Serdar B. Yılmaz, Milat Gazetesine Konuştu

Milat Gazetesinden Enise Askın, Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı Serdar Bülent Yılmaz'la çözüm sürecini konuştu.

Yıllardır Kürt sorunu hakkında çalışmalar yapan ve çözüm sürecindeki duruşuyla bölgede dikkat çeken sivil toplum kuruluşu ÖZGÜR-DER Diyarbakır Şube Başkanı Av.Serdar Bülent Yılmaz ile çözüm sürecinin bugün geldiği noktayı konuştuk. 

RÖPORTAJ: ENİSE ASKIN / MİLAT

İngiltere’de IRA ile Kuzey İrlanda barış süreci müzakerelerini yürüten eski İngiliz diplomat Jonathan Powell, Guardian gazetesine bir demeç verdi. Powell "Gezi gösterilerinin, barış sürecini rayından çıkarması trajedi olur; Başbakan Erdoğan ve Hakan Fidan desteği hak ediyor" dedi. MİT’in ve özellikle Hakan Fidan’ın uluslar arası alanda da dikkat çeken çözüm sürecindeki rolünü nasıl yorumluyorsunuz?

Çözüm süreci 2012’de başladı diye düşünürsek yanılırız. Hakan Fidan’ın MİT’in başına getirilmesi çözüm sürecinin başlangıcıdır. JİTEM ve Ergenekon davası çözüm sürecinin başlangıcıdır. Çözüm Süreci’nin Kürt sorununun çözümü olmadığını, paradigmal bir değişim olduğunu ve Kürt sorununun çözülmesinin de bu değişimin ön şartı olduğunu düşünüyorum. Buna paralel olarak vesayetin geriletilmesinin de Kürt sorununun çözülmesinde bir adımı olduğunu ve bu yolda atılacak her adımın vesayeti gerileteceğini düşünüyorum.

Kürt sorunu ile vesayet sistemi arasındaki bağlantıyı açar mısınız?

Çünkü bugüne kadar vesayetçiler kendilerini Kürt sorunu üzerinden var ettiler. Güvenlik bürokrasisinin ürettiği güvenlik gereksinimi PKK üzerinden hayat buldu. Bu bağlamda AK Parti 2003’te iktidara geldiği günden beri bu süreç başlamıştır. Ama birçok defa sekteye uğratıldı. İstenilen düzeyde yürümedi. Birçok darbe teşebbüsü atlatıldı. Bazen emniyet, bazen ordu, bazen bürokrasi, bazen de yargı ve medya direndi.

PKK 2004’TE NİYE ATEŞKESİ BOZDU?

Bu noktaya kolay gelinmedi yani?

Son on yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihi değerindedir. Bin tane badire atlatılarak gelindi bu noktaya. Bakın, Erdoğan 8 Ağustos 2005 tarihinde İstanbul’da yaptığı aydınlar buluşması konuşmasının aynısını, 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptı. O tarihte yapılan bu konuşmadan sonra sistem devreye girdi ve dikkat edin 2005 Kasım ayında Şemdinli hadisesi meydana geldi. Daha geriye gidelim, Türkiye AB müzakerelerini gerçekleştiriyor, OHAL’i, işkenceleri kaldırıyor. Bunlar çok önemli adımlar ve 2004’te her şey yolunda giderken birdenbire İmralı tekrar “ateşkesi bozun” emri verdi. Halen örgüt, 2004’te niçin ateşkesi bozduğunu izah edememiştir.  O tarihte ateşkes bozuldu ve Türkiye tekrar bir ateş çemberine girdi. Sonrasında AB müzakereleri sekteye uğramıştır, aynı tarihler darbe planlarının yapıldığı tarihlerdir. Bunlar hep eşgüdümlü gidilmiş ve belli ki bir yerlerde konuşularak yapılmış şeylerdir.

Öcalan bu gelişmeler esnasında yanlış mı bilgilendiriliyordu acaba?

O zamanlar Öcalan, Türkiye’deki gelişimin yapısal bir değişim olduğunun farkında olmadığı için hep derin devlet ile iş yaptı. Öcalan’n şimdi Newroz’da yazdığı mektupta ve 1999 - 2003 arasında yazdığı kitaplarda alası var bunun. Ama o zaman güçlü olan derin devletti, Öcalan da onlarla işbirliği yaptı. Bunun sonucunda avukatı Mahmut Çakar üzerinden kongre yapıldı ve ateşkes kararı bozuldu. Böyle bir takım süreçlerden geçildi. 2009 açılımına kadar birçok adım atıldı.

Adımlar atıldı ancak niçin bugünkü gibi bir karşılık bulmadı?

Oslo görüşmeleri sızdığında hatırlarsanız herkes diken üzerindeydi. Toplumdan müthiş bir tepki gelecek diye bir endişe vardı fakat hiçbir tepki gelmedi. En son geldiğimiz nokta bütün bu sürecin ortaya çıkardığı güvenle ilgili. Bu açıdan, Hakan Fidan ve Mit’in bu süreçte çok ciddi bir rolü var. Hakan Fidan, düşünce yapısı, aldığı eğitim, yazdığı tezler itibarıyla zaten buna çok yatkın bir isim. Şenkal Atasagun’dan sonraki süreci hükümetleşme sürecidir. Ondan önce ordunun elinde olan MİT, kademe kademe hükümetin kontrolüne girmeye başladı. Olması gereken de buydu zaten, sivil olması gereken bir kurum ama MİT hep ordunun elindeydi. Bir de bu dönemlerde Şenkal Atasagun ile dönemin Genelkurmay başkanı arasında Öcalan tartışması çıktı. Temel mesele şuydu, “Öcalan’ı doğru kullanıyor muyuz, kullanmıyor muyuz?”, “Öcalan sivillerin mi elinde olmalı, askerin mi?” tartışmasıydı. Atasagun’un şöyle bir ifadesi vardı; “Kimin elinde olursa olsun, biz Öcalan’ı Kürt sorununu çözebilmek için daha iyi kullanalım.” Bu aşamada Hakan Fidan, akademik formasyonuyla bu süreci yönetebileceğini kanıtlamış bir isim. Başbakan’ın da çok güvendiği biri.

YIPRATMAYA ÇALIŞIYORLAR

Başbakan’ın Fidan’a olan güveninde bu formasyonun etkisi çok önemli o zaman?

O pozisyona koyduğunuz kişiye çok iyi güvenmeniz lazım. Çünkü Türkiye’de istihbarat örgütleri hem birbirleri ile istihbarat yarışına girerler hem de birbirlerine çelme atarak birbirinin aleyhine olacak şeyler yaparlar. Jandarma istihbarat ayrı çalışır, Emniyet istihbarat ayrı çalışır, Mit ayrı çalışır. Birbirleriyle çoğunlukla istihbarat paylaşımında bulunmazlar. Emniyet istihbaratı Gülen Cemaatine yakın duruyor, Jandarma istihbarat ordunun ekseninde duruyor. Hükümet Hakan Fidan’ın projesine destek veriyor. O yüzden bu çevreler şimdi Hakan Fidan’ı yıpratmaya çalışıyorlar. Fidan bütün istihbaratı tek bir havuzda toplayıp bunun değerlendirme hakkını da MİT’e bırakıyor. Buna müthiş karşı çıktılar. Hakan Fidan’a açılan dava, Uludere’nin Hakan Fidan’a mal edilmeye çalışılması, Reyhanlı meselesinde Emre Uslu gibi çevrelerin Hakan Fidan’a yüklenmesinin ardında tamamen bu var.

BAŞBAKAN FİDAN’A ÇOK GÜVENİYOR

“Hakan Fidan’ın Projesi” dediniz. Haliyle Fidan ismine Başbakan’ın sahip çıkması da çok önemli oluyor burada?

Hakan Fidan bana göre, (90’larda bunu söyleyeceğime hiç inanmazdım ama) Kürt sorununun çözümü için bir şanstır ve bu şansı iyi kullanmak gerekir. Demek ki kurumlar değişir. Tabii Erdoğan’ın Fidan’a sahip çıkması da çok önemli. Bu güç ile ilgili bir şey. Aynı Erdoğan, Şemdinli hadisesinden sonra 27 Nisan E-muhtırasından sonra hem Ferhat Sarıkaya’yı hem Sabri Uzun’u görevden aldı. O zaman ancak bu kadarını yapabiliyorlardı ve 2005’ten 2007’ye kadar Kürt sorunu rafa kaldırıldı. Ben çözüm sürecinin en kritik noktası olarak 27 Nisan muhtırasında Erdoğan’ın dik durması olarak görüyorum. Eğer hükümet önceki hükümetlerin tavrını sergileseydi bugün süreçte bu noktaya kadar gelemezdik. Sivil toplumun tepkisi de çok önemliydi. Hep birlikte darbeyi boşa çıkarttılar. Türkiye gerçekten darbe dönemini kapatmış oldu.

Peki Cemaat’in çalışmaları ve çözüm sürecindeki tavrı bölgede nasıl yorumlanıyor?

Gülen cemaati bölgeye yabancı bir cemaattir. Milliyetçi reflekslere sahip. Samanyolu TV’de “Ölümsüz Kahramanlar”, “Şefkat Tepe”, “Tek Türkiye” gibi programlar yayınlandığı sürece istediğiniz kadar “sulh” deyin, istediğiniz kadar “müzakereleri destekliyoruz” deyin, bölgede bir karşılığı ve anlamı yok. Kürtçe Dünya TV’yi açtılar, ama burada da bu programların Kürtçesini yayınlıyorlar. Gülen Hocaefendi bunları söyleyebilir ama cemaatin bazı yazarları aynı şeyleri söylemiyor. Veya onlar adına hareket ettiği algılanan Emre Uslu’lar, Önder Aytaç’lar böyle söylemiyor. Aralarında organik bir bağ olduğunu zannetmiyorum ama o kitleyi kullanarak sözlerine karşılık bulmaya çalışan insanlar onların tetikçiliğini yapıyor. Today’s Zaman gazetesinde “Biz AK Parti ile hangi konularda anlaşamıyoruz” diye bir yazı yazdılar. Ve cemaat olarak müzakereye karşı olduklarını ifade ettiler. Mavi Marmara ve İsrail politikasında hükümet ile uzlaşamadıklarını, KCK konusunda hükümetle uzlaşamadıklarını ifade ettiler. Çok sert bir şekilde KCK’nın üzerine gidilmesini ve operasyonların yaygınlaştırılmasını istiyorlar. Hükümet ise tam tersine KCK operasyonlarının yaygınlaştırılmasının sürece zarar vereceğini düşünüyor. Hükümetin İsrail politikasını hiçbir şekilde doğru bulmuyorlar.

SORUN SÜRDÜKÇE KİMSENİN ŞANSI YOK

Özellikle KCK konusundaki sert tutumun arkasında yatan sebep nedir sizce?

Cemaat bölgede güçlü olmak istiyor. Fakat karşılarında KCK gibi örgütlü bir yapı var. Şimdi cemaat çıkarı, ülkenin veya ümmetin çıkarına tercih edilince ortaya bu tablo ortaya çıkıyor. Ama bu sorunun bitmesi çok daha büyük bir paydayı ortaya çıkarıyor. Bırakın o adamlar gelsin burada, yapılanmalarını yapsınlar. Fakat bu sorun sürdüğü müddetçe burada kimsenin hiçbir şansı yok. Burada savaş alanı var savaşan iki taraf var, bizler de burada kendi kendine var olmaya çalışan sivil toplum yapıları haline geliyoruz. Kan dökülüyor, insanlar ölüyor, böyle bir yerde cemaat çıkarı nasıl düşünülür? KCK’yı bölgede kendi varlıklarına bir tehdit olarak algılıyorlar. Ve onlara göre PKK’yla ancak silahla mücadele edilir.

Özellikle “PKK tamamen silah bırakmadan neye göre uzlaşılıyor?” şeklinde bir argüman ileri sürülüyor?

Bu zaten yıllardır devletin kullandığı dil değil mi? Gülen Cemaatinin bu açıdan bölgede çok karşılığının olmadığını biliyoruz. Söylemlerinde birçok şeyi aşmış olmalarına rağmen durum bu.  Ama 90’ların Cemaati de yok karşımızda. Birçok konuda kendilerini yenilediler. Buna rağmen bazı konuları hala aşamadılar. Bölgesel bir güç olmak istiyorlar, buraya çok güçlü yatırımlar yapıyorlar, insanlarını gönderiyorlar, dershaneler, yurtlar okullar açıyorlar. 200’ün üzerinde öğrenci evleri var, birçok yurtları var fakat oralara giden öğrencilerin çoğunun cemaat adına kazanılmış olduğunu iddia edemeyiz. Bir süre sonra başka yerlere ayrılıyor öğrenciler. Ben Cemaati şeytanlaştırmayı hiçbir şekilde doğru bulmuyorum. Fakat onların da bu bölgeye ve Kürtlere, ayrıca İslamcılara katı ve dışlayıcı tutumu görmezlikten gelinemez.

 

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"