Yasin Aktay / Yeni Şafak
Yaşadığımız dünyanın özgünlüğü ve sekülerleşmenin tarihsel tekerrürü
Yaşadığımız zamanların bizden önceki zamanlardan önemli bir farkı olduğunu düşünmeye eğilimlidir insanlar. Kimi zaman bir altın çağdan uzaklaşıyor olmanın gurbet veya nostalji duygusu altında hissedilir bu farklılık kimi zamansa daha önce eşine rastlanmayan bir özgünlüğü, bir yaratımı ortaya koymuş olmanın yol açtığı bir üstünlük duygusuyla. Her iki tavır insanın kendi tecrübesini diğerlerinkinden çok farklı görme veya gösterme arzusunu yansıtır. Ve bu zannedildiği gibi sadece modern insana özgü bir tutum olmamıştır. Tarih boyunca insanların böyle bir eğilimi olmuştur ki, Kur’an’ı Kerim’de sıkça “sizden öncekiler de.. “ diye başlayan ifadelerle önceki insanların da kendilerini gelmiş geçmiş en özgün ve tabii ki en üstün güçlere sahip olmuş insanlar olarak görüp azgınlaştıklarından bahsedilir.
Modernizm de çağdaş insanın kendini büyük bir gurur ve üstünlük duygusuyla inşa ettiği, tabiat, insan ve tanrıyla, zaman ve mekanla farklı bir ilişkinin kurgulandığı bir dünya tasavvuruna dayanıyor. Bu dünya tasavvurunun bileşenlerine bakıldığında tarihin hiçbir döneminde görülmemiş türden bir şey olmadığı görülür. Özellikle dinlerin dünya ve insan tasavvurları açısından bakıldığında, tarihin her döneminde karşılaşılan türden insanların, zihniyetlerin, doğanın ve tanrı karşısındaki tutumların modernlik bağlamında sadece tekerrür ettiği rahatlıkla kabul edilebilir.
İnsanın kendini çok özgün ve farklı gördüğü düşüncesi de bir dinsel hafıza açısından tarihin her döneminde tekerrür eden bir insanî tutumdur. Buna rağmen bu tekerrürün her seferinde aktörlerinin ve ortamının özgünlüğünden mütevellit bir farklılığı olduğu göz ardı edilemez. Her koyun kendi bacağından asılıyordur ve her insan tekinin kendi özgünlüğü, sorumluluğu ve bireyselliği de vardır.
Martin Heidegger’in kendisine yöneltilen bir eleştiriye cevaben sorduğu gibi, “elbette gök kubbe altında söylenmemiş yeni bir şey yoktur, benim de söylediklerimi daha önce söyleyenler olmuştur, ama benim bunu şimdi ve burada söylüyor oluşum yeni değil midir?” Biraz daha ileri giderek, herkesin veya her neslin kendini yeni ve özgün sayması yeni bir şey değildir, ama modern insanın şu modern çağda kendini yeni sayma tarzı yepyenidir diyebiliriz.
Tarihin her döneminde ve dünyanın her tarafında, insan toplumunun olduğu her yerde bir davranış örüntüsü yani bir sosyolojik kurum olarak din de var olmuştur. Dinin var olması dine dair farklı tutumların, örneğin, dinin vaaz ettiği anlayışın reddedildiği, alternatif olarak başka bir yolun arandığı durumlar da aynı paralelde hep var olmuştur. Oysa dini geleneklere ait sayıp din karşıtlığını, dinin aşılmasını moderniteye özgü saymak, modernliğin özgünlük iddiasının bir parçası.
Dine karşı seküler tutum geleneksel toplumlarda da hep var olagelmiş bir durumdur. Dinin kendi iç söylemi seküler tutumlarla, yani dünyevileşmeyle hep bir tartışma ve çatışma içindedir zaten. Oysa modern dönemi niteleyen en önemli boyutlardan biri Max Weber’in en iyi ifade ettiği şekliyle “dünyanın büyüsünün bozulması” olmuştur.
Dünyanın büyübozumu, yani dünyada olup biten şeylerin nedeninin yine dünyada aranması, bu oluşumlara dünyanın dışında, göklerden veya ruh aleminden bir sebep bulmaktan vazgeçilmesi… Bu tutum bile moderniteyi karakterize etmesine karşılık tarihin her döneminde dinin olduğu yerde, dinin yanı sıra hep var olmuş bir tutumdur.
Max Weber’de geleneksel toplumu karakterize eden bir boyut olarak “büyülü dünya” ise, ilginçtir ki dünyayı tamamen tevhidi bir bakış açısıyla anlamlandıran Müslümanlar için hiçbir karşılığı olmayan bir dünya olmuştur. Müslümanlar için dünya, Hıristiyanlar için olduğu gibi hiçbir zaman büyülü bir dünya olmamıştır. Müslümanlar arasında bazı hermetik veya farklı kültürel etkiler altında kalarak, bu büyülü dünya tasavvuruna rağbet edenler olmuşsa da böylesi bir tasavvur Müslümanları karakterize edecek bir düzeye ulaşmamıştır.
Olup biten her şeyin mutlak sebebi Allah olsa da Allah’ın yaratışındaki sünneti bir tür nedensellik düşüncesine bir kapıyı hep açık bırakmıştır. Zira her evveli ve ahiri, batını ve zahiri yaratan Allah olsa da o bir sünnet etrafında yaratmıştır. Allah’tan başka bir mutlak sebep tanımamak olur olmaz şeylerde dünyaya bir büyü atfetmeyi de engelliyor, büyü atfetmeyi paganizmle özdeş kılıyor. O yüzden sekülerleşme veya modernleşme ile ilgili Weberci analizleri bile Müslümanların dünyasına uyarlamak baştan itibaren uygunsuz bir çaba olmuştur.
Aslına bakılırsa, bu analizlerin Batı dünyası için uyarlanışı da sorunsuz değildir. Sekülerleşme ile ilgili tespit ve gözlemler dünyada dinin etkisinin giderek azaldığını göstermesi gerekirken, dinin etkisinin gerek siyasette gerek gündelik yaşamda çok daha farklı şekillerde kendini hissettirdiği de görülüyor.
Daha önce de değinmiştik, Peter Berger ile Thomas Luckman’ın çalışmaları Avrupa tarihinde asıl Hıristiyanlaşma’nın modern dönemde, yani sekülerleşmenin başat hale geldiği değerlendirilen dönemde gerçekleşmiş olduğunu bile söylemiştir. Onlara göre dinin daha etkili ve belirleyici olduğu söylenen Orta Çağ’da her tarafta dinî bir görünümün var olması çok yanıltıcı, zira bu dönemde geçerli olan din son derece dağınık ve Hıristiyanlık’tan çok uzak bir tür paganizmdir.
Hıristiyanlık asıl kentleşme ile birlikte geniş kitlelerin kitabî yaklaşımlarıyla benimsemeye başladıkları bir şey olmuştur. Belki bu açıdan Türkiye’nin kentleşmesiyle dindarlığın formunun da muhtevasının da bambaşka bir hâl aldığı durumla karşılaştırılabilir.