Sessiz Çoğunluk Olmak Bir Değer mi?

Savunan adam, savunan toplum, sessiz çoğunluk kompleksinden bir an önce kurtulmazsak başımıza daha çok musibetler musallat olur.

KENAN ALPAY, bugünkü yazısında "sessiz çoğunluğun" tavrını değerlendiriyor.

Sessiz Değil Üretken ve Aktif Çoğunluk Makbuldür 

Hakkı müdafaa nedir ve nasıl ifa edilir? Hakkı müdafaa denilen durum her hâlükârda yapılan saldırıları yutkunmak, atılan iftiralara karşı işi kendini temize çıkarma çabasıyla sınırlanabilir mi? Pasif olmak daha da ileri gidip edilgen bir tavır benimsemeyi İslami ve ahlaki-siyasi bir ilke saymaya kalkışmak ciddi bir yanılsamadır.

Esasında zamanın-kaderin bütün işlerin aslını açığa çıkaracağına duyulan güveni değişmez bir kural, bir itikad umdesi veya toplumsal mücadelenin esası gibi mütalaa etmek yaygın bir düşünsel hastalıktır. Bu bekleyelim görelim perspektifinden, “Görelim Mevlam neyler/Neylerse güzel eyler” veciz ifadelerinden beslenmek, buradan sağlıklı bir yol haritası çıkacağını sanmak doğru bir tercih midir?

Taksim Gezi Parkı süreciyle beraber bir kez daha bireysel ve toplumsal değişim açısından, siyasal ve kültürel mücadele açısından olduğu kadar zulmü ve ifsadı engelleme sorumluluğu bağlamında da bu meselenin tartışılması gerektiği ortaya çıkmıştır.

Hegemonya “Sessiz Çoğunluk” Sever!

Her şeyden önce ne sessiz olmak ne de çoğunluk olmak tek başına bir değerdir. Sessizlik ve çoğunluk bütün zaman ve mekânlar için makul ve mantıklı sayılmaz. Sessiz ve çoğunluk yan yana gelse dahi olması gereken toplumsal duruşu işaretlemez. Nedeni çok basit: Çünkü her durumda hakkı söylemek, gerektiğinde hakkı haykırmak ve hakkı müdafaa için fiili bir mücadelenin tarafı olmakla mükellef kılındık da ondan.

Taksim Gezi Parkı’na ilişkin düzenlemeye itiraz olarak sunulan fakat hemen akabinde dizginsiz ve mantıksız bir şiddet sarmalına dönüşen sürecin ciddi bir muhasebeye tabi tutulması şart. Alenen yeni bir darbe sürecine dönüşen ve açıkça çevrecilik ortak paydasında bileşen Kemalist, sol-sosyalist ve liberal çevrelerin hedefi neydi?

Cevabı belli bir soruyu sormanın peşinde değiliz. Lakin gayet açık bir cevabı kimi ters yüz ediyor kimi de müphem kılmaya çalışıyor. Bu sebeple şu iki soruyla durumu bir kez daha netleştirmeye çalışalım:

1- Yaşam tarzını koruma adına sergilenen buyurgan söylem ve tekebbürden (siz buna hegemonya da diyebilirsiniz) kaynaklanan öfkenin kaynağı neydi?

2- Her darbe döneminin baskın karakteri olan buyurgan söylem ve düşmanlıktan kaynaklanan öfkenin yöneldiği siyasal ve toplumsal kimlik hangisidir?

Hiç şüphesiz buyurgan söylem ve halka yönelen öfkenin kaynağında kendisini bu ülke ve toplumun tartışılmaz sahibi olarak gören resmi ideoloji ve iktidar sınıfları vardır. İktidar sınıfları ve çeperindeki muhtelif kimlik ve statü sahipleri yaşam tarzını muhafaza ve müdafaa adına darbeye girişmeyi bir hak daha ötesi bir sorumluluk olarak beyan etmektedirler. Ülke ve toplum için en iyisini bilme ve bunları en güzel şekliyle terbiye etme hakkını kendinde gören mütekebbir sınıfın küçük büyük demeden bütün itirazlara yönelen öfkesinin kaynağı budur.

Dünün “Ya Sev ya Terk Et!” dayatması bugün “Ya Statükoyu Sürdür Ya da İktidarı Bırak!” dayatmasına dönüşmüştür. Laik-Batıcı hayat tarzını topluma dayatan kural ve kaidelerin genişletilmişini esas alıp hiç birisine yönelik toplumsal itirazların kale alınmaması talimatı veriliyor Hükümete.

İşin tastamam tarifi şudur: AK Parti Hükümetine toplumu ve toplumun taleplerini değil de devlet sınıflarının laik-seküler teamüllerini esas alması için bir abluka ve saldırı düzenleniyor. Sadece Kemalist değil güya Kemalizm’in dışında varlık gösteren liberal ve sosyalist çevreler de bu abluka ve saldırıda bizzat rol almış, şöyle ya da böyle İslam’la ilgili tüm talepleri ezmek üzere sokak savaşına girişmiştir. Abluka ve sokak savaşının ezmek istediği geniş Müslüman kitleler ne yaptı peki bu süreçte? İşte asıl sorun ve sıkıntının kaynağı da buradadır.

Teşkilatlar ve Toplum Dik Durdu mu?

28 Şubat sürecinde hükümeti düşürülen ve partisi kapatılan merhum Erbakan için yapılan en yaygın yakıştırma “Savunan Adam”dı. Hatta gazetelerde yayınlanan ve daha sonra poster de yapılan “Seni Seviyoruz Savunan Adam” tarzı şeyler de olmuştu. Ama merhum Erbakan’a ait bu süreçteki siyaset tarzı ve bu sahiplenme biçiminin ciddi sorunlar içerdiği muhakkaktır.

Çünkü askeri cuntacılıktan yolsuzluğa, psikolojik harekâttan siyasi şantaja, işbirlikçilikten halk düşmanlığına değin her türlü gayrı meşruluğu içinde barındıran bir kalkışmaya karşı savunma modunda olmak pek de isabetli değildi. Belki bu süreçte Başbakan Erdoğan’ın buyurgan, meydan okuyan, sert, otoriter vs. olarak nitelenmesindeki en önemli faktör beklenen bir “Savunan Adam” tipinde olmamasıdır. (...)

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ...

 

Yorum Analiz Haberleri

Camiler Ermeni, Rum ve Yahudilere de satılmış
Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?