Fatma Zehra İzgi / Düşünce Günlüğü
Sema İçin: Umudu yitirmek gibi bir seçeneğimiz yok
Babama gelen For Sama (Sema İçin) belgeselinin gösterimi için gelen davetiyenin muhatapları aslında babam ve annemdi. Fakat böyle bir davetin geldiğini görünce atmaca gibi “Ben giderim!” diyerek atladım teklife. Annem gitmek istiyorduysa bile, o tepkiden sonra klasik cümlesi “Siz gidin baba - kız”ı kurmuş olabilir…
Filmin az buçuk içeriğinden haberdardım. Ama ne fragmanını izledim daha önce ne de yorumlarına baktım. İtiraf etmeliyim ki gitmeyi bu kadar istememin nedenlerinden biri de belgeselin Oscar ve Bafta adayı olmasıydı. Öyle ya da böyle gittik filmin gösterimine. Giderken arabada babamla yaptığımız klas konuşmalarımızdan yapmaya başladık: Dostoyevski’nin etik hayat anlayışı, ayrıcalıklı beyaz Amerikan kadın yazarları neden seviyorum ve üniversite hayatı bir simülasyon gibi… O konuşma sırasındaki tek gerçekliğe yakın derdim, okulun servis araçlarının çalışmaması ve bu nedenle yarınki derse gidemeyecek olmamdı. Arabayı park edip, Atlas Sineması’na doğru yürürken babam yine bir soru sordu: “Almanya’da yaşamak ister miydin?” Cevabım net bir şekilde “Hayır!” oldu. “Avrupa’da ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaya hiç niyetim yok. Ama Amerika olabilir. Orada hepimiz ikinci sınıf oluyoruz mantıken.” dedim. Babamın bu soruyu sormasının bir nedeni olduğunu düşündüm. Meğer AKM’nin binasının tasarımını Alman tasarımlarına benzettiği için sormuş sadece… Böyle benzetmeleri yapabilmek için yaşanır herhâlde Almanya’da diye düşünüp “Ben de Almanya’nın sanat anlayışını beğeniyorum. Hamburg’ta yaşayabilirdim sanırım. Ama yine de Almanya ilk tercihim olmazdı.” dedim. Fransız filmleri, Alman estetiği konuşmaları devam ederken, babam namaz kılmak için civardaki camilerden birine girdi, ben de tek başıma gösterimin yapılacağı Atlas Sineması’na gittim. Söylemeyi unuttum bunu ama gösterimin Atlas’ta yapılacağını bilmek de gelme nedenlerimden biriydi. Türkiye’de gördüğüm en estetik sinema salonu. Lafı yeterince uzattım, artık film kısmına gelmeliyim gibi hissediyorum. Ama şunu söylemeden de geçemem ki gittiğim en iyi organizasyonlardan biriydi. Dondurucu İstanbul soğuğu içime işlemişken, içeride beni Halep kahvesi ve yemekleri bekliyordu. Bilmediğim yemeklerden yiyemem prensibim nedeniyle onlardan almadım. Kahve lezzetliydi ama bana göre fazla sert... Aynı film gibi…
“BEN BİR İNSANIM”
Gösterimden önceki kokteyl sırasında babam da ben de arkadaşlarımızı gördük, biraz onlarla sohbet ettik. Lisede birlikte okuduğumuz, şimdi de aynı üniversitede olduğum bir arkadaşım bu organizasyonda gönüllü çalışıyordu. Biraz onunla lafladık. Bir süre sonra film başlayacağı için salona geçip yerlerimizi aldık. Başlangıçta, mültecilerin dünyadaki yeri ve bu insanların dünya ve Türkiye tarafından göz ardı edilemeyecekleri bir gerçek olduklarına dair kısa bir konuşma yapıldı. O konuşmada bana en çok dokunan söz; kötülerin az sayıyla çok iyi organize olup, nefret söylemlerini haklı çıkarabilme yetenekleri fakat biz iyilerin düzgün şekilde organize olamadığından, sayımız ne kadar fazla olursa olsun çil yavrusu gibi dağıldığımıza dair. Sözler kelimesi kelimesine bu şekilde değildi tabii, ben mealen özünü aktarıyorum.
Yarası olan gocunur derler ya sanırım o sırada onu yaşadım. Bu konuşmadaki gerçeklikten haberdarım ama bugüne dek hiçbir şey yapmadım, hâlâ da yapmıyorum suçluluğunu hissettim. O sırada konuşmacı, geçtiğimiz aylarda neredeyse hepimizin gördüğü, Türkiye’deki mülteci (insan) düşmanı yobazların nefret söylemlerine verilebilecek en güzel cevabı veren çocuğu, Ahmet’i çağırdı ve o insanlara verdiği cevabı bir kere de salonda vermesini istedi. Ahmet de iki defa “Ben bir insanım!” diye bağırdı. Bunu bir filmde izliyor olsak “Vay be, iyi sahneydi!” der geçerdik. Gözünün önünde yaşanılan bir gerçeklik olunca durum biraz daha farklı oluyormuş, onu anladım. Konuşmalardan sonra film başladı.. İlk beş dakikada erken bir düşünceyle kendime bu filme gelmenin yanlış bir karar olup olmadığını sordum. İlk sahnesi bombalanan bir hastane ve çocuğunu kurtarmaya çalışan bir anne olan filmi hatta belgeseli ilk izleyişim idi. Belgesele konu olan, Waad adında Halep’te üniversite okuyan bir kadının, Arap Baharı Suriye’yi vurduğunda kaydettiği görüntülerdi. Waad, Halep’i terk etmeyi reddederek Esed rejimine karşı direnen devrimciler arasında. Direnişinde yanından ayırmadığı iki silahı var: Kamerası ve devrim günlerinde doğan kızı Sama. Rusya’nın adice üzerlerine bombalar yağdırdığı ve dünyanın sustuğu 6 senelik katliam boyunca Waad al-Kateab, yaklaşık 300 saatlik kayıt yapıyor. Tüm çıplaklığıyla, an ve an çekiyor devrimi.
BİLMEK SORUMLULUKTUR
Devrim kullanması havalı bir kelime. Yaşananlar savaş değil kesinlikle. Savaş olması için iki tarafın da silahları olmalı. Bana kalırsa hastanelerin bombalandığı, bir çocuğun kardeşinin kanlar içindeki cesedi başında ağladığı bir gerçekliğin adı: Katliam. Pek çok kişi örnek olarak nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudileri öldürmesini katliam olarak adlandırıyor fakat iş Suriye’de yaşananlara gelince o taktıkları insancıl maskelerini çıkarıp, nefret dolu, iğrenç söylemlerini kusuyorlar. Devrim, Suriyelilerin yaşadıklarını anlatmak için seçtiği kelime. Ülkelerini ne pahasına olursa olsun savunmaları, Halep’i bırakmama mücadelelerini o şekilde adlandırıyorlar. Belki de bu kelimeyi kullanmak onlara ülkelerini terk etmeme gücünü veriyordu, bilemiyorum… Waad al-Kateab da bu devrim günlerinde hayata sıkı sıkı tutunan isimlerden biri. Onu diğerlerinden ayıran özelliği yılmadan, yıkılmadan işlenen bu insanlık suçunu kayıt altına alması. Eşi Hamza doktor olduğu ve hastanede bir hayat kurdukları için, olayların sadece sokaklardaki ayaklanma kısımlarını değil; kanlar içindeki insanların görüntülerini de kayıt altına alabilmiş Waad. Toplu mezarların kazılması, çocuk cesetleri, şarapnel parçalarından vücudu dağılmış insanlar ve daha pek çoğunu sansürsüz şekilde izledik. Normalde bu tarz sahnelerde gözlerimi kapatırım veya birkaç dakika ileri atarım filmi ama Waad bunları çekecek cesareti bulduysa, izlemek de benim sorumluluğum diye düşünerek her sahneyi izledim.
Salonda Türklerin yanı sıra Suriyeliler de vardı. Hatta bir tanesi yanımda oturuyordu. Haklı olarak bazı sahnelerde ağladı. Kız olsaydı ona sarılmak isterdim veya bilmiyorum belki de kendi hâline bırakmam gerekirdi. Filmde bir sahne vardı ki aradan saatler geçmesine rağmen gözümü kapattığımda, görüntüsü karşımda beliriyor. Dokuz aylık hamile kadın yaralanıyor, hastaneye getiriliyor. Annenin kurtulma şansı yok fakat bebeğin var. Doktorlar, ölü kadının bedeninden bebeği çıkarıyorlar, kordonunu kesiyorlar fakat bebek bembeyaz… Nabız yok. Bir süre türlü yöntemler deneyip, kalp masajı yapıyorlar. Sanıyorum tüm salon nefesimizi tutup, bebeğin hayata döneceği umuduyla izledik o sahneyi. Uğraşlar sonucunda bebeğin ağlama sesi duyuluyor ve rahat bir nefes alıyoruz… Film çok derindi, alt üst etti duygularımı ama bir saat kırk dakikanın her dakikasında umut vardı. O bebeğin hayata dönmesi, çocukların üzerlerine bombalar atılırken sırt çantalarını takıp okullarına gitmeleri, gelecekte Halep’i tekrar tasarlamak istediği için mimar olma hayali kuran o çocuk… Çocukların varlığı ve hayalleri, umudu yitirmenin bir seçenek olmadığını hatırlattı.
ÜMİTVAR OLMAK BİR İNSANLIK GÖREVİDİR
Filmin sonu herhangi bir Hollywood filmi gibi seyirciye istediğini vererek bitmiyor. Devrimci Suriyeliler, rejimle anlaşmaya varıp sürgün ediliyor. Dünyanın, özellikle de Türkiye’nin dört bir yanına dağılmaktan başka seçenekleri kalmıyor bu insanların da. Ülkemizin çoğunluğunun ağzında şu laf “Onları ülkelerine geri yollayacağız.” Umarım onları, canlarından çok sevdikleri ülkelerine gerekli düzeni sağlamış şekilde uğurlarız. Bir misafir geldiği zaman ona en rahat terlikleri verir, en temiz havlularımızı banyoya koyar, yemek için güzel sofrayı kurar, imkânlar dahilinde onu rahat ettirmeye çalışırız. Bu insanların da evimize gelen misafirimizden farkı yok aslında. Hatta bu misafirler savaş travması yaşamış kişilerken, onları tekrar ateşe atmayı istemek de bir insanlık suçu değil mi?