Selimiye’de

Ahmet Altan

“Ülkenizin ordusunda nasıl subaylar olsun” dendiğinde “işte böyle” diye gösterilebilecek bir hâkim albayın odasına aldılar beni.

Uzun boylu, yakışıklı, kibar, ölçülü, saygılı, genç bir albay.

Geniş ve aydınlık odasının büyük pencerelerinin altında saksılar içinde çiçekler duruyor.

Masasından, odasından, üniformasını taşıyış biçiminden titiz ve zevkli biri olduğu anlaşılıyor.

“Taze çay demlettim, içer misiniz,” dedi.

Kulplu bir cam fincanda çay getirdiler.

Konuşmaya başladık.

“Yayımladığımız Balyoz Planı belgelerinin orijinallerini biz mi CD’ye geçirdik yoksa bize o bilgiler CD içinde mi geldi,” öğrenmek istediği buydu.

“Baransu’ya CD’ler halinde getirdiler, biz CD’ye çekmedik” dedim. “CD’leri verirken belgelerin orijinallerini de göstermişler.”

Belgeleri kimin getirdiğini bilip bilmediğimi sorduktan sonra, “tabii kaynağınızı söylememe hakkınız var” diye kibarca ekledi.

“Birinci Ordu’da görev yapmış bir emekli subayın getirdiğini biliyorum ama kimliğini bilmiyorum. Bilsem de söylemem,” dedim. “Zaten kaynakların açık kimliklerini sormam, belgelerin doğru olup olmamasıyla ilgilenirim. Bana yazıişlerindeki arkadaşlarımız CD’lerin üstündeki bilgileri gösterdiler, orada, o belgeleri kimin, ne zaman, nerede yazdığı açıkça görülüyor.”

“Önce orijinal belgeler mi yoksa CD’ler mi geldi” diye sordu.

“Gazetede haberlerin yayımlanış tarihlerine bakarsanız belgelerin geliş sırasını görürsünüz. Önce CD’ler geldi. Yayımladık. Sonra Çetin Doğan televizyonları dolaşarak Balyoz Planı’nı yalanlamaya başlayınca sanırım onun yalanlamasına tepki olarak bir bavul orijinal belgeyi de bize verdiler. Biz de savcılığa gönderdik. Biz, prensip olarak elimizde bilgi ve belge tutmayız, belgeyi alır almaz doğru olup olmadığını araştırırız, doğru olduğuna karar verdiğimiz anda da yayımlarız.”

Sonra kendisine bu belgelerin doğru olduğundan emin olduğumu söyledim.

“O CD’lerin üstündeki kayıtlar bütün belgelerin Birinci Ordu’da hazırlandığını kanıtlıyor. Eğer bunlar bu orduda görev yapan birileri tarafından hazırlanmadıysa durum daha da vahim demektir, çünkü o zaman Birinci Ordu sahte belgeler hazırlayacak birilerinin eline geçti anlamı çıkar.”

Anladığım kadarıyla askerî savcılar da o CD’lerin “elektronik parmak izlerine bakıp” Birinci Ordu’da hazırlandıklarını görmüşlerdi.

“O belgelerde harekât görev emirleri ve o harekâtta yer alan personelin sicil numaraları var, bunları burada çalışmayan biri nasıl bilecek?” dedim, “o planlar çılgınca ama gerçek, burada hazırlanmışlar. Biz harekât emirlerinin hepsini yayımlamadık ama hepsinde isimler ve sicil numaraları bulunuyor.”

Savcı, kendisinin sadece CD’lerle ilgilendiğini söyleyerek, “orijinalleri Adli Tıp’a gönderildiği için zaten şimdi onları göremiyoruz” dedi.

Sonra konuştuklarımız genç bir hanım tarafından tutanağa geçirildi.

İmzaladıktan sonra, genç albay, “bazen yazıyorsunuz,” dedi, “ama biz emirlerle soruşturma yapmıyoruz ya da olayı kapatmıyoruz. Emin olun komutanımız da olayın aydınlanmasını çok istiyor.”

Sorgu bittikten sonra genç albay beni koridora kadar yolcu etme nezaketini gösterdiğinde kendisine, “yayımladığımız belgelerle ilgili bir şey öğrenmek istediğinizde bizi arayın” dedim, “biz bir sistemin ortaya çıkması için yayımlıyoruz o belgeleri, kimseden de saklamıyoruz, istediğinizde size de veririz.”

Yanıma kattıkları astsubayla birlikte yeniden Nizamiye’ye doğru uzun bir yürüyüşe çıktım.

Epeydir sakat olduğum için bastona dayanarak zorlukla yürüyordum, ağır aksak, topallayarak yürürken rastladığım subaylar başlarıyla çekingen ve kibar selamlar veriyorlardı.

Bense o uzun taş koridorları ilk kez yaklaşık kırk yıl önce gördüğümü düşünüyordum.

İki yanına, tüfeklerinin süngülerini ileri doğru uzatmış askerlerin dizildiği koridorlardan Mehmet Altan’la birlikte geçip babamın yargılandığı askerî mahkemeye giderdik.

Bazen dinleyici sıralarında sadece Mehmet’le ikimiz olurduk, oraya babama destek olmak için gelebilecek dostlarımızın çoğu tutukluydu.

Babam, sanık sırasında otururdu, arkasında silahlı askerler nöbet beklerdi.

Bir keresinde babam o gür sesiyle bir savunmaya başlamış, sesine bütün savcılarla yargıçlar gelip, kapıya toplanarak dinlemeye başlamıştı, kürsüdeki askerî yargıç babamı susturmak için muhafızlarına emir vermişti.

Bir darbe dönemiydi.

Şimdi ben başka bir darbe girişiminin belgelerini yayımladığım için tanık olarak geçiyordum o koridorlardan.

Babamın avukatlığını yapan Gülçin Hanım’ın taş duvarlarda yankılanan topuk seslerini duydum sanki bir ara.

Bize “niye bu belgeleri yayımlıyorsunuz” diye soran gazeteciler var, cevabını nasıl bilmediklerine hep hayret ediyorum, cevap çok basit çünkü:

“Bu ülkenin dürüst ve demokrat insanları o koridorların sonundaki mahkemelerde bir daha yargılanmasınlar” diye.

TARAF