Balyoz planını değerlendiren askerî savcılık, bu ‘seminerin’ bir darbe hazırlığı olduğu kanaatine vardı. Bu sonuca varmalarında, ellerindeki konuşma dökümlerinin içeriği kadar, söz konusu toplantının nasıl ele alındığı da etkili olmuş gözüküyor. Çünkü bilirkişi raporuna göre bu ‘seminerin’ konusu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın emrine aykırı bir içerikte olmasına karşın, toplantıda kimse buna işaret etmiyor, durumun önceden herkesçe bilindiği izlenimi ediniliyordu. Ayrıca ‘olasılığı en yüksek tehlikeli senaryonun’ tartışılmış olduğu gerçeği toplantı sonrasında gizlenmiş, sonuç raporunda yazılan maksatların seminer uygulama emrinden tamamen farklılaşmasına karşın, başka bir ‘sonuç raporu’ hazırlanmıştı. Diğer bir deyişle o ‘seminere’ katılanlar toplantının bir darbe hazırlığı olduğunu biliyorlardı ve bunu üst makamlardan gizlemeye yönelik tedbirleri de almışlardı. Kısacası eğer bu toplantı kayıtları tümüyle uyduruk değilse, darbe hazırlığının varlığı ve bu hazırlığın TSK’nın rutin çalışmaları ve emir komuta zinciri dahilinde yapıldığı açıktı...
Ancak bilirkişi raporunda darbe planının kapsamını aşan iki önemli detay daha bulunuyor. Birincisi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın bu ‘seminere’ ilişkin herhangi bir değerlendirme veya tenkitte bulunduğuna dair bir yazışmaya rastlanmamış. Bunun anlamı, darbecilerin bilgi sızdırmama konusunda son derece örgütlü olduklarını akla getiriyor. Ancak bunun ne derece gerçekçi olduğu sorguya açık, çünkü sonuçta bu sızma gerçekleşmiş durumda. Nitekim ikinci önemli detay da bununla ilgili. Rapor’a göre, karargâh dışına çıkarılan belgelerin bütünlük arz etmesi, belgelerin başlangıçtan itibaren bilinçli ve uzun döneme yayılarak kaçırılmış olabileceğini düşündürtmekte. Yani o ‘seminerdeki’ bazı subaylar olanların yanlış olduğuna inanmalarına rağmen ağızlarını açmamış, ama bilinçli olarak delilleri saklamışlar.
Şimdi soru şu: Eğer ‘seminer’ Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın emrine uymadıysa ve onu ‘aldatacak’ bir sonuç yazdıysa, delilleri saklamış olan subayların öncelikle Kuvvet Komutanlığı’na başvurmaları gerekmez miydi? Bunu yapmadıkları anlaşıldığına göre sebep ne olabilir? Yoksa bu üst makama da güvenmediler mi? Yoksa Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın kasten farklı bir toplantı içeriği ürettiğinden ve aslında darbe planının tartışılacağını bildiğinden mi kuşkulandılar? Acaba bu makamın ‘seminere’ ilişkin herhangi bir değerlendirme veya tenkit yazısı yazmamasının nedeni de bu mu? Bunlar açık uçlu sorular, ama yokmuş gibi davranılamayacak da sorular...
Darbe ‘seminerinde’ zıt düşüncede subayların yan yana oturması ve bir tarafın susması, ordu içinde kariyer konusunda iki farklı eğilimin bulunduğunu ima ediyor. Önce yakın geçmişteki kariyer çizgilerinden birkaç detaya bakalım... Balyoz planının bir numaralı komutanı olarak gözüken Çetin Doğan’ın 28 Şubat döneminde Batı Çalışma Grubu’nun başında bulunduğunu ve EMASYA protokolünün imzacısı olduğunu biliyoruz. 28 Şubat’ın en etkili komutanı olan Çevik Bir’in ise 12 Eylül’ün hemen öncesinde Kenan Evren’in yaveri olduğuna işaret edilmişti geçenlerde... Somut detaylar o denli önemli değil, polisiye bir takibin anlamı yok, ancak bu ilginç bağlantılar TSK içinde askerlik mesleğinin ima ettiğinin dışında bir kariyer anlayışının olduğunu akla getiriyor.
Aslında bunda şaşırtıcı bir yan yok. Düşünün ki gerçekte komşularıyla ilişkileri giderek yumuşayan, AB üyeliğine meyletmiş bulunan, yani yabancı bir ülke ile savaşma ihtimali çok azalmış bir ülkenin ordususunuz. Öte yandan rejimin ideolojisinden ve yapılanmasından beslenen kurumsal imtiyazlarınız var ve bunları sürdürmek istiyorsunuz. Bu durumda siyaset üzerindeki gücünüzü korumanın tek yolu ülkenin iç tehditlere maruz kaldığını işlemek ve bunu devlet bakışı haline getirmektir. Böyle bir ordunun toplumsal değişimler karşısında çekingen davranması onu güçsüzleştireceğine göre, askerin sürekli olarak topluma müdahaleye hazır tutulması ve gerektiğinde bu müdahaleleri yapması gerekecektir.
Sizce böyle bir ordunun kariyer anlayışı nasıl olur? Kimler hangi ölçütlere göre yükselir ve kimler niçin erken emekliye ayrılır? Tek kriterin darbecilik olduğunu söylemek mümkün olmasa da, özellikle kritik önemdeki pozisyonlar açısından darbeciliğe yatkın kişilerin ‘değerlendirilmesi’ beklenmez mi? Bu da üst seviyelere doğru çıkıldığında kariyeri belirleyen unsurun askerlik mesleğinden ziyade ‘siyaset’ olduğunu ima etmez mi?
Ergenekon davası sayesinde ortaya çıkan temizlik imkânı belki bu açıdan da etkili olur ve bundan böyle darbeciliğe yatkın olanlardan ziyade askerlik mesleğini ciddiye alanların yükselmesine tanık olunur. Kim bilir, belki o zaman Balyoz ‘seminerine’ katılan ama aslında darbeciliğe karşı olan subaylar da ya o toplantıda açıkça itiraz edebilirler, ya da hiç olmazsa sonrasında olayı Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na götürme cesaretine sahip olurlar. Böylece onlar o kadar evrakı yıllarca saklama yükünden kurtulurlarken, bizler de böylece normal bir ülkenin gazetelerine ve gazetecilerine dönüşürüz.
TARAF