Sekülerleşemeyen laiklik ve hurafenin dönüşü

Etyen Mahçupyan

Sekülerleşme kavramı bizzat Batı'nın kendi kültürel tarihî süreci içerisinde fazlasıyla din ve dindarlık bağlamı içinde değerlendirildi.

Öyle ki bugün hâlâ birçok kişi sekülerleşmeyi neredeyse dinin karşısına yerleştirebiliyor ve sekülerliği dinsel alanın nasıl düzenleneceğine ilişkin bir arayış veya bir yaptırım olarak kavrıyor. Bunun temel nedenlerinden biri muhakkak ki modernlik öncesine hakim olan ataerkil zihniyetin gündelik hayatı dinsel dogmaların içinden kurması ve anlamlandırmasıydı. Orta Çağların dünyevi yaşantısı bütün olayların ve 'belirtilerin' din yoluyla kavranmasını ima etmekle kalmıyor, sanatın, kültürün ve fikrî hayatın dinsel öğretiler ve tartışmalar bağlamında ele alınmasına neden oluyordu. Buna ek olarak bir de Kilise vardı... Diğer bir deyişle ataerkil zihniyetin hakimiyeti 'yüzer gezer' bir ideolojik ortamın uzantısı değil, doğrudan son derece güçlü bir kurumsal yapının çıkarları, siyaseti ve tabii ki inançları doğrultusunda bir yansıması gibiydi.

Bu nedenle sekülerleşme eğilimleri kendilerini bir anda Kilise ile karşı karşıya buldular. Amaç bu kurumun gücünün törpülenmesine, hareket alanının daraltılmasına, maddi imkanlarının kırpılmasına ve nihayet böylece manevi hakimiyetinin sulandırılmasına dönüştü. Kilise'nin gücü devam ettikçe gerçek bir sekülerleşmenin yaşanmayacağı belliydi... 'Gerçek' denen sekülerleşme ise, zihinlerin 'berraklaşması', akılcı bir muhakemenin günlük hayata egemen olmasıydı. Hurafelerle ilgili suçlamaların nedeni de buydu... Çünkü dinsel dogmalardan hareketle gündelik hayata bakıldığı takdirde akılcılığın olanaksız olduğu tespiti yapılıyor ve söz konusu dogmaların dünyevileştikleri oranda birer hurafe niteliği kazandığı söyleniyordu. Oysa Kilise kendi gücünü kaybetmemek uğruna dünyevi alanda bir mücadele yürütüyor ve dinsel dogmaların birer hurafe olarak toplumun zihinsel yapısına nüfuz etmesine çalışıyordu.

Böylece sekülerleşme kavramı, kamusal alanın dinin etkisinden kurtulmasını ifade etmeye başladı. Eğer sekülerleşmenin bir 'siyaseti' olacaksa, bunun Kilise'ye karşı olması gerektiği açıktı... Dolayısıyla seküler algının en kaba biçimi de siyasi bir önerme olarak ortaya kondu. Bu bakış, sekülerliği aynen bir din gibi konumlandırmaya ve karşıt dinler nezdinde alan kapma mücadelesine sokmaya son derece teşneydi. Nitekim Türkiye gibi ülkelerde de modernliğin sekülerleşme olarak içselleştirilmesine koşut olarak, kamusal alanın temizlenmesini, dindarlığın özel hayatlara sıkıştırılmasını hedefleyen bir 'laiklik' doğdu.

Türkiye'nin söz konusu 'laiklik' kavramında ısrar etmesi ve sekülerleşmeyi kullanmaması, sadece Fransız dilinin etkisiyle açıklanamaz. Çünkü bu iki kelime arasında yapısal bir farklılık bulunmakta. Seküler kelimesi laikliğe kıyasla çok daha 'yumuşak', çok yönlü, ucu açık ve süreci ima eden bir kavram. Sekülerlik bir pozisyondan ziyade, bir durumu ve değişim eğilimini ifade ediyor. Oysa laiklik neredeyse ideoloji kıvamında bir pozisyon... Hatta son dönemde daha da bariz olarak gördüğümüz gibi bir kimlik. Laiklik zamana göre değişmesi beklenen bir toplumsal nitelik değil, zamana direnç gösteren ezeli ve ebedi bir 'doğru' algılama ve yaşama düsturu...

Laiklik neredeyse bir din haline getirildi

Bu açıdan bakıldığında laikliğin sekülerleşme anlayışını daha ilk etapta dondurduğunu ve buradan otoriter zihniyete uygun bir ideoloji ürettiğini söylemek mümkün. Böylece hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde laikliğin neredeyse bir tür din haline geldiğine tanık oluyoruz. Muhatap olduğu bir Kilise olmadığı ölçüde, toplumu bir bütün olarak karşısına alan ve var olandan değil, olabilecek olandan korkan bir ideolojik duruş bu... Dahası toplum korkusu nedeniyle Diyanet benzeri kurumlar yoluyla toplumu yönlendirmeye ve denetlemeye hevesli bir siyasetin de taşıyıcısı... Kısacası bizdeki laiklik, modern dünyanın müsaade ettiği ölçüler içinde yapılanmış ve bir devlet niteliğine dönüşmüş, kendine has bir Kilise organizasyonunu andırıyor.

Oysa modernleşme denen süreç hiçbir zaman yerinde durmuyor ve nitekim bizim hiçbir zaman Batı ile gerçek anlamda eşdüzeyli olamamamızın nedeni de bu. Çünkü bizim kültürümüz 'en doğru' olanın varlığına inanıyor... Bu 'en doğru' olanın bir an önce bulunup sabitlenmesini istiyor. Buna karşılık modern Batı dünyası 'en doğru' diye bir şeyin varlığına inanmadığı için, bu algının sürekli değişebileceğini ve tek ölçümünün de insanların kendisi olduğunu kabul ediyor. Nitekim sekülerleşme de daha sonraki dönemde üç yeni nüans ile zenginleşti ve epeyce çatışmacı olan ilk halinden uzaklaştı.

Birinci nüans devletin farklı inanç sistemleri karşısında nötr olması, bir taraftan ziyade nesnel bir hakemlik kurumu haline gelmesiydi. Çünkü Kilise'nin geriletilmesi ile ortaya çıkan 'manevi' kamusal alanın herhangi bir sahibinin olamayacağı ve her isteyen inancın o alana diğerleriyle eşit koşullarda girebilmesi gerektiği açıktı. Bireylerin hangi inancı tercih edecekleri konusunda bilgisi ve söz hakkı bulunmayan bir devletin sergileyebileceği en 'liberal' tutum, söz konusu kamusal alana mesafe almak ve herhangi bir inancın taraftarı haline gelmemek olacaktı.

İkinci nüans bu kamusal alanın devletin hakemliğinde eşitlikçi bir hal almasının inanç özgürlüğünü garanti etmekte yetersiz kaldığının idrak edilmesi ile ortaya çıktı. Çünkü inançların gündelik hayata yansıması, hemen hemen her zaman cemaatçi bir kendini ifade tarzının da kamusal alana girmesini ima etmekteydi. Dindarlığın ancak cemaat içinde yaşanabilen bir nitelik arz etmesi karşısında, kamusal alandaki bireysel hakların kullanımının da bir tür cemaatsel imge ve semboller üzerinden olması kaçınılmazdı. Bu bağlamda özellikle kılık kıyafet çok tartışılan bir konu oldu, çünkü sırf kıyafetten hareketle birinin inancını anlamak bazen mümkün olabilmekteydi. Böylece bireysel olanla cemaatsel olanın nasıl ayrımlaşacağı, kamusal alanın nereye kadar cemaatsel imgeye müsaade edeceği sorusu ortaya çıktı. Bu bağlamda gelinen nokta, diğer inanç sahiplerine baskı uygulanmadığı sürece her inancın kamusal alanda kendinin ifade edebilmesinin gerektiğidir.

Ancak modernlik de son dönemde sıkıntılar yaşamakta ve 'post modern' diye adlandırılan yeni taleplerle karşı karşıya gelmekte. Artık devletin nötr tavrının eşitliği değil, aksine eşitsizliği pekiştirdiği gözlemi yapılıyor. Liberal devletin var olan toplumsal güç eşitsizliklerini tahkim ettiği, böylece zaten güçlü olan lehine bir kamusal ortam yarattığı vurgulanıyor. Diğer bir deyişle toplum içinde inanç temelli cemaatleşmelerin varlığını doğal kabul ettiğimiz andan itibaren, söz konusu cemaatlerin birbirleri ile ilişkisini de dikkate alan bir kamusal alan kavramı üretilmesi gerekiyor. Türkiye'de Alevilerin yaşamakta olduğu sıkıntılar bunun açık bir örneği... Devletin pozitif ayırımcılığını davet eden bir durum bu, çünkü geçmişten miras aldığımız tarihsel sürecin ve şu anki toplumsal güç dengelerinin ışığında bakıldığında, yüzeysel bir eşitlenmenin gerçekte büyük bir eşitsizliği ima edeceği açık.

AB süreci değişimi kaçınılmaz kılıyor

Türkiye'deki laiklik Batı dünyasının sekülerleşme alanında attığı bu adımları ya anlamamış ya da bilinçli olarak kamufle etmiş gözüküyor. Yasalarda yapılmış olan çeşitli değişiklikler, uygulamalardaki otoriter zihniyeti ortadan kaldırmış değil. Dahası devletçi siyaset ve bürokrasi erbabının laiklik üzerinden bir tahakküm siyaseti üretme isteklerinin de dinmemiş olduğu ortada. Bunun nedeni laikliğin bizde bir iktidar alanı olarak belirlenmesidir... Laik kimliğe dayanılarak geliştirilmiş olan bu alanda kimin gerçek bir kamusal meşruiyete sahip olduğu saptanmak istenmiştir. 'Laiklerin' sayıca azlığı sayesinde sıkıştırılan siyaset alanı, gerçekte toplumun siyaset dışı tutulabilmesinin de aracı olmuştur. Çünkü dışarıda tutulanlar sadece dindarlar değil, dindar korkusu nedeniyle yetkilerini devlete devreden laiklerdir de...

Tablonun tümüne baktığımızda Türkiye'de laikliğin bir tahakküm ideolojisi, kamusal alanı boşaltmaya ve daraltmaya dönük bir siyaset, var olan kamusal alanı tekelleştiren bir strateji olduğunu görüyoruz. Diğer bir deyişle bugün Batı ile benzer meseleleri tartışıyor görünsek de, aslında çok farklı siyasi bağlamların içindeyiz. Söz konusu ikilem geçmişte de olmakla birlikte, Batılıların Türkiye'yi kültürel olarak 'Batı dışı' görmeleri devletin elini rahatlatmıştı. Batılıların Türkiye'yi tanımamaları ve sadece 'kendilerine benzeyen' laik kesim üzerinden anlamaya çalışmaları da bu serbestliği artırmıştı.

Ancak son dönemde AB süreci içinde yaşanan yakınlaşma işin rengini değiştirdi... Bugün Türkiye istese de istemese de meseleleri Batı'daki bağlam içinde ele almak durumunda. Diğer bir deyişle modernliğe tam olarak adapte olamamış olan bu ülke, şimdi 'modern sonrası' toplumsal talepleri insan hakları çerçevesi içinde değerlendirmek ve sekülerleşmeyi de bu yeni durum nezdinde yeniden tanımlamak zorunda.

Bu yeni durumun en çarpıcı konularından biri muhakkak ki başörtüsü olacak... Çünkü başörtüsü bir kıyafet ve bu niteliği ile laik algılamanın en derin psikolojik katmanlarına 'dokunuyor'. Bunu anlamak üzere hurafe muhakemesine geri dönmekte yarar var... Modernlik, sekülerleşme ile birlikte zihnimizdeki hurafelerden kurtulacağımızı, özgürleşeceğimizi söylemekteydi. Diğer taraftan hurafelerin gitmesi ile birlikte tabii ki zihnimiz de boşalmayacak, dünyevi olanı kavrayan ve yöneten bir akılcılık ile dolacaktı. Nitekim modern eğitimin tedrisatı, başlama yaşı, süresi gibi nitelikleri ve devlet kontrolüne bağımlılığının ardında yatan kaygı budur.

Otoriter anlayış, modernizmi beceremedi

Ne var ki akılcılık, modern ve liberal bakış içinde son derece kaypak bir niteliktir, çünkü her bireyin kendine has bir akılcılığı vardır. Dolayısıyla da dışarıdan bakarak herhangi birinin tercihlerinin 'akıl dışı' olduğunu söylemek pek kolay değildir. Bu darboğazın aşılması iki kıstasa dayandırıldı. Biri çoğu zaman devletin temsil ettiği bir 'yüksek akıl'ın tüm bireyler tarafından zımnen kabul edildiğinin varsayılmasıdır. Söz konusu yaklaşım kendisini toplumsal veya milli menfaatler türünden kavramlarda da gösterir ve aykırı bireysel fikirlerin kendilerini bu genel doğruya bakarak törpülemesi beklenir.

Ancak ikinci kıstas çok daha derin ve psikolojiktir... Akılcılığın bireylerde sınanamaması karşısında onlarda çok basit bir özellik ararız. Bu basit özellik tutarlılıktır... Yani karşımızdakinin ne denli akılcı olduğunu bilemesek ve akılcılık gibi gözüken şeyi tasvip etmesek bile en azından o kişinin söz ve eylemlerinde kendi içinde bir tutarlılık sergilemesi beklenir. Mesele sekülerleşme olduğu zaman da bu tutarlılığın inanca ilişkin söz ve eylemlere yansıyacağı varsayılır. Örneğin seküler Batı toplumlarında inancın tanımı o inanca sahip insanların sergilediği davranışın ima ettiği tutarlılıktan türer. Eğer kendisine Müslüman diyen kadınlar başörtüsü takmaktaysa ve aynı kadınlar arasında erkeklerle birlikte piknik yapanların sayısı hızla artmaktaysa, İslam inancının hayata yansıyan pratiği açısından yeni bir tutarlılık türetmeniz gerekir. Müslümanların 'akılcılığı' ise ancak söz konusu tutarlılığı içselleştirdiğiniz oranda anlayabileceğiniz bir veçhedir.

Türkiye'deki laiklik ise bu meselede henüz son derece 'geri', modernlik öncesi bir noktayı temsil ediyor. Çünkü bu laiklik akılcılığı bireysel düzlemde göreceli hale getirebilmiş değil. Sanki 'en doğru' olarak ortaya sürülen bir akılcılık var ve herkesin ona uygun bir tutarlılık sergilemesi bekleniyor. Örneğin buna göre başörtüsü takan bir kadının caz dinlemesi 'tutarlı' değil... Çünkü caz, modern kamusal alanın parçası ve başörtüsü takanların inancının bu tür bir meraka cevaz vermemesi gerekiyor. Diğer bir deyişle laiklik Müslüman 'tutarlılığın' nasıl olduğunu ve nasıl olması gerektiğini bildiğini varsayıyor. Bu tutarlılığı Müslüman bireylerden hareketle değil, bizzat kendi kafasındaki İslam'a ilişkin dogmadan türetiyor. Laiklik gerçekte sekülerleşmemiş bir zihni ima ettiği için, 'ötekinin' davranışındaki akılcılığı da göremiyor, çünkü o kişiyi 'tutarsız' addediyor.

Böylece işin en ironik yanına geliyoruz... Laiklik, modern sekülerleşme sürecinin sadece ilk etabıydı. Sekülerleşmenin kendisi bir süreç olduğu ölçüde, bizzat bu laikliğin de sekülerleşmesi gerekmekteydi. Ama Türkiye gibi bazı ülkeler söz konusu açılımı dondurmayı ve bunu bir iktidar alanına dönüştürmeyi tercih ettiler. Sonuç güdük bir sekülerleşme olmadı sadece... Laiklik kendisini inanca muadil gördükçe hurafeler de geri döndü. Bugün Müslümanların kafasındaki hurafeler hızla azalırken, laik kesimin zihninde 'ötekiler'e yönelik her gün yeni hurafelerin türemesi hiç de şaşırtıcı değil. Modernliği beceremeyenler post modernle karşılaştıklarında, içgüdüsel olarak modern öncesine dönme eğilimi gösterirler...

ZAMAN