Ömer Lekesiz / Gerçek Hayat
Coğrafya kaderdir de, her coğrafyada belli zamanlara göre “iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran” birilerinin halk edilmesi kader değil midir?
Bu soru, hangi farklı neden ve maksatla bana sorulmuş olursa olsun, Şeyh Ahmed Yasin isminin en yalın ve tek bir cevap olarak zihnimde belirivermesi, salt onunla ilgili bilgimden, zamandaşlığımdan, hakkındaki sağlam rivayetlerle güçlendirilmiş tanıklıklarımdan ibaret olmasa gerektir.
Bu hatırlayışta, onun hakkındaki söz konusu verilerin, çoğu efsane formuna bürünerek, yediden yetmişe hemen herkesçe maruf veriler olarak zihnime kazınmış olması ve onu İslam davasına adanmış hayatların son temsilcilerinden biri olarak benimsemiş olmam normaldir.
Ama yine de konu Şeyh Ahmed Yasin ise, onun şahsiyetiyle, mücadelesiyle maruf niteliklerinin ötesinde, farklı olan, farklı duran bir şeyler olmalıdır. Onun Müslüman Kardeşler’in Gazze koluna daha çocukluğunda dahil oluşunun, resmi olarak, ilki 9 Aralık 1987’de başlayıp, 1993’te biten intifadayı bizzat katılarak desteklemesinin, Hamas’ı kurup bir aşamadan sonra onun silahlı mücadelesine onay vermesinin ötesinde bir şeyler.
Jan-Pierre Filiu, Gazze Tarihi adlı çalışmasında buna dair kimi ipuçlarını şu cümlelerinin aralarında veriyor gibidir:
“Gazze’deki (…) vatansever uzlaşmadan ayrı düşen tek bir güç vardır: Müslüman Kardeşler her ne kadar 1948’den 1954’e kadar silahlı mücadelenin zirvesinde yer alsalar da, Ebu Cihad’ın 1957’de, ardından el-Fetih’in 1959’da kurulması sırasındaki direnişe katılma çağrılarına olumsuz cevap vermeleriyle başlayan hukuk yanlısı çizgilerini sürdürürler. El-Fetih’in daha önce 1965’te nafile yanaştığı Şeyh Ahmed Yasin, Gazze’nin başlıca İslami şahsiyeti olur. İsrail karşıtı güç ittifakına katılması için kendisine başvurulunca, böyle bir yaklaşımı kesinlikle reddederek Müslüman Kardeşler’e ettiği eziyetten ötürü öfke besledikleri Nasır’a reva görülen aşağılamalardan memnuniyet duyar. İslamcı eleştirmenler Haziran 1967’deki mağlubiyeti, ‘özgürlük ve devrimin sahte peygamberlerine, halkını yozlaştıran yalancı kahramanlara, İslamiyet’in vaizlerini sürenlere, en saf Müslüman gençlerini hapislere atan, her türlü içten İslami söylemle, ahlaki yozlaşmayı, entelektüel çözülmeyi ve ithal edilmiş yaşam tarzlarını teşvik edenlere’ yönelik cezalandırma olarak görürler.”
Bunlardan hareketle, Gazze Müslüman Kardeşler’inin asıl misyonunu, direnç ve direnişinin ilkelerini, Filistin sorununa parçalı olarak değil bütüncül ve ümmete özgü bir sorun olarak bakışını ve elbette Şeyh Ahmed Yasin’in bunlarla ilgili belirleyici rolünü daha iyi okumamız mümkündür.
Bu manada, Şeyh Ahmed Yasin’in, öncelikle Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’yı (ş. 1949) en iyi anlayan ve ısrarla izleyen bir şahsiyet olduğunu vurgulamak isabetli olacaktır.
Dolayısıyla, ilk hicretini (Askalan’ın Cevra köyünden Gazze’ye) on bir yaşında yapan, Gazze Müslüman Kardeşler’inin en etkili ismi olarak, ilk hapis hayatını Aralık 1965’te yirmi dokuz yaşında iken tecrübe eden, İsrail zulmü altındaki Gazze’de ölümsüz bir zamanı hiç tanımayan Şeyh Ahmed Yasin için ölmek en kolay; olmak ise en zor şeydir!
O, bu nedenle ölmeye değil, olmaya talip olur. Filistin’deki direniş örgütlerinde, dış dünyanın desteğini sağlamak gibi güya masum bir niyetle başlayan, ancak İsrail’in sinsi yönlendirmeleriyle giderek laikleşmeye, komünistleşmeye evrilen Gazze hayatının, İslami hadlerin içine çekilmesi, bu cümleden olarak işbirlikçilerin, sureti haktan görünerek şer güçleriyle dayanışma sağlayanların toplumdan ayıklanması; yeni yetişen neslin İslami ahlaka ve bütüncül bir siyasi görüşe sahip olması onun en önemli ve şehadetine kadar da (2004) hiç bitmeyen yegane çabasıdır.
İngiltere’nin korumasındaki Yahudi işgalcilerin en vahşi yöntemlerle yürüttükleri Filistinlileri vatansızlaştırma planına karşı, vatanına sahip çıkmanın değeri ne kadar yüksek ise, Şeyh Ahmed Yasin için devletsizlikte Kur’an ve Sünnet’in devletinde buluşmak ve dolayısıyla devletsizliği Müslümanlar için imkansız bir düşünce haline getirmenin değeri de bir o kadar yüksektir.
Gazze Kızılayı’ndan spor kulüplerine, Mühendisler Odası’ndan İslam Üniversitesi’ne kadar sivil toplum kuruluşlarında aktif olarak yer almak, halkla sürekli olarak yüz yüze bulunmayı gerektireceğinden ve bu da amaçlanan ahlak eğitimine ivme kazandıracağından dolayı Şeyh Ahmed Yasin, bir ahlak terbiyecisi olarak öne çıkar ki, bu da onu “iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran” bir seçilmişin tahtına oturtur.
O kadar ki, şu sözleriyle cihadı da bir ahlaki mesele olarak konumlandırıp, onu zulme başkaldırmanın bir nedeni olarak İslami şuurun bütüncül bakışına dahil eder:
“Biz Yahudilerle onların Yahudi olmalarından dolayı savaşmıyoruz. Bilakis onlarla bize saldırmaları, topraklarımızı, yurdumuzu ve evlerimizi elimizden almaları, evlatlarımızı, annelerimizi, babalarımızı öldürmeleri, bizi öz yurdumuzdan kovmaları yüzünden savaşıyoruz. Biz ‘barış’ı sevmiyor değiliz. Bilakis ‘barış’ı seviyoruz; ‘es-Selam / Barış’ Allah’ın adıdır. Ancak işgal yönetimi ‘barış’ı istemiyor. İnsanların haklarını gasp ederek onları yurtlarından kovan, haksızlığa uğratan, evlerini yıkan odur. O ‘barış’a inanmıyor. Biz Yüce Allah’ın yeryüzünde gerçekleştirilmesini istediği gerçek barışı istiyoruz. Filistin halkının hedefi tektir. Düşmanı da birdir. Haklarımızı ve topraklarımızı geri alıncaya kadar da savaşacağız. Bizim velimiz Allah’tır. O’ndan başka da veli (sahip) yoktur. Allah bizimledir. Onların beraberinde ise şeytandan başkası yok. Cihatsız bir toplum varlığını sürdüremez. Çünkü cihat İslam’ın istediği barışın yoludur. Cihat etmeyen bir toplum ölüler gibi olur. Şimdi biz niçin çarpışmayacağız? Evlerimizden ve yurtlarımızdan çıkarılmışız. Kendimizi savunma hakkımız olmayacak mı? Bütün semavi şeriatlar da beşeri hukuk sistemleri de bize topraklarımızı savunma hakkı vermektedir.”
Yukarıda Şeyh Ahmed Yasin ile ilgili muhtemel bir farktan söz etmiştim.
O farkın tahakkuk ettiği yer de burası olsa gerektir:
Ahlaklı bir topluma erişmek her şeyin önündedir ve cihat da ahlaka dahildir.