Selim Çürükkaya, Sakine Cansızı Anlatıyor (VİDEO)

Boyun eğdiğin sistemin gözünde sen sağken bir düşkündün... Şimdi öldün ya, seni bir azize yapıyor sistem. Çünkü seninde bildiğin o sistem için diri kahramanlar değil, diri düşkünler ile ölü kahramanlar lazımdı.

SELİM ÇÜRÜKKAYA / KURDİSTAN-AKTUEL

Sakine, bu gün, yani 10.01.2013’te Türkiye’de yayınlanan bütün gazetelerin manşetiydin. Bütün televizyonlar senden söz ediyorlardı. Sen bizim kader arkadaşımızdın, zulmün baskının, işkencenin altında bizimle kol kolaydın.

Cehennemde zebanilere boyun eğmedik, karanlıklarda meşale olduk, hiçbir güç yıldıramadı bizi. Kendimizi yiyerek yaşadık. Alnımızın akıyla duvarları yıkarak dışarı çıktık. Bekaa vadisinde kendimizi başka bir zindanda bulduk. Birinci zindanımızda yenilmedik Sakine, ama ikincisinde bir ay sonra yenildik ikimizde, yenildik, Sakine! Bizi yenen işkence ve zulüm değildi bu kez, en yakınlarımız ve gafletimizdi. Sen intihar etmek istedin, seni vazgeçirdim, intiharla olmaz bu dedim ve sen vazgeçtin, bu kez direnmeye geçmek istedin, onun da ortamı yoktu, seni sabırlı olmaya davet ettim, bana küstün Sakine!

Sevdiğin adam Mehmet Şener öldürülünce tamamen yıkıldın Sakine, yıkıldın, Küstün hayata, öldüğün güne kadar hiç gülmedin ve kötü olan her şeye lanet ettin.... Sırf hain damgası yememek için boyun eğdin, horlandın, hakarete uğradın, kanı peş para etmezlerin emrine verildin, adın bütün beyinlerden ve gönüllerden silinmek istendi.. Ardından var mısın yok musun oldun Sakine... Ama sen boyun eğmeye devam ettin.

Sevdiğin adam Mehmet Şener’in akibetini 1991’in Kasımında öğrendin. Ama kendi akibetini sen görmedin, ben gördüm Sakine. . Akibetiniz ne kadarda birbirine benziyordu? Hayret etmemek mümkün değildir! Sevdiğin Adam Mehmet Şener 1991 kasım ayında iki arkadaşı ile birlikte Kamışlu kentinde bir oda da kalırken bir istihbarat örgütü ve onun kulları odayı basarak, ellerindeki silahla Mehmet Şener ve arkadaşlarının kafalarına sıkarak öldürdüler. 20 Yıl sonra Paris’te bir odada yine bir istihbarat örgütü ve onun kulları tarafından senin ve iki arkadaşının kafalarına kurşun sıkılarak öldürüldün. Bu ne kıyamettir! İçim kan ağlıyor Sakine?

Seni iki belge ile okuyucularıma anlatmak istiyorum. Sen benim gönlümde her zaman bir kahramandın. Sağken de, yaşamını yitirdiğinde de. Öldürüldün, cenazene bile gelmedim Sakine.

Boyun eğdiğin sistemin gözünde sen sağken bir düşkündün... Şimdi öldün ya, seni bir azize yapıyor sistem. Çünkü seninde bildiğin o sistem için diri kahramanlar değil, diri düşkünler ile ölü kahramanlar lazımdı. Seni iki ayrı mekanda anlatan iki ayrı belgeyi yayınlıyorum.:

Yer Diyarbakır Zindanı Tarih 1986. Sakine Cansız bana bir mektup yazdı ve bu mektubu 1990 tarihinde yayınlanan “12 Eylül karanlığında Diyarbakır Zindanı adlı kitabında” yayınladım.

"Sevgili Selim, arabadan aşağı indiğimizde ne kadar sevindiğimi şimdi anlatamam. Bu Mazlum'u, Hayri'yi ve sizleri görme sevinciydi. Uzun yıllar sizlerden ayrı kalmam artık son bulacaktı. Sizlerle konuşacak, dertleşecek, geçmiş anılarımızı birlikte yaşayacaktım. Erkek arkadaşlardan benle Elif‘i hemen ayırarak cezaevi bahçesinden cezaevinin giriş salonunun yanındaki merdiven altına aldılar. Bir asker duvara dönmemizi istedi. Elif döndü. Ben dönmeyince, asker benimle tartıştığı sırada, kırmızı yüzlü uzun pardüsolu biri salondan çıkarak yanımıza geldi.

Hiçbir şey konuşmadan var gücüyle elinin ayasıyla yüzüme vurdu: ‘Dön önüne kaltak!’ dedi. Gözlerim karardı, neye uğradığımı şaşırdım. Ama, inadına duvara dönmedim. Erkek arkadaşları eşyalarıyla birlikte önümüzden geçirerek uzun koridora aldılar. Tekmelerle, yumruklarla arkadaşları döverek itekliyorlardı. Onları koridorda beklettikleri sırada, benle Elif'i alarak arkadaşların bekletildiği koridordan geçirdiler. Arkadaşların çoğu boyunlarını eğmiş alttan bize bakıyordu. Ben arkadaşların bu durumuna bir anlam veremedim ve başım dik onları geçtim. Bizi demir bir kapıdan boş bir koridora aldılar. Koğuş kapısına götürdüklerinde iki asker üstümüzü aramak istedi. Ben: ‘Biz bayanız, siz üstümüzü arayamazsınız. Gidin bayan gardiyanları çağırın.’ dememe rağmen, askerler bizlere saldırarak hem üstümüzü aradılar hem de dövdüler. Sonra koğuş kapısını açarak bizi birinci kata koyup kapıyı kapattılar. İşkenceci askerler gittikten sonra, koğuşun sağını solunu, ranzaların altını üstünü yokladım, hiçbir canlı yoktu. Ayakkabılarımı ayağımdan çıkararak pencerenin yanındaki ranzanın üstüne çıktım. Karşıda beş altı demir parmaklı pencere, dört duvarlı bir havalandırma ve havalandırma genişliğinde bir gökyüzü parçasından başka bir şey görünmüyordu.

Ranzadan aşağı inince Elif’le biraz konuştum: ‘Elif dedim, Seninle uzun süreden beri cezaevinde kaldık. Aramızda bazı tatsızlıklar oldu; ama seninle daima iyi geçinmeye çalıştım. Bundan sonra da iyi geçineceğiz. Burası Elazığ'a benzemez, düşman sana bazı şeyler teklif edebilir. İspiyonculuk yapman için seni zorlayabilir. Seni kullandılar, sevgilini öldürdüler diyebilirler. Biliyorsun, Parti haksız yere kimseyi öldürmez. Celal Aydın, Parti içerisinde komplo yapmaya çalıştı. Partiden habersiz seninle duygusal ilişkiler içerisine girdi ve yüzüstü bıraktı. Düşman senin bu durumunu biliyor. Bunun için seni kullanmaya çalışacaktır. Dikkatli olmalısın.’ dedim. Elif’de dediklerime katıldı. Partiye zarar vermeyeceğini söyledi.

Yaklaşık bir saat sonra Yüzbaşı Esat, bir grup gardiyanla birlikte koğuşumuza girdiğinde, elindeki copu bana doğru sallayarak: ‘Sakine elimden çekeceğin var, ben seni Tunceli'nin vahşi dağların da ararken; seni burada buldum’ dedi. Yanıma yaklaşarak çenemden tuttu, başımı kaldırarak gözlerimin içine bakmaya çalıştı. Ben çenemi elinden kurtararak bir adım geri çekildim. Buna rağmen Esat bana yanaştı: ‘Türk müsün, Kürt müsün Sakine?“’ dedi. Kürt olduğumu söyleyince, yüzüme bir tokat attı.

Diğer taraftan birkaç gardiyan Elif‘e aynı soruyu soruyordu. Elif hiç direniş göstermeden Türk olduğunu söylemişti. Yüzbaşı Esat bana Türk olduğumu söylettiremeyince: ‘Yatırın bunu yere’ diye gardiyanlara emir verdi. Onlar böyle bir şeye çoktan hazırlardı zaten. İriyarı olan biri saçlarımdan tutarak beni yere attı. Esat: ‘Bunun bacaklarından tutup ayaklarını havaya kaldırın“’dedi. Askerler ayaklarımı havaya kaldırınca, Yüzbaşı Esat, elindeki copla önce ayaklarımın altına; sonra bacaklarıma, daha sonra da bacaklarımın arasına vurmaya başladı. Ben feci bir acı duyarken, onun bu işten zevk aldığı yüz hatlarından belliydi. Uzun bir süre beni dövdükten sonra: ‘Türk müsün, Kürt müsün?’ sorusunu birkaç kez daha sordu. Kürt olduğumu, zorla, işkenceyle Türk olamayacağımı anlattım. Ama adam hiçbir şey anlamayacak kadar hayvandı.

İki gün iki gece saat başı koğuşumuza gelen Yüzbaşı ve gardiyanlar böyle saçma sorular sorarak olumsuz cevap alınca, bana işkence yapıyorlardı. Burada kaldığımızın üçüncü gecesiydi. Koğuşun penceresine çıkmış havalandırmaya bakıyordum. Birden üst koğuşun penceresinden havalandırmanın tavanına yansımış bir insan gölgesi gördüm. Hemen çağırdım. Elazığ'dan geldiğimi, adımın Sakine olduğunu söyledim. Penceredeki gölge: ‘Tamam tamam, sana not yollayacağız’ dedi. Evet, evet, bu bir bayan sesiydi bu. Müthiş sevindim. Üç günden beri bir tutuklu bayanla ilk kez ilişki kuruyordum. Şimdiye kadar neden benimle ilişki kurmamışlardı diye düşünürken, ince bir ipin ucuna bağlı bir paketin aşağı sarkıtıldığını gördüm. Elimi uzatarak paketi aldım. Hemen açarak okudum. Yazının içeriği aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:

“Sakine, sizi buraya getirdikleri günden beri sana yazmak istiyorduk. Ama karşıki pencerelerden izlendiğimizden şimdiye kadar notu gönderemedik. Cezaevinde erkek arkadaşlara çok vahşice işkenceler yapılıyor. Birkaç gün önce, biz de sekiz günlük açlık grevine katılmıştık. Yapılan tüm işkencelere rağmen açlık grevini sonuna kadar sürdürdük. Sonra biz dört kişiyi diğer arkadaşlardan ayırıp sizin kaldığınız alt koğuşa koydular. Siz gelmeden iki gün önce, Türk olduğumuzu söyledik. Bizi buraya arkadaşların yanına verdiler. Burada hiç bir kurala uymuyoruz. Sen Türk olduğunu söylemezsen seni buraya, vermezler. Yarın Türk olduğunu söyle yanımıza gel. Burada kurallara uymayız. Selamlar.” Aysel Çürükkaya.

Yazıyı okuyunca gözlerim yaşardı. O gece hiç uyuyamadım. Sabah işkenceciler yine geldi. Her günkü gibi yine Türk olup olmadığımı sorup dövdüler. Dövdükleri sırada, Türk olduğumu söylemedim. Yüzbaşı Esat koğuştan çıktığı sırada: ‘Sizin amacınız işkence yapmaktır. Türk-Kürt sorununu bahane olarak kullanıyorsunuz’ dediğimde, birden ağzından kaçırdı: ‘Bahane mahane yok, 'Türküm de... Seni de yukarı vereyim’ dedi. Ben de bu ortamdan yararlanarak tamam Türk olduğumu; ama hiçbir şeyin zorla olmayacağını söyledim. Birkaç dakikalık nasihatten sonra, Elif’le ikimizi yukarı koğuşa verdiler, içeri girdiğimizde bayan arkadaşlar çok sevindiler, sarıldık öpüştük, çoğu tanıdığım, sevdiğim arkadaşlardı. Eşyalarımızı bir yerlere yerleştirdikten sonra, ranzaya oturup başımızdan geçenleri arkadaşlara anlattık.

Mektubuma burada son verirken, tüm arkadaşlara selam eder, mücadelenizde başarılar dilerim. Diğer yaşananları ilerde yazmaya çalışırım. Merak etme, Sakine...1

Yer Bekaa vadisi, Tarih Temmuz 1991. Selim Çürükkaya ve Sakine Cansız cezaevinden kurtulmuş, Bekaa vadisine gitmişlerdir. Öcalan’ın vaizlerine inanmamış v e onun saldırılarına maruz kalınca, Bekaa daki akademinin yönetiminde Görevli Olan Selim Çürükkaya nın eşi Aysel tarafından Selim ile Sakine'ye karşı kullanılır. Buna karşı Selim Aysel’e "seni bize karşı kullanıyor, eş ilişkilerini kullanarak bize boyun eğdirmeye çalışma" der bu sözleri Diyarbakır cezaevini de itirafçı ekada ise komutan olan Mecit Gümüş duyar ve durumu Öcalan’ ispiyon eder. Bu durum karşısında paniğe kapılan Öcalan ders platformuna gelir v :

Öcalan:"Halâ kendini sivri uç gibi dayatan tarzlar var mı?"

Dr. Baran:

"Evet Başkan’ım, bunca çözümlemelere rağmen dayatmalar vardır."

Öcalan:

"Örneğin ne gibi?"

Dr. Baran:

"Örneğin Selim arkadaş kendini dayatıyor."

Öcalan:"Dün sorunu temel esaslarıyla, mücadele ve insanlık esaslarına göre nasıl bir yaklaşım içinde olunması gerektiğini oldukça açık koymuştum; bunu anlamamak, bunun gereklerini yerine getirmemek alçaklıktır ve cezalandırılması gerekir. Burası dingonun ahırı değildir, herkes gelip 'böyle yaparız' desin. Sizin bunu bana getirmeniz bile suçtur. Sizi de onlarla birleştirir atarım. Ben hergün sorunlarınıza çözüm getirirken siz neler yapıyorsunuz? Zindan direnişçilerine yakışır tavırlar içinde olmanız gerekirken siz kendinizle oynuyorsunuz. Biraz saygılı olmayı bilin, saygılı olmayı öğreneceksiniz. Yoksa nefes aldırtmayız size, kendinize gelin. Dördü de suçludur, bunları buradan atacağız. Başka buna bulaşan var mı? Kim var başka? Size şimdilik söz hakkı yoktur. Başka bu sorunu körükleyen var mı? Tahmininize göre kendini böyle dayatan, alçakça provakatif bir ortamı geliştirmek isteyen var mı? Ben size şunu söyledim; dünyanın insanlık kitabında olmayan en büyük saygısızlığı yaşadım; tek bir saat iki kelime bile parti ortamına getirmedim. Nasıl siz bundan bir sonuç çıkarmadınız? Nasıl biraz saygılı olmayı bilmediniz? Nasıl rezilce, serserice bir yaklaşımın içinde halâ bulunuyorsunuz?"

Sakine oturduğu yerden ayağa kalktı:

"Abdullah arkadaş, çok ciddi konulardır bunlar.“

Öcalan: "Git dışarı!" 

Sakine:

"Söz hakkı istiyorum"

Öcalan:

"Sahtekârlık yapma!" 

Sakine:

"Söz hakkı.“

Öcalan:

"Sahtekârlık yapma, söz hakkı yoktur! Sahtekârları tecrit ediyoruz. Sizi üç-dört gün tecrite alıyoruz! Bunları Sakine‘nin yüzüne karşı söyleyen öcalan, yönetimde komutan olarak görevli olan Medya‘ya dönerek : "Sen de sahtekârsın! Niye provakasyonu geliştirdin? Sahtekâr! Niye geliştirdin? Dünkü çözümleme yeterli miydi, değil miydi, anladın mı, anlamadın mı, niye saygısızlık yapıyorsun?"  Sakine  karşısında dikilerek : 

"Konuşmak istiyorum, tamam ne yapıyorsanız yapın konuşmak istiyorum."

 Öcalan: "Serseri!" 

Sakine:

"Hayır bu şekilde hakaret edilemez. Terbiyesizlik etme ( bu terim kitaba konulmamış)

Öcalan:"Gidersin bağlı olduklarına izah edersin."

Sakine: "Ama Ko...

Öcalan :"Defol ortamımızdan!"

Sakine: "Çok ciddi şey..."

Öcalan:

"Dördünüz de; Selim, Aysel, Sakine, Cahide çıkın!“ (2)

Öcalan‘ın böyle bağırmasıyla yerlerinden fırlayan silahlı gerillalar, adından söz edilen kişilerin kollarından tutarak karga tulumba dışarı çıkardılar.

1- 12 Eylül Karanlığında Diyarbakır şafağı

2- Temmuz Çözümlemeleri ve Talimatları, 2. Cilt. Mahsum Korkmaz Akademisi Yayınları, sayfa 77, 78, 79

Kaynak: http://www.kurdistan-aktuel.org 

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm