10.06.2008 tarihinde Kanal 1’deki programda Fatih Altaylı’nın “Atatürk’ü seviyor musun?” şeklindeki sorusuna, “Atatürk’ü sevmeme hakkı var mı?.. Eğer başıma bir iş gelmeyecekse, ben sevmiyorum” şeklinde ezber bozucu bir cevap veren Nuray Bezirgân isimli başörtülü kızımız “infaz”a tabi tutulunca anladık ki, sorunlarımızın çözümü bu ülkede yaşayan herkesin “Atatürk’ü sevmesi”ni beklemektedir. Ancak herkes Atatürk’ü sevdiğini söyleyince, sorunlarımız çözülecektir!
Şaşırdım: Kimi sevip kimi sevmeyeceğimize bile artık Fatih Altaylı ideolojisindeki insanlar mı karar veriyor? (Gönül meselesi olan “sevme-sevmeme” konusunu araştırmak üzere, İstanbul/Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma başlatmış olması çok tuhaf).
Sormak lâzım: Bir insanı, bir kurumu, bir milleti, devleti, bayrağı sevip sevmeme konusu tamamıyla insanın duygusal boyutunu ilgilendirir...
Böylesine duygusal bir konuyu mantık, hatta “suç” zeminine nasıl oturtabiliyorsunuz?
Bu ülkede herkes Allah’ı sevmezken, herkes Peygamber’i sevmezken, “Atatürk’ü herkes sevmeli” anlayışına nasıl varıyorsunuz?
Ne yapmış olursa olsun, ülkesine ne kadar büyük ve erişilmez hizmetlerde bulunursa bulunsun, bir kişinin bütün bir millet tarafından “tartışmasız” beğenilip sevilmesi mümkün müdür?
Bir milletin bir şahsı, partiyi, kurumu bütünüyle desteklemesi olacak şey midir? Oldu diyelim, gerekir mi? Atatürk’ün böyle bir şeye ihtiyacı var mı?
Böyle bir demokrasi duydunuz yahut gördünüz mü hiç? Demokrasi çok renkliliğin ve çeşitliliğin adıdır! Milletlerin “tek”e mahkum olduğu ülkelerin rejimine “demokrasi” demezler...
O tür rejimlerin başka başka isimleri vardır. Ama sonuç olarak hepsi aynı kapıya çıkar: “Diktatörlük” derler.
Türkiye bir diktatörlük müdür ki, herkes aynı kişiyi sevmek zorunda olsun?
•
Mazlumder Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu ile başka bazı kuruluşlar, istedikleri kadar “Atatürk’ün tarihsel bir kişilik olarak değerlendirilmesi gerektiğini; insan hakları bağlamında, Atatürk’ü sevmek veya sevmemek yönündeki beyanların ifade ve düşünce özgürlüğü kapsamında kaldığını ve kimsenin görüşü nedeniyle suçlanamayacağı”nı söylesinler, bu hukuki ve mantıki çıkışlar, başörtüsü konusunu saptırmak isteyenleri engellemeyecektir.
Çünkü başından beri faullu dövüşüyorlar ve durmadan belden aşağılara vuruyorlar! Ayrıca işi öyle düzeysizleştiriyorlar ki, insanın içinden tartışmak bile gelmiyor. “Sevmek ya da sevmemek, yani bütün mesele bu mu?” deyip geçiştirmek istiyor insan.
Ama olmuyor işte. Yüreklere hükmetmeye, insanların sevgi ve nefretini yönlendirmeye kalkışmanın insan yüreğinde nasıl büyük tahribatlar meydana getirdiği en iyi bilenlerden biriyim.
Çünkü benim yüreğime de hükmetmeye çalıştılar. Daha ilkokul üçüncü sınıfa giderken, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünü şaşırıp “Yurtta şey, vatanda şey” deyince, müthiş bir aşağılama eşliğinde enseme hafif bir şaplak yemiştim.
Tokadın acısı geçti, fakat öğretmenim tarafından aşağılanmanın acısı hâlâ içimde duruyor. Bu yüzden Fatih Altaylı’nın karşısına alıp savcı edasıyla sorguladığı gencecik kızların duygusal dünyalarını anlayabiliyorum.
Bir gece yarısı ansızın köydeki evimiz basılıp, her taraf didik didik arandıktan, "Risale-i Nur Külliyatı"na ait eserlerle birlikte Osmanlıca tüm kitaplar (Kur'an-ı Kerim dahil) toparlandıktan, bu arada benim Osmanlıca öğrenme cehdiyle karaladığım “meşk”lerime bile el konulduktan sonra, altmışbeşlik (o sırada bendeniz sadece 14 yaşlarındaydım) büyük halamla birlikte karakola götürüldük.
Kalkık kaşlı “Kumandan Bey”, yıllar sonra Fatih Altaylı’nın merak ettiğini merak etmiş olmalı ki aynı soruyu sordu: “Said Nursi’yi seviyor musun?”
Oradan savcılığa götürüldük. Kalkık kaşlı Savcı Bey, “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel nizamlarını dini esas ve akidelere uydurmak ve siyasi menfaat ve şahsi nüfuz temin ve tesis etmek maksadıyla dini, dini hissiyatı ve dince kutsal sayılan şeyleri âlet ederek propaganda yapmak ve bu suça feran iştirak etmek” (rahmetli Turgut Özal zamanında kaldırılan meşhur 163. madde) suçundan sorgularken de sözü oraya getirdi: “Atatürk’ü seviyor musun?”
Sevinmiştim. Devletim bana değer veriyor, sevmelerimle ilgileniyor sanmıştım.
Vaktiyle buna benzer bir soruyu Başöğretmen Hikmet Bey’in de sorduğunu hatırlayınca sevincim kursağımda kaldı. Onun sorusu biraz dolambaçlıydı. En çok kimi sevdiğimi merak etmişti:
“En çok kimi seviyorsun?”
Aileden gelen bir refleksle, “Allah’ı” deyince, Başöğretmenimin yüzü düşmüş, kaşları çatılmış, “Seninle işimiz var” demişti.
Neden sevgilerimle bu kadar ilgilenildiğini ancak büyüdükçe anlayabildim. Sevgilerimi yönetmek istiyorlardı.
Doğru düzgün Türkçe bile bilmeyen (doğru düzgün Lazca biliyordu) büyük halam ise başka bir şeye meraklanmış durmadan onu soruyordu:
“Ne etmişuz uşağum, cunahumuz (günahımız) nedur?”
“Günahundan değil Halacuğum, sevabundan buraya geturuldun” diyememenin acısını yaşıyordum.
Ülkemde seven sevgisini, sevmeyen gerekçesini özgürce söyleyebilmeli.
Yoksa ülkemi ikiyüzlülük işgal eder ki, böyle bir işgalin İngiliz işgalı kadar acıtıcı sonuçları olur.
Vakit gazetesi