı şahsın övgüyle bahsettiği o Mehmet Akif mesela, neden Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır? Neden takip edilip fişlenmiştir?
Evet. Muharrem Coşkun’un ortaya çıkardığı belgeler, Akif’in “irtica 906” koduyla fişlenerek peşine hafiyeler takıldığını ve takibe maruz bırakıldığını ortaya koyuyor. Hatta öyle ki memlekete dönüşünde de ciddi anlamda yalnızlaştırılıyor. Neredeyse ölüme terk ediliyor Akif.
İşin özü Lozan sonrası İnönü’nün sözlerinde yatıyor: “Hocaları toptan kaldırmadıkça biz bu işi başaramayız!” diyor İnönü. Kâzım Karabekir bunu anılarında anlatır ve aynı sözü M.Kemal’den de duyduğunu aktarır. Nedir bu iş? İnkılaplar işi; Batılılaşma işi! Neden hocalar; çünkü nesilleri yetiştiriyorlar! Kimdir bu hocalar? İşte İskilipli Atıf’lar, Şeyh Said’ler. Medreseler başka niçin kapanır ki!
Tabî sadece bu değil. Bana göre cumhuriyet tarihi dediğimizde önce 1925-1927 arası, bilahare de bu süreçte gerçekleşen 3 unsur aklımıza gelmeli. Bir; İstiklal Mahkemeleri ve uygulamaları. İki; Takrir-i Sükûn, yani susturma kanunu (Ki M.Kemal Nutuk’ta “Biz bütün bu işleri Takrir-i Sükûn döneminde yaptık.” diye övünerek anlatır.). Üç; Hıyanet-i Vataniye kanununun birinci maddesinin değiştirilmesi. Bu, geniş kitleler aleyhine, Müslümanları kitlesel cezalandırmalara tâbi tutabilmek için yapılmış bir değişikliktir. İşte meşhûr “irticaî suçlamalar” bununla başlamıştır.
Şeyh Said’in 1. cihan harbinde müridleri ve evlatlarıyla Ruslara karşı Palandöken’den başlayarak Muş-Bingöl-Elazığ hattına kadar müdafaada bulunduğunu, hatta harp sonunda madalya ile ödüllendirildiğini biliyoruz. Mensubu bulunduğu Septioğulları ailesinin Sarıkamış’ta medfun şehidleri var. Tüm bunlara rağmen neden yükleniyorlar Şeyh Said’e?
Onun kısaca mahkeme savunmalarından bir sözünü aktarayım önce: “Hükûmet zabt-ı rapt falan eylemedik, ahali yek diğerine zulmetmesin dedik!”.
İlk soru şu; Erzurum kongresine bakın bakalım Müslüman Kürt aşiretlerinden başkasını görebilecek misiniz? Hani şu meşhûr, M.Kemal’in padişah yaveri olarak katıldığı, oradakilerin kendisini ancak K.Karabekir’in himmetiyle kabul ettiği kongre. Sonradan astırdığı Osmanlı’nın başarılı bir subayı ve bölge halkının çok sevdiği Cibranlı Halit Bey’in (Şeyh Said’in kayınbiraderi) katılamayıp destek mesajı yolladığı kongre.
Tarihi bize kim, nereden anlatıyor, buna bakmak lazım önce. Şeyh Said ile ilgili hainlik retorikleri de, kahramanlık öyküleri de büyük ölçüde “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” başta olmak üzere Kemalist kaynaklara dayalıdır. Ki bu kitapta bile konu yirmi küsur sayfadan ibarettir ve belli bir amaca dönük yazılmıştır. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecilerinin övgülerine mazhar olmuş kaynaklardan Şeyh Said öğrenilmez.
Uzatmayayım; Şeyh Said ve arkadaşları belli bir politikanın ürünü olarak içine düştükleri hercümercde, halkın en az zararla bu süreci atlatmaları için olaylara dâhil olmuşlardır. Konunun detaylarına burada girmemiz zor. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, radikal Kemalistlerin bilahare uyguladıkları politikalara bakın; göreceksiniz ki, bu hadiseleri bahane ederek diktatörlük tahkim edilmiştir. Yani mesela kuruluş beyannamesinde “Fırka itikad-ı diniyeye hürmetkârdır.” ifadesi yer alan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası bu olaylar bahane kılınarak kapatılmış; müntesipleri çeşitli cezalara çarptırılmış; İstanbul basını başta olmak üzere tüm muhalif sesler ülke sathında susturulmuş ve şark siyaseti başlamıştır.
Şununla bitireyim; tektipleştirme ve ulus-devlet politikaları amacı siyasî Türklük kimliğini üretmekti. Siyasî Türklük ise bu ülkede birileri Kürt, Laz, Çerkes, Tatar, Boşnak olduğu için değil, İslâm olduğu için üretildi.
Siyasî Türklük bir dindir ve bu dinin kurucuları ve müntesiplerinin ortak tutumu, “etnisite karşıtlığı”ndan önce İslâm karşıtlığıdır. Kürdün, Lazın, Çerkezin, Boşnağın geleneğindeki, örfündeki ve dilindeki İslâm’a ait olan tüm umdeler yok edilmeye, olmuyorsa aşağılanıp alt kimliğe itilmeye çalışılmıştır. Şeyh Said ve arkadaşlarının önemi bu minvalde etnisite değil, tıpkı İskilipli ya da M.Akif gibi İslâmî kimliği temsil etmekle beraber, sonradan bu sorun “siyasal Kürtlüğ”ün yani siyasî Kürtlük dininin üretimiyle beraber farklı bir mecraya savrulmuştur. Tıpkı Mustafa Sabri Efendi’nin hilafetin kaldırılmasından sonraki politikalara bakıp “Eğer Türklük buysa, ben Türklükten istifa ediyorum.” deyişinde olduğu gibi.
Öte yandan Şeyh Said ve arkadaşlarının en muzdarip oldukları konuların da gazetelerdeki ahlâksız yayınlar, vahyin ve Hz. Peygamber’in saygısızca tartışılması, hilafetin kaldırılmış olması ve hassaten medreselerin kapatılması gibi hususlar olduğunu da bilmek gerek. Elbette artık içine düştüğü mücadele atmosferinde o da çevresine İslâmî içerikli mektuplar yazmış; mücadelenin öneminden bahsetmiş, kendisini de “mücahidlerin hizmetkârı” (hadım’ul-mücahidîn) olarak tanımlamıştır ki, bunlar hadiseler başladıktan ve geliştikten sonraki durumlardır. Ve elbette Müslümanlar açısından onur verici bir kavganın önderi olmuştur. İstese Suriye’ye, İran’a kaçabilecekken halkını yalnız bırakmamış olması ve tek bir kişinin dahi tırnağına zarar gelmemesi için çaba göstermesi, bana göre en büyük kahramanlık hikâyesidir.
İlgili Haberler:
MHP'Lİ Başkandan Tek Parti Diktasını Aratmayan Sözler
İskilipli Atıf ve Şeyh Said Onurumuzdur!