Nicedir bu köşeden bir mesaj yayılıyor: Bir ‘tarih açılımı’na ihtiyaç var. Yeni bir Tarih, özellikle de yeni bir Yakın Tarih yazılmalı. Neden mi?
Tarih bir ‘bilim’se değişir; bizde değişmeyen şeye tarih deniliyor, bir.
Halkın tek tipleştirilmek istendiği yıllarda üretilmiş tarihle bugünkü farklılaşmış Türkiye daha fazla yoluna devam edemez, iki.
Resmi tarihin şekillendiği 1930’larda Kürtçe radyo kurulabilir miydi? Bırakın kurulmayı, kaçak göçek dinlemenin bile engellendiğini biliyoruz. Oysa bugün devletin bir Kürtçe kanalı olduğu gibi Dünya TV gibi özel kanallar da mevcut.
1930’lu yıllarda, hatta birkaç yıl öncesine kadar başörtüsünün kamuda serbest bırakılabileceğini düşünebilir miydik? Bakın, CHP dahil TBMM’de grubu bulunan partiler anlaşmışlar.
Demek ki değişiyoruz ve bunlar bölünmenin değil, yeniden bütünleşmenin alametleri. Canlılığın, dinamizmin, gelişmenin işaretleri.
İyi de iş tarihe, yakın tarihe gelince neden cesur adımlar atamıyoruz? Yoksa “Her şey değişir ama tarih asla!” mı diyoruz?
Bizim tek taraflı değil, çok taraflı bir tarihe ihtiyacımız var. Hakları yenmiş olanların da, sesleri susturulmuş, bastırılmış olanların da ‘konuşabilecekleri’ ortak bir tarih olmalı bu. Düşmanlık üretmeyen bir tarih.
SEVR PROJESİ
Aynı şey, bir zamanlar ‘hain’ ilan edilen Sultan Vahdettin veya açık bir ihanet belgesi olarak sunulan ‘Sevr Barış Projesi’ için de geçerli.
Sevr’in İngilizler dahil kimse tarafından ciddiye alınmadığını, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek kabilinden bir hamle olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Lakin olay Anadolu’ya başka türlü pompalanmış ve Mehmed Akif dahil pek çok aydın Sevr’in bir ‘idam fermanı’ olduğuna inanmışlardı. (Nasrullah Camii vaazını hatırlayın.)
Oysa İstanbul cephesinde ‘Sevr Projesi’ (böyle dedim diye kollarını çemreleyenlere hatırlatmalıyım ki, ‘proje’yi bizzat Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta defalarca kullanmaktadır) tepkiyle karşılanmış ve Sultan Vahdettin tarafından “Mecelle-i mesâib” (Musibetler Belgesi) diye yaftalanmıştı.
O zaman soracaksınız haklı olarak: İyi de Sevr niye imzalandı?
İmzalandı, çünkü hükümete sadece 24 saat süre tanınmış, aksi halde savaş yeniden başlayacak denilmişti. Peki ordusu terhis edilmiş, tersaneleri işgal edilmiş vb. bir devlet neyle ve nasıl savaşacaktı? Söyler misiniz?
Ancak imzalanmasına rağmen onaylanmadı. Nitekim Sultan Vahdettin, Sevr karşısındaki tutumunu şöyle açıklar:
“Ben Sevr Antlaşması’nı kesinleşmiş sayılacak surette tasdik etmedim. Meselenin kesinleşmesinin Meclis-i Mebusan’ın kabulünden sonraki tasdikime bağlı olduğunu ve hak ve adaletle bağdaşmayacak surette anormal olan böyle bir antlaşmanın devam ve istikrar sağlayamayacağını bildiğimden hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devamla antlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Sevr’i imzalamaya gönderilenlerden Rıza Tevfik’in ilk defa bir parçasını burada yayınlayacağım 13 Temmuz 1933 tarihli mektubunda antlaşmayı neden imzaladığına dair açıklamasının bilinmesinde fayda var. Şöyle yazıyor:
“O esnada Mustafa Kemal’i bizim kabine Anadolu müfettişi olarak tayin ettiydi ki, orada ben de Şura-yı Devlet (Danıştay) Reisi olarak bulunuyordum. Asıl derdim, bir an önce barışı temin etmekti. Padişah (da) bir an evvel barışın tesisini benim kadar arzu ediyordu.”
Rıza Tevfik bir arkadaşına yazdığı mektupta Sevr’de yaşadıklarını ise şöyle anlatır:
“Sevr’de imza ettik, hem memnun olarak imza ettik. Çünkü barış şartları, Avrupa devletlerinin içlerindeki ‘nifak’a, yani birbirlerine düşmelerine bakılırsa kesinlikle uygulanamazdı. Zaten ben Tevfik Paşa’ya ve Padişah’a anlatmıştım ki, bizim barışı imzalamamızla hakikaten barış kurulmaz. Ancak Meclis-i Mebusan toplanıp onu tasdik ve kabul ederse, yani ‘ratifier’ ederse resmen tasdik edilmiş olur.”
Filozof Rıza Tevfik’in Amman’dan gönderdiği mektubun can alıcı cümlesi ise şu:
“Şimdilik ise resmen memleketimize sükûnet temin etmiş ve Mustafa Kemal’e de büyük (‘azim’) bir fırsat kazandırmıştık. Benim kabahatim, Kemalistlerin iradelerine karşı barışı imza etmektir.”
“Yüz Ellilikler” arasına alınıp Türkiye’ye girmesi yasaklanan birinin ancak arkadaşlarına yazdığı mektuplarda açabildiklerini bilmek bugünkü okurun en tabii hakkı değil mi?
ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ
Yine “hain” ilan edilip “Yüz Ellilikler” listesine dahil edilen ve o sırada Sadrazam Damat Ferid Paşa Paris’te bulunduğu için Sadrazam Vekilliği görevini de yürüten Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Harbiye Nezareti’ne yazdığı 21 Haziran 1919 tarihli tezkirenin 3. maddesinde çarpıcı ifadeler yer almaktadır. Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi’nin çıkardığı “Harp Tarihi Vesikaları Dergisi”nin ilk sayısında (Eylül 1952, s. 13) bu ilginç belge devrin askerî uzmanlarınca aynen şöyle yorumlanmış:
“(Belge) Damat Ferid Paşa hükümetinin ‘bıçak kemiğe dayanınca’ İtilaf devletlerinin baskısına ve keyfi hareketlerine karşı durmak karar ve azmini göstermektedir. Nitekim bu maddeye göre 5 Temmuz 1919’da İngilizlerin Samsun’a asker çıkarılmasına karşı durulmuş ve bunda da muvaffak olunmuştur.”
Gözlerinizi ovuşturduğunuzun farkındayım ama bu alıntıyı Genelkurmay’ın bir yayınından aktarıyorum. İsterseniz aynı yayından Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin sözlerini de paylaşayım:
“İtilaf devletleri tarafından önceden bildirilmeksizin belde ve kasabalarımızdan herhangi birine yeniden bir taarruz ve tecavüz vuku bulursa askerî kuvvetlerimiz tarafından tabiatıyla savunularak taarruzun engellenmesine çalışılması ve üstün kuvvetler karşısında engellenemediği takdirde temas korunmak şartıyla askerimizin münasip bir mevziye çekilmesi gerekmektedir…”
Yeni işgallere direnilmesini savunuyor resmen. “Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk” diye başlayan şiirini Tevfik Fikret şu mısrayla noktalamıştı: “Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!”
Yakın tarihimiz bir gün “zindan karanlığından” çıktığında şimdi karanlıkta kalan belgelerin ışığının dünyamıza sızması ihtimal dahiline girecektir eminim.
ZAMAN