Cübbeli Ahmet’in tv şovunda gündeme getirdiği “2 bin selefi dernek silahlanıyor?” asparagas cümlesinden sonra selefilik cahilce tartışılan bir konu oldu. Oktay Altın’ın Haksöz Dergisi'nin 281. sayısında yer alan makalesini okuyucularımızın istifadesine sunuyoruz:
Doğu Bloğunun çökmesiyle “öteki”siz kalan Batı dünyası, tedrici bir şekilde İslam’ı bir tehlike ve tehdit unsuru olarak sunmaya başladı. 11 Eylül saldırılardan sonra siyasette, basın-yayında ve akademik merkezlerde İslam’la “terör” kavramı daha çok bir arada kullanılır oldu.
İslam dünyası potansiyel bir tehdit olarak sunulurken birileri şiddetin kaynağı olarak bizatihi İslam’ı hedef tahtasına oturttu. Saldırılarla ilişkilendirilenlerin kimliğinden hareketle de “Selefilik” özel bir ilgi gördü.
Suriye’de muhalif gruplarla çatışarak adından söz ettiren ve kendini Selefi olarak niteleyen Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)’in başta Musul olmak üzere Irak’ın önemli bir kısmını çok kısa sürede ele geçirmesi “Selefilik” konusunu yeniden gündemin zirvesine taşıdı.
İslam dünyasının önemli “akım”larından biri olan Selefilik, nevzuhur bir akım olmadığı gibi çok yaygın bir akım da değildir. Ancak bazı müntesiplerinin “şiddet” eylemleri bu akımı sürekli gündemde tutuyor. Lehinde ve aleyhinde çok şeyler yazılıyor, söyleniyor. Ancak çok az mevzu bu kadar uçlarda tartışılıyor. Hakkında söylenenlerin fazla ve oldukça çelişkili olması “Selefilik”in soğukkanlı tahlilini de gerekli kılıyor.
Tarihî derinliği, uzun süreç içerisinde geçirdiği değişimler, geniş bir coğrafyaya yayılmış olması, birbirlerini kıyasıya eleştiren hatta birbirleriyle çatışan grupların kendilerini Selefiliğe nispet etmeleri, Selefilikle ilgili net yargılarda bulunmayı zorlaştırıyor.
Selefiliğin Doğuşu
Vahyin ilk muhatabı Müslümanlar, aynı dili konuşan ve benzer yaşam tarzına sahip insanlardı. Kültürel çeşitlilikten pek fazla söz edilemezdi. Hicri 1. asrın sonlarına gelindiğinde Müslümanlar, Horasan’dan İspanya’ya kadar birçok ülkeyi fethetmişler, çok çeşitli din ve kültürlerle karşılaşmışlardı. Fetihlerin hızlı bir şekilde devam etmesi daha ilk asırda Müslümanları, yönettikleri ülkelerde neredeyse azınlık durumuna düşürmüştü. Hz. Peygamber 23 yılda sayıları on binlerle ifade edilebilecek bir kitleye hitap edip ancak sayıları binlerle ifade edilebilecek bir kitleyi eğitmişken Emeviler döneminde Müslümanların sayısı milyonlara ulaşmıştı. Bu da dini anlama ve yaşamada “nitelik” sorununu beraberinde getirdi. Eski din ve düşüncelerini terk eden yeni muhatapların dilleri, kültürleri ve tarihî arka planları oldukça farklıydı. Bunlar Müslüman olurken daha önce hiç karşılaşılmamış sorunları İslam düşünce dünyasına taşıdılar.
Farklı din ve düşüncelere sahip insanlar, gerek benimsemek gerekse de eleştirmek için İslam’la ilgileniyorlardı. İslam’ın kaynakları, referansları bunlar için önemli değildi. Kendilerince İslam’da çelişkiler buluyorlar ve bunları Müslümanlarla tartışıyorlardı. Bu ortamda bazı fırkalar, muhatapları ikna etme adına muhataplarının yöntemlerini kullanmaya başladılar. “Ehl-i rey” diye adlandırılan bu gruplar, zamanla eleştirileri cevaplama kaygısını da aşarak ilmî tecessüs saikiyle farklı düşünce ve inanışlara ilgi duydular. Sahabe ve tabiinin meşgul olmadığı konuların tartışılması, tartışmalarda kullanılan farklı yöntemler, “ehl-i hadis” diye adlandırılan “rivayet” merkezli grupların tepkisine neden oldu. Bunlara göre yeni konularla ve yeni yöntemlerle ilgilenmek “bidat” idi.
Rey taraftarları genellikle mevali kökenliydiler ve hadis hususunda rakiplerince zayıf kabul ediliyorlardı. Reyciler genellikle İslam’ın doğum yeri Hicaz’dan uzak, iç içe problemlerin yaşandığı şehirlerde meseleleri çözmeye çalışıyorlardı. Bu nedenle ilgi alanları çeşitli olmakla birlikte “fıkıhçı” kimlikleri daha belirgindi. Ebu Hanife’nin Kufe’de başını çektiği reyciler, zalim yönetimleri eleştirdiler, hatta bazıları adil bir yönetim getirmek için bilfiil mücadele etti. Sınırsız sorunlara sınırlı ayet ve hadislerle çözüm bulunamayacağından hareketle meseleleri çözmede akla önemli bir alan açtılar.
Selefiye’nin kökeni kabul edilen ehl-i hadis ise İslam’ın ancak Kitab, Sünnet ve sahabe ve tabiunun sözleriyle anlaşılabileceğini; sorunların çözümünde mümkün mertebe rey ve akli istidlallerin kullanılmaması gerektiğini, zayıf bile olsa bir rivayetin reyden daha makbul olduğunu düşünen gruplardan oluşuyordu. Bunların da ilgi alanları çeşitli olmakla birlikte hadis rivayeti, tedvini, tasnifiyle ilgilenmeleri ve meselelerin çözümünde eksen olarak hadisleri kullanmalarından “hadisçi” kimlikleri tebarüz etti. Ehl-i hadis, Hicri 3. yüzyılda Malikiler, Şafiiler, Hanbeliler ve Zahirilerden oluşuyordu. Ebu Hanife rey ekolünün temsilcisi olmasına rağmen öğrencileri Hanefiliği ehl-i hadise yaklaştıracaktır. Zamanla karşılıklı etkileşimlerle birbirine yaklaşan bu mezhepler, Eş’ariler ve Maturidilerin de katılımıyla Ehl-i Sünnet’i oluşturacaktır. Sonraki dönemlerde Şafii, Maliki ve Hanefi âlimler kelamla ilgilenerek ehl-i hadisin kelam karşısındaki sert tutumunu yumuşatmışlardır. Ancak bu mezhepler içerisinde Hanbelilik, özellikle de Eş’arilik ve Maturidiliğe yönelttiği sert eleştiriler ve “Selef”e yaptığı özel vurgularla diğerlerinden farklı bir çizgide varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla Selefi çizginin devamını sağlayan daha çok Hanbelilerdir. XI. yüzyılda Ebu Yalâ el-Ferra örneğinde olduğu gibi Selefi akım içinde bulunup kelam metodunu kısmen benimseyen Selef metoduyla kelamı telif etmeye çalışan âlimlerin varlığını da zikretmek gerekir. Ancak bu yönelim başarılı olmadığı gibi bu âlimler, Selef yolundan ayrıldıkları eleştirilerine de maruz kalmışlardır. Selef metodunu temsil edenler Şam ve Bağdat’ta yoğunlaşmışlardı. Şam ekolü, Bağdat’a nazaran daha sert bir yaklaşım sergilemiş ve Selefi geleneğin geleceğinde daha belirleyici rol oynamıştır.
İslam düşünce tarihinde “Selef” kelimesinin kullanımı oldukça eski olmasına karşın “Selefiliğin” bir yöntem ve düşünce akımı olarak sistematik hale dönüşmesi yeni bir olgudur. Bugün neredeyse müstakil bir mezhep gibi algılanan Selefilik, birkaç merhaleden geçerek ve birkaç tarihî şahsiyetin çabalarıyla bu görünüme kavuşmuştur. Selefi ulemanın bugün de kendilerinden sitayişle bahsettiği ve Selefiliğin oluşmasında köşe taşları kabul edilebilecek kişileri şöyle sıralayabiliriz:
a- İmam Şafii (H. 150-204)
İmam Şafii gençliğinde İmam Malik’in yanında dokuz yıl kadar kaldı ve ondan hadis dersleri aldı. Ehl-i Beyt’le ilgili görüşlerinden dolayı Bağdat’a götürülüp yargılandı. İkamet için tekrar Bağdat’a geldiğinde burada fazla kalmayıp Mısır’a döndü. Muhammed Ebu Zehra, Şafii’nin Bağdat’ta kalmamasının iki sebebi olduğunu söyler:
1- Harun Reşid’in oğlu Emin’in öldürülüp Me’mun’un iktidara gelmesiyle Bağdat’a İranlılar hâkim olmuştur. Kureyşli bir Arap olarak Şafii, İranlıların tahakkümü altında yaşamak istememiştir.
2- Me’mun kelamcı ve filozoflardandı. Bütün yardımcılarını da Mutezililerden seçmişti. Şafii, Mutezililerden ve yöntemlerinden nefret ederdi ve bunların cezalandırılmasını isterdi.
Şafii’nin yaşadığı dönemde Hariciler, Mutezile, İmamiye, Zeydiye başta olmak üzere onlarca fırka oluşmuş; bunlar kendi aralarında kıyasıya mücadele ediyordu. Basra’da bulunan Mutezili bir grup, mütevatir olmayan hadisleri kabul etmiyordu ve Şafii bunlarla mücadele ediyordu. “El-Umm” adlı kitabını da bunun için yazmıştır.
Aynı dönemde Yunan, Fars ve Hint dillerinden birçok tercüme yapılmış ve bunlarla birlikte birçok yeni düşünce İslam dünyasında tartışılmaya başlamıştı. Şafii bunlara da tepkiliydi. Sahabenin saf yolunun bulandırıldığını düşünüyordu.
Şafii, rivayetlere güvenin azaldığını hissettiği bu dönemde istibatta Kur’an ve sünnet hiyerarşisini bozmuş ve “sünnet”i Kur’an derecesine çıkarmıştır. Hatta Kur’an’ın sünneti neshini ancak başka bir sünnetin varlığında kabul ediyordu.
İmam Şafii, reyi, akli yaklaşımları eleştirmiş ve rivayetleri “hikmet” adıyla vahye eşdeğer hale getirmiştir. Böylece daha sonra oluşacak Selefiye’nin temellerini atmıştır. Bu yüzden takipçileri tarafından da “sünnetin koruyucusu” diye isimlendirilmiştir.
b- Ahmed bin Hanbel (H. 164-241)
Ahmed bin Hanbel uzun yıllar Bağdat’ta hadis okudu. Hadis rivayeti için uzun yolculuklara çıktı. Başta Muvatta olmak üzere birçok kitabı tetkik etti, “Müsned” adıyla hadis derledi.
Me’mun, iktidara geldiğinde Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmayanları sorgulamaya başlamıştı. Ahmed bin Hanbel ve üç arkadaşı bu görüşe karşı çıktıkları için tutuklandılar. İkisi işkencelere dayanamayıp görüşlerini değiştirdi. Diğeri Ahmed bin Hanbel’le Tarsus’a, Me’mun’un yanına gönderilirken yolda vefat etti. Yalnız kalan Ahmed bin Hanbel tüm baskılara rağmen görüşünü değiştirmedi. Abbasilerin resmi görüşü haline gelen “halku’l Kur’an” meselesi Me’mun’dan sonra Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde de devam etti. Yaklaşık 14 yıl gözaltında tutulan Ahmed bin Hanbel zaman zaman işkencelere uğradı. Ders vermesi, başkalarıyla görüşmesi yasaklandı. Bu süreç Mütevekkil’in iktidara gelmesine kadar devam etmiştir.
Muhammed Ebu Zehra’nın deyimiyle “Ahmed bin Hanbel sünnete sımsıkı bağlı kalmak uğruna her türlü işkenceyi umursamamış ve sünnetten ayrılmamıştır. Bütün mihnetlere rağmen selef-i salihinin yolunda devam etmiştir. Selef-i salihinin yoluna sarıldığı için en şiddetli işkencelere maruz kalmış fakat onların söylediklerini söylemiş, söylemediklerini de söylememiştir… Zühd ve takvası, böylesine selef-i salihinin yoluna bağlı kalışı sayesinde durmadan yükselmiş ve nihayet hakkıyla Bağdat’ın imamı olmuştur.”
Mücadelesi, Ahmed bin Hanbel’i ehl-i hadis içerisinde öne çıkarmış, hem kendi döneminde hem de sonraki kuşaklarda ona “Selefin yolunu sürdüren kimse” unvanını kazandırmıştır. Gerek düşünceleri gerekse de hayatıyla oluşacak “Selefilik”in temel taşlarından birisi olmuştur.
c- İbni Teymiyye (661/1263 - 728/1328)
Hanbeli mezhebine mensup ilim ehli bir ailenin ferdi olarak Harran’da dünyaya geldi. Ailesi Moğol tehlikesi nedeniyle Şam’a taşındı. Babası dâhil dönemin önemli âlimlerinden dersler aldı. Başta Buhari ve Müslim olmak üzere Kütübü’s-Sitte’yi ve Hanbeli fıkhını okudu, Arap dilinde şöhret kazandı. Babasının vefatından sonra Sükkeriyye Darülhadisinde ders vermeye başladı. Hayatı boyunca siyasetle ilgilendi. Zaman zaman yöneticilerden takdir gördü, zaman zaman hapsedildi, mağdur edildi.
Moğollara karşı halkı cihada teşvik etti ve bilfiil savaşlara katıldı. Kisrüvan Şiilerine karşı düzenlenen savaş sonrası bazı insanların bir kayayı ziyaret edip adakta bulunduklarını öğrenince öğrencileriyle birlikte gidip kayanın bulunduğu mekânı tahrip ettirdi.
İbn Teymiyye’nin yaşadığı dönem, Haçlı Seferlerinin olumsuz etkilerinin devam ettiği, İslam dünyasının Moğol saldırılarına maruz kaldığı bir dönemdi. Merkezî güçlü devletler, yerlerini beyliklere bırakmıştı. İç çatışmaların, fırkacılığın alıp başını gittiği, yöneticilerin kişisel çıkarları için kıyasıya mücadele ettiği kargaşa ortamıydı. Şam, Moğol baskınlarından kaçan ulemanın buluşma yeriydi. Her mezhebin, her tarikatın kendi medreseleri vardı. Bunlar arasında şiddetli münazaralar yaşanırdı.
Yaşanan sorunların temelinde İslam’dan uzaklaşmanın bulunduğuna inanan İbn Teymiyye, Kur’an ve sünnete vurgu yaptı. Başta Eş’arilik olmak üzere kelami mezhepleri, tasavvufi akımları, İmamiyye’yi şiddetle eleştirdi. Birçok reddiye yazdı. Defalarca hapsedildi. En son mezar ziyaretleri ve tevessülle ilgili yazdığı bir reddiyeden sonra tekrar hapsedildi, yazması engellendi. 1328 yılında hapishanede vefat etti.
İbn Teymiyye bilgi birikimiyle birçok muhalifinde bile saygı uyandırdı. Döneminin cari dinî ve felsefi akımlarını çok iyi biliyordu. Vaaz ve hitabetiyle geniş kitleleri etkilemişti. “Selef çizgisi”ni tavizsiz savunur, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker ilkesi çerçevesinde olumsuz gördüğü her şeyi şiddetle eleştirir, olumsuzluklarla bilfiil mücadele ederdi. Talak örneğinde olduğu gibi dört mezhep imamlarının içtihatlarına aykırı içtihatlarda bulunmuştur. Reyi reddeden bir geleneğin temsilcisi olarak kendi düşünce sisteminde “aklı” başarıyla kullanmıştır. Siyasetle iç içe olmasına rağmen resmi görev almamıştır. Eserleri ve başta İbn Kayyim el-Cevziyye olmak üzere yetiştirdiği öğrencileriyle kendinden sonrasını derinden etkilemiştir. Muhalifleri onu teşbih ve tecsime düşmekle hatta zındıklıkla suçlarken o, Selefiliği sistematize eden kişi olarak bugün bile etkisini sürdürmektedir.
d- Muhammed bin Abdilvehhab (1703-1787)
Arabistan’ın Necd bölgesinde dünyaya geldi. Babası bölge kadısıydı ve ders veriyordu. Muhammed bin Abdilvehhab, ilk öğrenimini babasından aldı. Daha sonra Mekke ve Medine’ye giderek öğrenimini sürdürdü. Basra, Şam, Bağdat’ta dinî ilimler, İsfahan’da meşşai ve işraki felsefe ile tasavvuf dersleri aldı. 1726’da tekrar Necd’e döndü. Burada yazdığı kitaplarıyla, mektuplarla görüşlerini yaymaya başladı. Türbeye çevrilen sahabe mezarlarını tevhide aykırı olduğu gerekçesiyle yıktırdı. Tepkiler üzerine Diriya’ya geçti ve Muhammed bin Suud ile 1744 yılında Diriya İttifakı diye bilenen anlaşmayı yaptı. Suud Emirliğiyle işbirliğine gitti. Görüşlerini uygulayabileceği fiilî bir alanla imkânlarından faydalanabileceği siyasi, askerî bir güce kavuştu.
Muhammed bin Abdilvehhab’ın yaşadığı dönemde Osmanlı ekonomik, siyasi ve askerî açıdan ciddi sorunlar yaşıyordu. Merkezî otorite zayıflamış, Arap Yarımadası Basra Körfezi üzerinden sömürgecilerin manipülasyonlarına açık hale gelmişti.
Sınırlı olan ekonomik kaynaklara ve suya sahip olmak için kabileler sürekli çatışıyordu. Emir ve disiplin altına girmeyi reddeden, serazat, eğitimsiz kabileler Abdilvehhab’ın söylemiyle yeni bir dinamizme kavuştu.
Eğitim düzeyinin geri, hayat koşulların zor olduğu Necd bölgesinde bazı sufi cereyanlar, dinî anlayışı yozlaştırmış, toplum içi ahlaki çöküntü iyice yaygınlaşmıştı. Kitabi kültürden uzak bazı bedevi kabileler İslam adına taşa, toprağa, mezarlara tapmaya başlamıştı. Görüntü neredeyse İslam öncesi putperest toplumu andırıyordu. Hâkim şartlar, Muhammed bin Abdilvehhab’ın çağrısının Yarımada’da kolayca karşılık bulmasını ve burada kalıcı olarak yerleşmesini beraberinde getirdi.
Hareket, Abdilvehhab’ın ölümünden sonra da devam etti. Suud hanedanı, Yarımada’nın büyük bölümünü ele geçirdi. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile oğulları Tosun Paşa ve İbrahim Paşa’nın 1810-1819 yılları arasındaki müdahaleleriyle I. Suud Devleti yıkıldı. Ancak Suud ailesinin desteklediği bu anlayış bugüne kadar varlığını sürdürdü. Abdilvehhab’ın düşünceleri bugün de Selefilik adıyla Arabistan’ın fiilî ve resmî mezhebi konumundadır.
Suudi Arabistan’ın kurulmasında etken rol üstlenen ve savaşçı kimliğiyle öne çıkan Vehhabilik/Selefilik, özellikle 70’lerden sonra “davet” üzerine yoğunlaşmaya başladı. Petrol fiyatlarının hızlı artışıyla ekonomik bir güç haline gelen Suudi Arabistan, bu anlayışın İslam dünyasında yaygınlaşması için imkânlarını seferber etti. Selef ulemanın kitapları çeşitli dillere çevrilerek dağıtıldı, birçok yere davetçiler gönderildi, İslam dünyasının birçok yerinden öğrenciler getirtilerek Suud üniversitelerinde okutuldu. Bunlar ülkelerine döndüklerinde Selefi anlayışın yaygınlaştırılması için çaba gösterdiler. Bugün Selefiliğin dünyanın birçok bölgesine ulaşmış olmasının temelinde Suudi Arabistan’ın bu çabalarının önemli rolü vardır.
Yazıda zikredilen isimleri Selefiliğin oluşumunda önemli dönüm noktaları olarak görmek gerekir. Bunların haricinde her dönemde birçok ismin bu akıma mensup olduğu ve bu düşünceye katkı yaptığı açıktır. Mesela XII. Yüzyılda Şam’da kelamcıları kıyasıya eleştiren, kelam kitaplarını okumanın caiz olmadığını söyleyen İbn Kudame bunlardandır. Yine Hindistan’da Şah Veliyullah Dehlevi’yi, Osmanlılarda Kadızadeliler hareketini bu bağlamda hatırlamak gerekir.
Selefiliğin tarihî gelişimine bakıldığında kriz dönemlerinde bu akımın daha tebarüz ettiği görülecektir. İslam toplumlarında görülen yozlaşmalar, trajediler ya da kaynaklara dönük şüphelerin oluştuğu dönemlerde İslam’ın iki ana kaynağına vurgu yapan, Selefin yöntemini hatırlatan ve İslam toplumunu korumaya çalışan bu söylem ilgi görmüştür. Ancak bazı müntesiplerinin emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l münker ilkesi gereğince kötülüklerle mücadele ederken şiddet kullanmaları, kendilerince doğru olmayan düşünceleri zorla yasaklamaya kalkmaları, toplumsal hayata fiilî müdahaleleri, diğer mezheplere müsamaha göstermemeleri ciddi tepkilere neden olmuştur. Günümüzde Selefiliğin ak-kara ikileminde tartışılmasının muhtemel nedenlerinden biri de budur.
Kimilerine göre İslam’ın en sahih yorumu, kimilerine göre biricik doğru yorumu, kimilerine göreyse İslam dünyasının yaşadığı en büyük “fitne”lerden biri olan Selefilik, İslam dünyasında bir olgudur. Dün olduğu gibi yarın da hakkında çok şey söylenecek, değerlendirmelere tabi tutulacaktır.
Selefilik, ismini “selef” kelimesinden alır. Son dönem selefi âlimlerden Muhammed Nasuruddin Albani; Firuzabadi ve Ragıb Isfehani’nin de dâhil olduğu birçok dilciden nakille selef kelimesini açıklar. Birçok kaynaktan alıntı yaparak sahabe, tabiin, etbaitabiin, dört mezhep imamı, Süfyan-ı Sevri, Leys bin Sad, İbnu’l Mübarek, Buhari, Müslim ve diğer Sünen sahipleri gibi bidate bulaşmamış, Harici, Rafizi, Mürcie, Cebriye, Cüheymiye ve Mutezile’den olmamış kimseleri selef olarak sayar. Buhari ve Müslim’in Fedail bölümlerinde geçen “İnsanların hayırlısı çağdaşlarımdır, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler.” meşhur hadisi mucibince kimileri ‘selef’i Hicri ilk üç asırla sınırlandırmaktadırlar. Ancak Albani’ye göre ilk üç kuşak çok önemli olmakla beraber burada zamandan ziyade yönteme vurgu vardır. İlk üç kuşağın/selef-i salihinin yöntemini takip eden kimse hangi çağda yaşarsa yaşasın “selefi”dir. Nitekim sahabeyle aynı dönemde yaşadığı halde bu yöntemi takip etmeyenler; inanç, amel ve davranışlarında Kur’an ve sünnete muhalefet eden; reylerini bu iki kaynağın önüne geçirenler Abdullah bin Sebe örneğinde olduğu gibi selefi değildir. (Bkz. Albani, es-Selefiyye; Şubehat ve Rudud, s. 7-10)
Selef kelimesinin anlam genişlemesine uğrayarak ilk kuşakları aşan bir anlam kazanması karışıklıklara neden olmaya başlayınca sorun, “selefi mütekaddimun/önceki selef”, “selefi müteahhirun/sonraki selef” ayrımıyla aşılmıştır. Mütekaddimun ilk üç asırda yaşayanlar, müteahhirun ise aynı yöntemi sürdüren sonraki asırlarda yaşayanlardır.
Tanım, yöntem üzerinden yapılınca “selefi; dini sahabenin, tabinin ve tebeu tabiinin anladığı gibi anlayan, hurafe ve bidatlere bulaşmayan kimse” olarak karşımıza çıkıyor. Dikkat edilirse selefi âlimlerin selef tanımı, diğer mezhep ve ekollerin kendilerini tanımlamalarından farklı değildir. Neredeyse bütün gruplar kendilerini “selef”e izafe ederler. Hemen hiçbir mezhep sahabeyi, sonraki nesilleri önemsemezlik etmez. Bu durumun farkına varan Albani, selefin metodunu “Nakli akla öncelemek, kelami tevili reddetmek, delilleri Kur’an ayetlerinden ve nebevi hadislerden getirmek ve nassın olduğu yerde susmaktır.” şeklinde tanımlayarak, diğer mezhep ve ekollerin selefe uyma iddiasının geçersiz olduğunu ortaya koymaya çalışır.
Muhaliflerince ise Selefiyye, Hanbeli mezhebine bağlı ama bazı meselelerde Hanbelilere muhalefet eden, teşbih ve tecsime inanan, Ehl-i Beyt’e saygısızlık edip buğzeden, sadece kendilerini fırka-i naciyeden sayan, kabir, tevessül, şefaat, kelam, tasavvuf konularında sapık görüşleri olan, Suudi Arabistan içinde Vehhabi, diğer ülkelerde ise Selefi ismini kullanan sapkın bir akımdır. (Bkz. Hasan bin Ali es-Sekkaf, es-Selefiyye’l Vehhabiyye Efkaruha’l Esasiyye ve Cuzuruha’t Tarihiyye, Daru’l Mizan, Beyrut)
“Selefîlerin ‘selef’ anlayışı ile gerçek selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar selefin anlayış ve uygulamalarını esas aldığını söylüyorsa da aslında selefin anlayış ve uygulamalarıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne ‘Ehl-i Sünnet-i Hâssa’ dediğimiz selefte ne de ‘Ehl-i Sünnet-i Âmme’ dediğimiz halefte görülür.” (Bkz. Ebubekir Sifil, Selef ve Selefilik, http://www.enfal.de/orta38.htm)
Selef, kelime olarak bir şeyden önce gelmek, geçmek; yaşça, makamca ileri, kendisinden sonra gelenlerce taklit edilen anlamlarına gelir. Her mezhebin geçmiş temsilcileri seleftir. Nitekim her mezhepte halef, kendinden öncekilerden “selefimiz” diye bahseder. Bugün Selefiyye ile kastedilen herhangi zaman dilimine bakılmaksızın kelam mezheplerinin oluştuğu 10. yüzyıl başlarına kadar olan ve “sahabe ve tabiinin yöntemi”ni birebir sürdürme iddiasında bulunan ve kendilerine has bir usulü olan hadisçi ve fakihlerdir. İslam dünyasındaki birçok mezhep, ilk neslin takipçisi olduğunu ifade eder. Ancak “Selefiyye”yi bu hususta diğerlerinden ayıran en önemli özellik, herhangi bir yorumlamaya ve akli çıkarıma gitmeden “selef”i olduğu gibi takip etmedeki ısrarıdır. Bu nedenle hangi çağda yaşarsa yaşasın selef-i salihine uyan ve onların metodunu olduğu gibi takip etme iddiasındaki Müslümanlara selefi denir.
Bahsedilen usulü benimseyenler kaynaklarda çeşitli nedenlerden dolayı farklı isimlerle de anılmaktadırlar. Hadislere verdikleri önem ve hadis nakliyle uğraşmalarından dolayı Ashab-ı Hadis, Ehlü’l-Hadis, Eseriyye, Ehl-i Eser ve Ehl-i İlim; Allah’ın haberi sıfatlarını tevil etmeyip olduğu gibi kabul ettikleri için Sıfatiyye veya İsbatiyye; Mutezile vb. fırkalardan ayırmak için Sünni; diğer Sünnilerden ayırmak için de Ehl-i Sünnet-i Hassa diye isimlendirilmektedirler. Bunların önemli ortak noktalarından birisi de büyük çoğunluğunun “fiilen” Hanbeli mezhebine bağlı olmalarıdır.
Selefiliğin Temel Görüşleri
Selefiliğin uzun dönemlerde oluşmuş farklı metot ve uygulamaları olan birçok grubu barındırdığını, zikredilecek görüşlerde yüzde yüz mutabık olunmadığını hatırlatarak Selefiliğin temel görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz: (Selefiliğin temel görüşleri için bkz. Allame Muhamed Nasıruddin Albani, es-Selefiyye; Şubehat ve Rudud, Hzl.: Muhammed Hamid Muhammed; Abdurrahman Abdulhalık, Usul İlmiyye Li Daveti’s Selefiyye, Kuveyt; Dr. Muhammed Ammara, es-Selefiyye, Darul Mearif, Tunus; Dr. Muhammed Fethi Osman, es-Selefiye Fi Müctemiati’l Muasıra; Kuveyt; Dr. Ramazan el-Buti, es-Selefiyye Merhaletin Zemeneyyi Mübareke La Mezhebun İslami; Abdullah Yolcu, Selefi Salih’in Akidesi, Madar Al-Watan, Riyad, 2004.)
Dinde sahabenin örnek alınması esastır. Çünkü kalbi en temiz, ilmi derin, hidayet açısından en güvenilir, ahlak bakımından en sağlam kişiler sahabe neslidir. Allah, dinini tesis etmek için, Resulü ile birlikte bu insanları seçmiştir. Onlara benzemeye çalışmak ve onların izlerini takip etmek gerekir.
Dinî konularda kimsenin kendi görüşlerine göre icatlarda bulunup, onu dinden bir şey olarak takdim etme hakkı yoktur. Meşhur hadis âlimi Şa'bî’nin, reyciler için, "Şunlar sana Muhammed'in ashabından bir şey haber verirlerse onu kabul et, kendi rey ve görüşlerine dayanarak bir şey söylerlerse, onu götür helâya at…" dediği aktarılır.
Ahmed b. Hanbel, zayıf hadisi rey’e tercih ederdi. Hukuki problemler, rey ve kıyası iyi bilen birine değil, hadis usulü bilenlerden sorulmalıdır.
Mücerret rey ile Kur’an’ı tefsir etmek caiz değildir. Bu, ilme, delile dayanmaksızın Allah’ın kitabı hakkında söz söylemektir. Selef, Kitab’ı Resulullah’tan geldiği sabit görünen naslarla tefsir eder. Kur’an ve sünnetin lafzı önemlidir, bunlar hiçbir şekilde tevil edilmemelidir. Kendisine “Allah’ın arşa istiva”sı sorulduğunda İmam Malik; “İstiva bilinen bir şeydir. Keyfiyeti akılla bilinmez, inanmak gereklidir. Bu konuda soru sormak bidattir.” demiştir. Allah’ın eli açıktır, dilediği gibi infak eder, ancak elin keyfiyeti bilinemez. Görme, işitme, kelam vb. sıfatlar da aynı şekildedir. Keyfiyeti bilinemez olduğu gibi inanılır.
İtikadı nas oluşturur. Nas ise Kur’an ve mütevatir olsun ya da olmasın “sünnet”tir.
Allah’a iman tevhidin üç çeşidine inanmaktır.
1. Rububiyet tevhidi: Allah’ı yaratma, diriltme, rızık verme, öldürme fiillerinde birlemek ve O’nun her şeyin Rabbi ve sahibi olduğuna inanmaktır. Mekke müşrikleri dâhil, farklı dinlerdeki birçok insan bu tevhide inanmaktadır. Allah’ı yer ve göklerin yaratıcısı, sahibi kabul etmektedirler.
2. Ulûhiyet tevhidi: İbadete tek layık Allah’tır. O’na hiçbir şeyi ve kimseyi ortak koşmamak gerekir. Müminleri diğerlerinden ayıran en önemli özellik ulûhiyet tevhidine imanlarıdır.
3. İsim ve sıfat tevhidi: Selef-i salihin vahiyle ya da Resul’ün diliyle bildirilen tüm sıfatları, mahlûkata benzetmeksizin, tahrif, tebdil ve temsile sapmaksızın aynen kabul eder. Allah’ın yedi kat göklerin üstünde, arşının üzerinde kullarından ayrı olduğuna inanır, fakat bunun keyfiyeti bilinemez.
Allah'ın birliğini tasdikte tüm bu boyutların eksiksiz bilinmesi ve bunlara iman edilmesi gerekir. Bu hususta fikrî ve amelî eksikliği olan kişi şirk koşmuş olur; dolayısıyla küfre girer ve tekfir edilir.
Büyük günahları işleyen kişi kâfir olur. Ama bu küfür onu dinden çıkarmaz. Dinde bilinmesi gereken şeylerden birini inkâr etmedikçe büyük bile olsa günahı yüzünden kimse tekfir edilemez. Allah’ın zatının her yerde olduğunu söylemek küfürdür. Çünkü Allah göktedir. Allah’ın sözünün mahlûk olduğunu söylemek de küfürdür. Bunları iddia eden mevzuu bilmiyor olabilir, tevilci olabilir. Gerçek kendisine aktarıldıktan sonra durum değişir.
Meleklere, peygamberlere ve kitaplara iman gerekir. En büyük ve diğer kitapları nesheden son kitap Kur’an’dır. Harfleri ve anlamlarıyla mahlûk değildir.
Hz. Muhammed, uyanıkken bedeni ile semaya, oradan da Allah’ın dilediği yüksekliklere çıkmıştır.
Selef-i salihin, Mesih, Deccal, Mehdi, güneşin batıdan doğması, dabbetü’l arz, Yecüc ve Mecüc’ün zuhuru gibi kıyamet alametlerine, kabir azabına, insanların yalın ayak ve çıplak olarak Allah’ın huzurunda toplanacağına, insanların amellerinin, iki kefesi ve dili olan mizanda tartılacağına inanır.
Peygamber havuzu arasattadır. Suyu sütten beyaz, baldan tatlı, miskten daha güzel kokuludur. Ondan bir kere içen asla susamayacaktır. Dinde bidat çıkaranlar ondan içemeyecektir. Şefaat haktır ve tevhid ehlinden bir grup azap gördükten sonra şefaat ile cehennemden çıkıp cennete girecektir.
Hayır ve şer Allah’tandır. Olan ve olacak her şeyi Allah takdir etmiş ve levh-i mahfuzda yazmıştır. Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini saptırır. Saptırılanlara itiraz hakkı yoktur. Çünkü inanç ve eylemleri kendi iradesi ile seçer. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz.
İman, kalp ile tasdik, söz ile ikrar ve amelden oluşur. İman itaat ile artar, günah ile azalır. Amel için niyet gereklidir.
Kelam, sahabenin ve tabiinin ilgilenmediği bir konu olduğu için bidattir. Kelamla ilgilenmek haramdır. İmam Şafiî, “Kişi, şirk dışında Allah’ın nehyettiklerinin tümünü işlese bu, onun için kelama dalmaktan daha hayırlıdır.” demiştir.
Siyasi ve kelami mezhepler, tarikatlar gibi bidat odaklarından ve onların fesatlarından sakınmak gerekir. Onları uyarmak, onlarla her sahada mücadele etmek asli görevlerdendir.
Maturîdiyye ve Eş'ariyye mezhepleri 'Ehl-i Sünnet-i Âmme'dendir. Bu iki mezhep, hakkında ayet ve hadis bulunmayan, sahabe ve tabiinin üzerinde ittifak ettikleri açıkça bilinmeyen bazı kelami meselelere dalmışlardır. Yine de bu iki mezhep, tevhid ehlidir.
Kulların akıbetleri önceden bilinemez. Ancak başta aşere-i mübeşşere olmak üzere Resul’ün cennete gideceğini söylediği herkes cennete gidecektir. Ebu Leheb ve hanımı Cemile gibi cehennemlik oldukları hususunda nas bulunanlar cehennemliktirler.
Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek akidenin esaslarındandır. Bu hususta insanlar üçe ayrılır:
1- Velayı hak edenler: Bunlar hakiki müminlerdir.
2- Bazen velayı bazen de berayı hak edenler: Bunlar farzları terk eden, küfre varmayan haramları işleyenlerdir.
3- Berayı hak edenler: Bunlar diğer din mensupları ile küfre götüren filler yapan Müslümanlardır. Allah’tan başkasına dua eden, tevekkül eden, başkasından yardım isteyen, Resul’e ve dine söven, dinin bu çağa uygun olmadığını söyleyen vb. kimselerdir. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, dost edinme ve düşman bilmenin farz olduğuna inanır.
Selef, evliyanın kerametlerini tasdik eder. Keramet, kitap ve sünnetin de delalet ettiği gibi Allah’ın bazı dostlarına ikram olarak gösterdiği olağanüstü hallerdir. Ancak kerametle şer’i bir hüküm sabit ya da sakıt olmaz.
Dinî deliller olan kitap, sünnet, başta raşit halifeler olmak üzere sahabe sözü ve ameli, akli delillerin önünde sayılırlar. Bu deliller yerine mezheplere tabiiyet bidatlerdendir. Müslüman muayyen fakihin mezhebini taklit etmekle yükümlü değildir. Kimin delili kuvvetliyse ona uymak gerekir. Taklitle değil de inceleyerek tabi olunabilir. Şer’i delilleri idrak edemeyecek durumda olanların mezhebi yoktur. Onlar âlimlerin fetvalarıyla amel etmelidirler.
Kur'an'ı açıklamak ve yorum çıkarmakta aklın katkısı nakli anlamaktan ibarettir. Akıl Kur'an'ın delillerini ancak izah edebilir. Aklî metotlar İslam'dan sonra icat edilen, sahabe ve tabiinin bilmediği usuldür. İtikadi meseleleri anlamak için akli prensiplerin zaruri olduklarını iddia etmek, selefin bu meseleleri ve delillerini hakkıyla bilmediklerini iddia etmek anlamına gelir.
Resul hariç kimse masum değildir.
İçtihat için gerekli şartları taşımak gerekir. İçtihadi meselelerdeki farklılıklar düşmanlık ve ayrılık vesilesi olmamalıdır.
Allah’a isyan etmedikleri sürece yöneticilere itaat edilir. Maruf hususlarda yöneticiye itaati selef itikadi esaslar arasında saymıştır. Müslüman için şer’i bir farizadır. Müslim’de geçen bir hadise göre Resulullah, kendilerine buğz ve lanet edilen yöneticilere kılıçla karşı çıkmayı soran sahabeye, “Aranızda namaz kılmaya devam ettikleri süre hayır.” cevabını vermiştir. Yöneticiler fasık kimseler olsalar bile onların arkasında namaz kılmayı bırakmak caiz olmaz.
Sahabenin tamamı adildir, ümmetin en efdalidirler. Onlardan nefret etmek küfür ve nifaktır. Bir saat bile Müslüman olarak Resul ile görüşen ve onun sohbetine iştirak eden sahabedir. Sahabe arasında geçen olaylar Allah’a havale edilmelidir. Onlardan isabet eden iki ecir, hata eden ise tek ecir kazanmıştır.
Bidat, tevhide terstir ve şirke götüren vesiledir. Şirke açılan her kapı mutlaka kapatılmalıdır. Bidat ehline buğz edilmelidir. Onlarla sohbet edilmez, tartışılmaz. Bidat ehlinin özelliklerinden biri de Ehl-i Hadis’i küçük görmeleridir.
İslam’ın yerine getirilmesi gereken en önemli şiarlarından birisi de emr-i bi’l maruf, nehy-i ani’l münkerdir.
Selef şu yedi esasa dayanmaktadır:
1. Takdis: Allah'ı, şanına layık olmayan sıfatlardan tenzih etmek.
2. Tasdik: Allah'ın, Kur'an ve sünnette geçen isimleri ve sıfatlarını, Allah'ın yüceliğine layık manaları olduğu gibi kabullenmek. Allah, kendisini ve Peygamber (s) Allah'ı nasıl vasfetmişse öylece inanmak.
3. Aczin itirafı: Müteşabih konularda maksadı Allah’a bırakmak, bunların bilinemeyeceğini itiraf etmek.
4. Sükût: Müteşabih meseleler sorulmamalı, âlimler de cevap vermemelidir.
5. İmsak: Kur'an naslarını, zahirî anlamlarının dışında başka manalara tevil etmekten kaçınmak gerekir.
6. Keff: Tartışmaktan men olunan işleri kalpten de tefekkür etmemek gerekir.
7. Marifet ehlini teslim: Peygamber (s) ve sahabe, her ne kadar derinlikli konulara dalmıyorlardıysa bu konulara vakıftılar.
***
Selefi düşüncenin merkezinde yer alan “nasları olduğu gibi kabul etme, yorumlamama esası” da sonuçta akli bir çıkarımdır. İstidlale karşı çıkan selef aslında bu görüşüyle istidlali kendi başlatmıştır. Selefi menhec, Selefi âlimlerin naslardan derleyip sistematize ettiği bir usuldür ve içtihat ürünüdür. Bir nassın anlamını yorumlama ile yorumlamama arasında, dayanılan esasın insan kuralı olması açısından bir fark yoktur. Nitekim Eş’ari, Selefi muarızlarını “Siz kelam ehlini dinî asıllar mevzuunda konuşmaktan men ederken kendiniz istediğiniz meseleler hakkında konuşuyorsunuz, ne var ki, aciz kaldığınız zaman konuşmaktan men olunduk diyorsunuz.” diyerek eleştirmektedir.
Selefiyye’ye göre nas, Kur’an ve Hz. Peygamber’in hadisleridir. Kur’an zaten Allah’ın kitabıdır ve onun hükümleri tartışılmaz. Hz. Peygamber’in hadisleri de “O kendi hevasından konuşmaz, onun konuştuğu ancak vahiydir.” ayetinden dolayı Kur’an gibidir.
Bu yaklaşım, Kur’an-hadis hiyerarşisini bozmaktadır. Allah’ın kelamı ile Resul’ün sözünü eşitlemektedir. Sorun, “kendi kriterleri” açısından sahih kabul edilen ahad haberin vahiy derecesine yükseltilmesiyle daha çetrefilleşmektedir. Bu haberlere yöneltilen eleştiri, vahye yöneltilmiş gibi algılanmaktadır. Ayrıca “usvetün hasene” olan Resul’ü de örnek alınabilir konumundan uzaklaştırmaktadır, çünkü her dediği vahiy olan, her yaptığını vahiyle yapan birinin örnek alınması mümkün değildir.
Mezkûr ayetin, vahyi “beşer sözü” olarak niteleyen müşriklerin iddialarına cevap olarak indiği açıktır. Hz. Peygamber, vahyin bilfiil taşıyıcısı ve de vahyi en iyi anlayandır. Dolayısıyla onun sözleri Kur’an’la çelişmez. Çeliştiği anda vahiyle düzeltilir. Peygamberimizin her sözünün vahiy olduğunu iddia etmek, haşa Allah’ın Peygamberine çelişkili mesajlar gönderdiğini kabul etmek demektir. Çünkü “Abese” gibi birçok örnekte olduğu gibi Allah, Resulü’nün yaptığı yanlışları düzeltmektedir. Ayrıca rivayetlerde de Resul’ün bazı sözlerini düzelttiğine dair birçok örnek vardır.
Selef bu ayete dayanarak Hz. Peygamber’in hadislerinin Kur’an ayeti hükmü taşıdığına inanır. Ehl-i Rey ise genel anlamda hadislerin hüküm koyucu olduğunu kabul etmekle beraber, itikadi konularda hadisleri izah edici olarak kabul eder. Birçok selefi kaynak, “kıyamet alametleri” hususunda Ehl-i Sünnet-i Ammeyle aynileşir ve bunları itikat konuları arasında değerlendirir.
İhtilaflar açık bir nassın olmadığı konularda daha da artmaktadır. Ehl-i Rey konuyla ilgili naslardan yola çıkarak ya da sarih nasları çerçeve kabul ederek onlarla çelişmeyecek şekilde dilin imkânlarını da kullanarak yorum yaparken; Selef, bu konularda susma hakkını kullanmakta, herhangi bir yorumda bulunmamaktadır.
Ehli Rey, hadislerin delil alınması konusunda da bazı ölçüler getirmiştir. Selefiler ise nasların yorumundan kaçındıkları için hadislerin genel ilkelere aykırı olmasından çok, hadisin senedine bakmışlar, senedi sağlam olan hadisleri itirazsız kabul etmişlerdir. Onlara göre insanlar tarafından oluşturulan ilkeler naslardan da çıkarılsa, insanların kendi kanaatleridir. Yorumlarla naslar asla reddedilemez. Selefe göre nasların zahirinde görülen çatışma, bizim onu anlayamamamızdandır. Bu nedenle naslar, dil ve mantık kurallarıyla çıkarılacak esaslarla sınırlanamaz.
Kelamcılar naslar arasında bir çelişki ortaya çıkarsa onları olduğu gibi kabullenmenin inançta sorunlar ve çıkmazlar oluşturabileceği gerekçesiyle onların dil kurallarına göre ve nasların yardımıyla yorumlanmasının gereğine inanırlar. Bu nedenle de hadisleri bu genel prensiplere tabi tutarak onların sıhhatinin denetlenmesini isterler. Senette bir sorun gözükmese de ihtiva ettiği mananın nasların ruhuna aykırılığı olabilir düşüncesiyle onların mutlak olarak kabul edilemeyeceğini savunurlar.
Görüldüğü gibi naslara yaklaşım hususunda Selefiyye ile Zahiriler benzeşmektedirler. Her ikisi de lafzı öne çıkarır, nasların ruhunu, hikmetini pek sual etmezler. Nasları harfi anlama anlayışının oluşturduğu garabete en iyi örnek herhalde Mekke’nin bugünkü halidir. İnsanların geçmiş eserleri kutsamasını engellemek amacıyla yıkılan tarihî eserlerin yerine dikilen Hiltonlar, Ramadalar bu zihinde herhangi bir rahatsızlık oluşturmamaktadır.
Selefiyye, insanların soru sormamalarını, kendilerine ulaşan haberlerle yetinmelerini ister. Bu yaklaşım, nasları bağlamından kopararak tartışma, polemik konusu yapan bazı kelamcıları makule çekme ya da uzlaşılması mümkün olmayan metafizik alanlara dalmayı engelleme amacı taşısa da sormak, zihinde oluşan soruları gidermeye çalışmak fıtri bir davranıştır. Nitekim Hz. İbrahim “Rabim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” (Bakara, 2/255), Hz. Musa da “Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım!” (Araf, 7/143) diyerek mutmain olmak istemişlerdi. (Selefi metodun değerlendirilmesi için bkz. Mehmet Baktır, Mutekaddimun Selefiyye ve Metod Anlayışı, Cumhuriyet Ünv., İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: VIII / 2, Sf. 25-48, Aralık 2004)
Selefe göre müteşabihler ancak Hz. Peygamber’den gelen haberlerle anlaşılabilir. Ancak hangi ayetlerin müteşabih olduğu kesin olarak belli değildir. Selefi âlimler, bu konuda eleştirdikleri diğer âlimler gibi kendi içtihatlarıyla ayetleri muhkem ve müteşabih diye sınıflandırmışlardır. İkinci bir husus müteşabih ayetlerin anlaşılamayacağı yargısı da bir istidlaldir. Kitabın tamamı okunup anlaşılsın ve yaşansın diye gönderilmiştir. Selefi düşünce, Âl-i İmran 7. ayette geçen “te’vil”i, “anlama” sorununa indirgemektedir. Oysa Kur’an’da birçok ayette te’vil, bir şeyin varacağına varması, ortaya çıkması, gerçekleşmesi, sonuç ve akıbeti anlamıyla daha çok kullanılmaktadır. (Bkz. Yusuf Işıcık, “Kur’ân’da İki Kavram: Te’vil ve Müteşâbih” S.Ü.İ.F. Dergisi, Sayı: 13, 2002)
Müteşabihe yorumsuz yaklaşımın bir yansıması olarak Selefiyye, kaderci bir anlayışı benimsemiştir. Hayır da şer de Allah’tandır. Kur’an-ı Kerim’de iman esasları sıralanırken bugün anlaşıldığı şekliyle hiçbir yerde “kadere iman”a yer verilmemiştir. Cibril hadisi şeklinde meşhur olan rivayetin birkaç versiyonunda da kadere iman yoktur. (Bkz. Bekir Tatlı, Buhari Öncesi Dönemde Cibril Hadis ve Metin Tahlilleri, Dini Araştırmalar, Cilt: 8, Sf. 22) Buna mukabil diğer varyant ve farklı rivayetlerde konuya çokça yer verilmesi dikkat çekicidir. (Kader mevzunun yönetimle ilgisi hususunda bkz. İbrahim Sarmış, Şûradan Saltanata, Teokrasiye ve Laisizme “Yönetim”, Düşün Yayıncılık, İst. 2010)
Selefiyye; Allahu Teâlâ'nın gökte olduğuna, parmakla işaret etmenin cevazına inanması, “el, yüz, istiva” gibi kavramları olduğu gibi kabul etmesinden dolayı muarızları tarafından ‘muattıla’, ‘müşebbihe’, ‘mücessime’ye benzemekle suçlanmıştır.
Selefiyyenin, tecsim ve teşbihe varan yorumları, bizzat ekolün kendi içinden eleştiriler almıştır. İbnül Cevzî, "Allah, Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Buharî) hadisine binaen Allah'ın şekli, yüzü, ağzı, dili, dişleri, yüzünün nuru, iki eli, parmağı vb. organları bulunduğunu iddia eden selefileri, Allah'ı yaratılmışlara benzettikleri için şiddetle eleştirmiştir. Ebu Ya’la da "Hanbelî mezhebinin, denizlerin suyuyla bile temizlenemeyecek kadar kirletildiği" tespitini yapmıştır.
Selefiyyenin Peygamber'e ilişkin tutumu İbn Ömer geleneğine dayanır ve örnek almaktan ziyade taklit etmeyi içerir. İbn Ömer, Resul’ü birebir taklit ederdi. Resul’ün deveye bindiği yerde biner, dinlendiği yerde dinlenirdi. Ahmed b. Hanbel de arandığı dönemde üç gün gizlenmiş sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü Resulullah hicret esnasında mağarada üç gün gizlenmiştir. Resulullah karpuz yemediği için Ahmed bin Hanbel de yememiştir.
Selefi âlimler, tasavvufta bolca örneğine rastlanan ölmüş ya da sağ bazı kulların aracı kılınması, ruhlarından istimdat edilmesi, kabirlere dönerek ibadet etmek, Peygamber bile olsa Allah'tan başkasından yardım dileme, çalışmayı bir kenara bırakıp bir hırka bir lokmayla yetinme, Hıristiyan zahitler gibi toplumdan soyutlanma, dine bazı ibadet ve ritüelleri sokma, sema, toplu zikir, evrad, ezkar, musiki, şeyhlere bağlılıkta aşırılık gibi hususları tevhid akidesine ters görerek haklı bir titizlik sergilemişler ve bu konularda ciddi bir külliyat bırakmışlardır. Ancak bazı selef âlimlerinin tekfir mekanizmasını kolayca işletmeleri, münker görülen bu davranışların şiddet kullanılarak engellenmeye çalışılması muhataplar arasındaki diyalog imkânını tamamen yok ettiği gibi, karşılıklı nefretin yaygınlaşmasına da neden olmuştur. Bugün de bazı selefi akımların bir bölgede hâkimiyet kurmasının hemen ardından türbeleri yıkmaya başlamaları düşündürücüdür. Allah Resulü yirmi yıl zihinlerdeki putları yıkmaya çalıştıktan sonra ancak Kâbe’deki putları temizlemişti. Zihinlerdeki türbe anlayışını değiştirmedikten sonra tekrar yenilerinin yapılacağı açıktır.
Selefiyye, işraki bir bakış açısıyla yazılan tefsirleri tevil kategorisinde değerlendirdiği için karşı çıkmıştır. Sufi gözüyle yapılan tefsirler, bir nevi lafzın hakiki manasını tahrif etmektir. Kendini lafızla hiç kayıtlamayan batınî tefsir anlayışı, keyfe keder yorumlar yapabilmektedir. Mesela “salat” Hz. Muhammed, “zekât” Hz. Ali olabilmektedir.
İbni Teymiyye, eleştirilerini tasavvufun kendisinden ziyade vahdet-i vücud, hulul, enel hak gibi nazariyeler ve İbni Arabi, Hallac gibi temsilciler üzerine yoğunlaştırmıştır. Başka kültürlerden İslami düşünceye sızan düşüncelere dikkat çekmiş, bunlardan insanları sakındırmıştır. Seleften tasavvufa daha mutedil yaklaşanlar olduğu gibi Muhammed bin Abdulvehhab ve sonrası selefi ulemada olduğu gibi çok daha sert yaklaşanlar da vardır.
Selefiyye “Hidayetin en hayırlısı Muhammed (s)’in hidayetidir. İşlerin en şerlisi sonradan ortaya çıkandır. Her yeni şey bidattir, her bidat delalettir, her delalet ise cehennemliktir.” hadisini temel prensip edinmiştir. Kur'an ve sünnette bulunmayan, sahabenin hayatında rastlanmayan şeyler bidat sayılır. Dine inanç ve amel noktasında yeni şeyler eklemek elbette bidattir, kabul edilemez. Ancak sürekli değişen bir hayat karşısında nasları harfi anlayıp uygulamaya kalkmak hayatı dondurmak anlamına gelir. Oysa din evrenseldir, çağlar üstüdür. Dinin, günün ihtiyaçlarına cevap vermesi gerekir. Dinî düşüncenin her dem yeniden üretilmesi, günün problemlerinin çözülmesi dinin hayatiyetinin göstergesidir.
Selefiyye sahabenin de Peygamber gibi seçildiğini iddia eder. Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin bu anlayış sahabeyi masumlaştırır. Sahabe seçilmemiştir, seçilen Peygamberin davetini kabul edip canla başla bu uğurda mücadele etmiştir. Vahyin inişine tanık olmak, dini birinci kaynaktan öğrenmek sahabeyi diğer insanlardan ayırır, en değerli kuşak konumuna yükseltir. Ancak selefi düşünce sahabeyi homojen bir yapı olarak tasavvur eder. Müslüman olarak Hz. Peygamber’le bir saat konuşan da sahabedir, ömrünü İslam’a adamış olan da. Bütün sahabe aynı derecede örnek alınabilir mi? İlk Müslümanlarla Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olanlar aynı derecede örnek alınmaya layık mıdır? Sahabe algısı, zaman zaman onları insani konumun üzerine taşıyıp melekleştiriyor. Oysa Kur’an da Resul de sahabeleri hem övüyor hem de eleştiriyor. Onlar da insandı, zaafları vardı, hata yapıyor, günah işliyorlardı. Birbirlerini eleştiriyor, suçluyor, hatta birbirleriyle savaşıyorlardı. Bunlara rağmen en ideal örnek, Resulullah ve ashabı tarafından yaşanmıştır. Allah Resulü; İslam öncesi birbirini katleden, hak-hukuk tanımayan, hiçbir doğru üzerinde ittifak edemeyen serkeş topluluklardan olağanüstü bir şekilde adil şahitler inşa etmiştir. Ancak bu, olmuş bitmiş, asla tekrarı olamayacak bir kuşak olarak algılanırsa onların örnekliği de anlamsızlaşacaktır. Her çağda benzer topluluklar inşa etmek mümkündür. Müslümanların görevi de zaten bunun için çalışmaktır. Aksi takdirde sahabenin yaşadığı her şeyi Allah’a havale edip susmak, o dönemi anlamayı maalesef imkânsızlaştırıyor.
Sahabedeki ideali, Allah rızası düşüncesini görmeden onları kişisel hırsları için mücadele eden bireyler olarak niteleyen görüş ne kadar yanlışsa, sahabenin insani boyutunu görmeyen ve onları adeta kutsallaştıran anlayış da o kadar yanlıştır.
Selefiyye, dini sahabenin anladığı gibi anlama iddiasında olsa da zaman içinde yaşanılan tartışmalardan etkilenmiştir. Abbasiler dönemine kadar Kur’an’ın yaratılmışlığı mevzusu tartışılmamıştır. Dolayısıyla ilk neslin gündeminde böyle bir mevzu olmamıştır. Oysa sonra telif edilen selefi akaid kitaplarında bu konuya değinilmiş, Kur’an’ın yaratılmış olamayacağı akaid ilkesi olarak yerini almıştır. Ayrıca yine dönemin etkisiyle “mizan”ın, iki kefesi bir dili olduğu vurgulanmıştır. Oysa bugün “mizan” dijitalleşmiştir.
Selefiyye’nin büyük açmazlarından birisi de yöneticiye itaat mevzuudur. Kimi selefiler namaz kıldığı müddetçe ne yaparsa yapsın yöneticiyi meşru tanır ve itaat eder ve itaati emir telakki eder. Kimileri ise yöneticinin gerekli “bütün şartları haiz” olması gerektiğini düşünür. Bu şartlar ihlal edilirse yönetimi devirmek caizdir, hatta gereklidir. Aynı kaynaklardan beslenen iki gruptan biri yönetimin devrilmesi için silahlı mücadele yürütürken diğeri yönetimi korumak için mücadele etmektedir.
Müslümanların inançlarını düzeltme iddiasındaki Selefiliğin çoğu yerde düzgün bir davet ve diyalog dilini oluşturamaması birçok bölgede Müslümanlar arası çatışmalara sebebiyet vermektedir. Selefilikle yeni tanışan bölgelerde önce diğer Müslümanlarla sürtüşmeler yaşanmakta sonra da selefi gruplarda ayrışmalar alıp başını gitmektedir. Vela ve bera ile kötülükten fiilen men etme anlayışı, insanları kategorize etmeyi ve “standartlar”a uymayanlarla ayrışmayı, akabinde de çatışmayı beraberinde getirmektedir.
Selefin İslam düşüncesine ciddi katkısı, temel metinlerin yorumlanmaksızın toplanıp sonraki nesle aktarılması ve özenle korunmasıdır. Onlar insanların metinlerden ne anladığını değil ne dediğini önemsiyorlardı. Böylece kendilerinden sonra yorumlanıp açıklanabilecek bir külliyat bıraktılar.
Selefiyye’nin, insanları Kur’an ve sünnete çağırması son derece önemlidir. Bilfiil şahit olduğumuz gibi hayatın karmaşası içinde insanların bu iki kaynaktan uzaklaşma, önemsedikleri âlim, mezhep imamı ya da şeyhlerin kitaplarını bunların yerine ikame etme ihtimalleri yüksektir. Zaman zaman asli kaynakları hatırlatacak ve insanları bunlara yönlendirecek kişi ve akımlara her zaman ihtiyaç vardır.
Bazı felsefi, kelami ve tasavvufi akımlar tarihte olduğu gibi bugün de vahyin çerçevesini zorlayarak aşırı yorumlara gidebilmektedir. Bu anlamda Selefiyye’nin eleştirileri önemlidir. Lafızcılık kadar maksadı kavrama adına lafzı yok sayan yaklaşım da problemlidir. Vahyin genel ilkeleri çerçevesinde lafzı dışlamayan ama bütünden kopup lafza da takılıp kalmayan bir anlayış her zaman mümkündür.
Selefiliğin “delil”i öne çıkaran yaklaşımı ve mezheplere uymayı zorunlu görmemesi sürekli bir devinim oluşturmuş, kaynaklarla irtibatı güçlü tutmuştur. Kimin söylediğinden çok hangi delile dayanıldığı önemlidir. Bu açıdan içtihat kapısı hep açıktır. Diğer bazı mezheplerde görülen muayyen mezhep taassubuna burada pek rastlanmaz. Selefi bir âlim, Ahmed bin Hanbel’in görüşüyle çelişen bir rivayet görürse, rivayeti tercih eder. Burada kişi taassubu yerini metot taassubu almakta, selefi menhecin dışındaki hiçbir yöntem ciddiye alınmamaktadır.
İslam'ın, sahabe içinden birçok öncünün anladığı gibi anlaşılması gerektiği vakıadır. Bu hususta iki örnek, sembolik önemi haizdir. Ya Resul’ü örnek alan, nasları aklederek ruhuyla, hikmetiyle kavramaya çalışan, gerektiğinde nassın maksadı için lafzı feda eden Hz. Ömer’in yolunu takip edeceğiz ya da Resul’ü taklit eden İbni Ömer’i.