Hayat ve hayat imtihanımız kimliksel kavrayış ve tutumlarımız arasında çeşitlilik arz etmektedir. Hayatı kavramada kendisine bahşedilen algı ve idrak yetileriyle bir yaratıcısı olduğunu idrak edip O’nun yol gösterici korunmuş olan vahyine kulak açıp akledip, şükredip imana ulaşanlarla; imanını fücr boyutunun heyelanına kaptıranlar ve kendi nefsini müstağni görüp “nefs-i emmare”ye yani kötülüğü teşvik eden nefse kapılanlar arasında hayat akıp gitmektedir.
Hint dini çilecileri ve fıtri duygularımıza yani nefsi eğilimlerimize savaş açan sufiler, dünyevileşmenin önüne geçmenin inziva hayatına geçerek nefsi öldürmekten geçtiğini düşünmüşlerdir. Oysa bu faraziye iki sebepten dolayı mümkün değildir: İlki nefsi öldürmek çare değildir, mümkün de değildir. Nefsin varlığı Şems Sûresi’nde belirtildiği gibi “fücur”/sapma ve “takva”/iyilik arasında vücud bulur. Nefsin varlığı ahlaki olgunlaşma ve ruhi yetkinleşme açısından gereklidir; imtihan alanımızın dinamiğidir. Nefsi öldürdüğün zaman beşer olmaktan çıkarsın. Ali Bulaç’ın “Dirâsâtu’l Kur’an”da (V, 118-122) belirttiği gibi bu Hint mistisizminin iddiasıdır, hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır. İkincisi ise nefsi yani benliği, değerli olan kişiliği kötülüğü emreden nefse (fücur), “nefs-i emmare”ye (12/53) indirgeme yanlışı yapılmaktadır. Oysa nefs çoğunluğun anladığı gibi sadece kötülüğü emreden, şeytana kapı açan “nefs-i emmare” değildir. Şems Sûresi’nde işaret edildiği gibi “nefs-i zekiyye” yani nefsini arındıran (91/9), temizleyen, kendini geliştiren; “nefs-i levvame” (91/2) yaptığı yanlışlıklardan ötürü pişmanlık duyan; “nefsi-i mutmainne” (89/27) Allah’tan memnun, hoşnut ve razı olan nefs gibi Kur’an’da “nefs” daha çok olumlu olarak da kullanılmaktadır.
Yaratıldığımız alemde zorunlu ve tabii ihtiyaçlar kaçınılmazdır. Zarûrat ve hâciyat ile ilgili ihtiyaçlarımızı karşılamak için yeme-içme, geçim, barınma, ulaşım, eğitim ve iş sorunları zorunlu olarak gündemimizdedir. Temel ihtiyaçlarımız, İslami hizmetler ve infak için kazanma azmi ve bunların sağlanacağı sosyo-ekonomik, sosyo-siyasal ortamda hukuk ve adalet işleyişi kaçınılmaz olarak ilgileneceğimiz konulardır. Yani yeme-içme, uyuma, def-i hacette bulunma gibi zorunlu; kendi nevimize ilgimiz ve neslimizi devam ettirme eğilimimiz, düşünce ve inanç özgürlüğü hakkı peşinde olmamız, varlığımızı devam ettirmek ve bekamızı sağlamak gibi temel ve içgüdüsel ihtiyaçlarımızı gidermek kaçınılmazdır. İhtiyaçlarımızı hâciyat boyutunda karşıladığımızda da fitrî olarak daha iyiye, daha güzele yani tahsiniyata yönelebiliriz.
Bu gibi kaçınılmaz ihtiyaçlar zaten İslam fıkhında “Zaruret-i Hamse” ifadesiyle değerlendirilmektedir. Ancak sorun nefsimizle, diğer insanlarla, doğa ile ve Yaratıcımızla ilişkilerimizi hangi ölçüye göre değerlendireceğimiz sorusuyla alakalıdır. Bu ilişki ağlarını “Ben sizin Yüce Rabbinizim”(79/24) diyen Firavun’un müstağniliği içinde zevkimize, hazlarımıza veya kişisel menfaatlerimize göre mi biçimlendireceğiz; yoksa Allah’ın son vahyi ve ilahi kitabı Kur’an’ı ve onun en iyi uygulayıcısı Resulullah (s)’in zamanı aşkın örnekleri doğrultusunda mı değerlendireceğiz. Tabii ki yorumlarımızdaki veya içtihatlarımızdaki hükümler zaman ve mekânın değişmesiyle değişim gösterecektir. Bu konudaki sahipsiz veya buluntu (lukata) deve ve koyunların akıbetlerinin ne olacağına dair sahih rivayetlere dayanan fıkhi hükmün Resulullah’ın (s) Medine Dönemi’nde sahibi çıkıncaya kadar meralarda bırakılması; Osman’ın (r)emiru’l-mümin olduğu dönemde develerin bırakılıp koyunların beytul-mal ağılına getirilmesi ve Emiru’l-mümin Ali (r) döneminde sosyal yapıda sıkıntılar başladığı için develerin de koyunların da beytul-mal ağılına getirilmesi şeklinde değişiklik göstermesi bunun ufak bir örneğidir.
Bu konuda yorumların zaman ve mekan şartlarına göre değişeceği ama İslami sabitelerin; yani vahyin mutlak ve muhkem hükümlerinin, aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın kesin haber ifade eden (salat’ın rekatları ve tesettürün hudutları gibi) zamanı aşkın uygulamaları biz mü’minler için zaman ve mekanın değişmesiyle değişmeyecek olan hükümleridir. Rabbimiz dinin aslı konusunda “O’nun Elçileri arasında ayrım yapmayız” (2/286) hükmü çerçevesinden bakacak olursak Rabbimizin ölçü ve sınırlarına tabii olanlar ile, hududullahı aşanlar veya kalbinde eğrilik bulunanlar arasındaki mücadele Adem Aleyhisselam’ın çocuklarından bu yana devam etmektedir. Çünkü bizim iman ettiğimiz vahiy ilmine göre insanın fıtratı yaratıldığından bugünü kadar değişmemiştir, cinsel aykırı Lut Kavmi gibi bütün fıtratı bozma girişimlerine rağmen Kıyamet’e kadar da değişmeyecektir.
O halde dünya nimetlerine tamamen nefs-i emmare’ye uyarak yani nefsinin -takvasına değil- fücru’na uyarak kevni alemdeki zevkler; makam, güç ve statü ihtirasları; haz ve hobiler istikametinde akıp giden, vahyi ölçüleri unutan ya da vahyi “mehcur”/terkedilmiş bırakan bundan dolayı da zalimleşen insanlar çoğunluğu oluşturmaktadır (7/179). Tabii ki “tağut” dün de etkin olup hak ve batıl mücadelesinin “öteki” yani tuğyan tarafını oluşturuyordu, bugün de küresel kapitalizm veya post-modern şirk felsefesiyle çağdaş yanını oluşturuyor. Bunların tümüne cahiliye sistemi diyoruz. Dün gaybi alanda yaşayan Samiri veya Belam misyonu gibi, bürokratik-siyasi mekanizmada Haman misyonu gibi, ekonomik alanda Karun misyonu gibi ya da hayatın tümünü ifsat etme yolunda Firavun misyonu gibi bugünde cahili küresel sistem ve vesayet altında tuttuğu işbirlikçi hükümetler aynı misyonu tekrar ediyorlar. Bu misyon herşeyi dünyada gören, hazzı ve zevki bu dünyada yaşama tutkunu helal ve haram sınırlarını pek önemsemeyen dünyevileşmiş yani seküler bir tutumu ifade eder.
Onlar da diğer insanların çoğunluğu da genellikle “Hayır istemekten bıkıp usanmaz”(41/49); bu “Hayr” isteyenler “Uğradıkları bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir nimet tattırsak mutlaka şöyle diyeceklerdir” diyor Rabbimiz: “Bu benim hakkımdır.” (41/50) Yani “Bu benim hakkımdır; bunu hak ederek kazandım; buna layık bir adam olduğum için Allah lütfetti!” gibi haddi aşan bir söylem sergileyen bu karakter türü Kitab-ı Kerim’imiz de şu şekilde tanımlanır:
“Ne zaman bir lütufta bulunsak insanoğlu arkasını dönüp uzaklaşır; başına bir kötülük geldiğinde de uzun uzadıya yalvarır yakarır.” (41/51) Bu karakter eğilimi insanlar arasında oldukça yaygındır. Bunlar nankördürler. Nankör olanlar ya kökten inkârcı ve münafık kişilerdir ya da hayatla ve gayb ile ilgili anlam dünyaları vahyi eksende mutmain bir nefse yani ikna olmuş tahkiki bir imana ulaşmamış kimselerdir. Anlaşılacağı gibi sekülerleşme eğilimi hem iktidar merkezli hem insan merkezlidir. Sekülerleşme, tuğyana açılan iradi bir dünyevileşme tercihi ve tağutlaşıp tağileşme zulmü ve şeytanlığıdır. Nihaî âkibeti ise azaptır.
Sekülerleşme hem dikey/siyasi hem yatay/toplumsal tarih akışında İslami aidiyet bütünlüğünü kaybetmekten doğan; kişi ve zümrelerin nefislerini, hazlarını, istikbar hırslarını hayatın önceliği haline getirmelerinden kaynaklanır. Tabii ki bu süfli eğilimleri ve hırsları tahrik ederek, tüketim kültürü kışkırtıcılığı yaparak daha fazla büyümeyi ve güç-sermaye biriktirmeyi bunun için de daha fazla tükettirmeyi amaçlayan kapitalizm ve onun siyasi-ekonomik güç odakları, sağcı ve solcu eğilimleriyle felsefesini işleyen bütün hazcı doktrinler ve liberalizm sekülerleşmenin yaygınlaşmasında debisi artan azgın bir su yatağı veya afet oluşturan sel gibidir. O yüzden hayatı ve değerleri tüketen içki masalarında da, fahşa turizminde de, sınırsız özgürlük (emansipasyon) çığlıklarında da, faiz ekonomisinde de, LGBT cinsel sapıklığını savunmada da hem çağdaş liberal ve hem çağdaş sosyalist akımlar aynı fahşadan besleniyor ve aynı fahşayı savunuyorlar.
Ulusal sistemler ve devletler ise batılı hayat tarzının Halkı Müslüman ülkelerde ve tüm Batı dışı toplumlarda vesayet formunu oluşturuyorlar. Vesayetten kopmaya çalışan hükümetler ise bu doğrultuda bilinçli bir halk tabanı veya ümmet zindeliği oluşamadığı için sürekli zaaflar içine sürükleniyor veya 27 Nisan 2007’de, 03 Temmuz 2013’te ve 15 Temmuz 2016’da olduğu gibi (Türkiye’de veya Mısır’da) askeri post-modern darbelerle veya darbe teşebbüsleriyle tekrar cahili sistemin raylarına çekilmeye çalışıyorlar.
Küresel istikbar bugün Müslüman mahallesinde “ahlaksız dindarlar ve ahlaklı ateistler” söylemiyle inkârcılığı, daha dar alanda da deizmi yaygınlaştırmaya; fıtri ve vahyi olandan yabancılaştırıcı yeni yeni tartışmalar açmaya çalışıyor. 2013’te Tahrir Meydanı’ndaki darbeci kitleye ilham veren anarşist, batıcı ve seküler Taksim Gezi Kalkışması’na müdahil olan İslamcı döneği tarihselciler ve 28 Şubat Direnişimizi başörtülerini açarak örtmeye çalışan ve bu müfsid tutumlarını sosyal medya paylaşımlarıyla hikâyeleştirip yaygınlaştırmaya çalışan sözde dindar İslam’ın sabitelerinden bihaber feministler “batıcı, ilerlemeci” yabancılaşmış unsurları oldukça memnun ettiler. Tabii ki şeytan da memnun kalmıştır ve yeni dostlar kazanmıştır.
Ama kapitalist veya modernsit hayat biçimi ne kadar zevk, haz, mülk, şehvet, görünür olma, ben-merkezcilik duygularıyla ayartıcı olsa da bu alt üst oluşlar yeni değildir. Dünyevileşme/sekülerleşme kavramının Kitab-ı Mübin’deki bir diğer karşılığı da “İstidrâc”tır. Ömer bin Hattab (r), İran’ın ele geçirilmesiyle elde edilen Sasaniler’in ganimet alınan hazineleri karşısında ürkmüş; ciddi bir imtihan yaşadıklarına işaret etmiş ve “Allah’ın bizi istidraca mı tabi tutuyorsun” demiştir. Yani “Kalem Sûresi’nde (68/44) bildirildiği gibi derece derece azaba mı yaklaştırılacağız?” demek istemiştir.
“İstidrâc” lügat manası olarak derece derece azaba yaklaştırılmak demektir (Râgıbel-İsfahânî, Müfredat). Ahmed ibni Hanbel’in aktardığı bir hadise göre de “İstidrac kişinin günahlarına rağmen istediği bolluk ve refaha kavuşması demektir” (Müsned, IV, 145). Kitab-ı Kerim’de bir kişinin veya iktidarın veyahut toplumun görünür başarılarına rağmen ayetlere aykırı hareketleri nedeniyle derece derece yıkıma sürüklenme haline de “istidrâc” denilmektedir: (7/182; 68/44).
Üstünlük sağlamak için kardeşini öldüren Adem (a)’ın katil oğlundan bu yana şeytanın ayartmaları ve Firavunlaşma eğiliminin zulümleri karşısında Yüce Allah “Elbette bizi biraz korku ve açlık; (ayrıca) mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltmak (fakirlik) ile imtihan edecektir” demekte ve sonra da “Sabredenler” müjdelenmektedir (2/155). Ama sabredenler “Talut”un iman etmiş askerleri gibi “nehirden geçerken bir avuç su içme” imtihanını kazananlardır. Sabredenler zorbalıklar, kuşatmalar ve imkansızlıklar içinde “tağuti” ve “şeytani” ayartmalara ve zulme karşı direnenler, kendini haz ve imkânlar karşısında aktüel ayartıcı gündemin rüzgârına kapıp bırakmayan; sahih bilgi, basiret ve dirayet temelli bir duruşla imtihanı iki dünya için de kazananlardır. Çünkü sabretmek Allah için direnmektir; Allah’ın davasının yardımcıları olmaya çalışmaktır.
Dünyevileşme, önceki çağlarda da bugünkü modern dijital-enformasyon çağında da aşmamız gereken hayat imtihanımızdır. Ne sûfiler gibi nefsimizi öldürmeli, ne de kapitalist piyasaya ve reel siyasete ilkesizce eklemlenmenin Samiri eğilimli fetvalarına kulak vermeliyiz. Allah “hakikatin yaşayan şehidleri olan vasat/orta bir ümmet” (2/143) olmamızı istemektedir. “Allah’a icabet eden, salatı, şurayı, infakı yerine getiren” (42/38) bir ümmet nüvesi olmanın çokluktan yanı nicelikten daha önemli ve öncelikli olduğunu Rabbimiz hatırlatıyor:
“Yaratıklarımızdan hakikate yönelten ve onunla adalet uygulayan bir ümmet vardır”(7/181). Rabbimiz bizlere önce salatından infakına kadar ibadi edimlerini şûrâ uygulaması ile gerçekleştirebilecek örnek bir “zümre”, “fie”, “ferik”, cemaat veya “ümmet” yaşantısı nasip etsin. Ve böyle bir öncelikle “söyleyeceğimizi yaşadığımız” (61/2) bir öncülükle dağılmış ümmet yapımızı îtikatten amele kadar İslamlaşmaya ve İslamlaştırmaya memur kılsın inşaallah. Ümmet nüveleri ve cemaatler işlerini katılımcı bir şûrâ keyfiyeti ile çözme kalitesine ulaştıklarında o zaman bu şûra nüvelerinden de bir “Ulu’l-emr”/Şûra Meclisi oluşturur ve ortak işlerimizi daha nezih ve yeterli bir şekilde tartışır ve çözümleriz inşaallah. Mü’minler arasında sekülerleşmeyi aşmanın birinci merhalesi “ortak işlerimizi şûrâ ile yapma” vucibiyetini yerine getirmemize ve bu hedef doğrultusunda bütünsel fıkhî donanımımızı artırmamıza bağlıdır. Yüce Rabbimizden niyazımız bu niyet ve bağlılığımızın önünde kapılar açmasıdır. Mü’minler olarak önceliğimiz bu istikamette hedef edinmektir. Reel ekonomi ve reel siyaset gündemi ise hem ikincildir hem sekülerleşme riski taşımaktadır.1
Dipnot:
1- Konunun açılım için şu makaleme bakılabilir: “Reel Ekonomi ve Siyaset Alanında Sekülerleşme Riski ve Hakka Yönelme Çabası”, Haksöz Dergisi, Sayı: 363 Temmuz 2021.
Kaynak: Vuslat, Ağustos 2021