Taha Akyol / Karar
‘İnancı modernlikle uyumlu kılmak’
"Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa, Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehirdir... pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynamıştır."
"Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı okumalarla, neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan “brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında ise Türkçenin insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim etmiştir... Ancak, anılan milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla terkedilmiştir."
"Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir... Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i değil, onun, değişen şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir devlet kurucusudur. Sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden “patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir."
ŞÜKRÜ HANİOĞLU, yeni yayınlanan “Atatürk, Entelektüel Biyografi” adlı kitabı hakkında Taha Akyol’un sorularını cevapladı - 2
İlk röportaj için:
Selânik neden önemli?
Selânik, pâyitaht istisnâ olunursa, Tanzimat sonrasında yaşanan toplumsal dönüşümün ve beraberce yaşamasına izin verilen “eski” ile “yeni”nin çatışmasının en çarpıcı biçimde görülebildiği bir şehirdir. Bu nedenle, bu kentte geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, Atatürk’ün modernleşmeye bakışı, eski-yeni ilişkisini değerlendirişi ve ikincisini sahiplenmesi üzerinde son derece etkili olmuştur. Şehir, bunun yanı sıra, Vietnam Savaşı öncesinde yaşanan en kapsamlı gerilla/çetecilik çatışmalarına sahne olan Makedonya mücadelesinin merkezlerinden birisidir. Bu savaşımın önemli bir kesitini mahallinde gözlemlemesi, pek çok akranı gibi, Mustafa Kemal’in de Osmanlıcılık siyasetine eleştirel yaklaşması ve Türkçülüğe ve daha sonra Türk milliyetçiliğine yönelmesinde önemli rol oynamıştır.
JÖN TÜRKLER
Mustafa Kemal’i “İkinci Kuşak Jön Türk” olarak niteliyorsunuz, o kuşağın “gelecek için sabırsız” olduğunu söylüyorsunuz…
Jön Türklük, uzun bir sürece yayılan ve farklı kuşakların katıldığı bir harekettir. Georgeon’un da vurguladığı gibi, birinci ve ikinci nesil Jön Türkler arasında önemli farklılıklar vardır. Jön Türklüğe yirminci asrın ilk yıllarında katılan yeni nesil üyeler, önceki kuşağın entelektüelizm, Osmanlıcılık, kurumlara saygı üçgeni içinde ortaya koyduğu “muhalefet”ten farklılaşan bir rejim karşıtlığını benimsemişlerdir. Onlar, Balzac’ın Fransız İhtilâli arefesinde Paris gençlerine hâkim olan “ruh” için dile getirdiği, “gelecek için sabırsız,” hızlı, kapsamlı ve radikal değişim isteyen bir neslin temsilcileridir. Dolayısıyla, Mannheim’ın “Jenerasyonlar Sorunu”nda vurguladığı nesil ortak paydası göz önüne alındığında, Mustafa Kemal’in de aralarında olduğu “Jön Türk”ler âcil dönüşümü arzulayan, yalın entelektüelizmin bunu sağlamakta yetersiz kaldığını düşünen, geleneği daha katı biçimde eleştirebilen ve bunların yanı sıra Osmanlıcılık ve Müslüman anâsırın birliği yaklaşımlarından Türkçülüğe kaymış bireylerdir.
ABDÜLHAMİD’İN OKULLARI
Abdülhamid’in dünya görüşü ve onun okullarında yetişen Jön Türklerin dünya görüşü? ‘Zamanın ruhu’ ne diyordu?
II. Abdülhamid, çöküş sürecindeki bir imparatorluğu, gelenekle bağdaşan bir modernlik yaratarak, Erken Tanzimat Osmanlıcılığını Müslümanların birliği ile ikame ederek ve neo-patrimonyal [şahsî sadakate dayalı mülk-devlet anlayışı] bir otokrasi sistemi geliştirerek kurtarmayı hedeflemiştir. Bunların ilk ikisinde önemli mesafe de katetmiştir. Ancak, dinin toplumsal rolünün hızla gerilediği, bilimcilik temelli akımların egemen olduğu, milliyetçiliğin ivme kazandığı asır sonu küresel gerçekliğinde, bu hedeflere ulaşım fazlasıyla zorlaşmıştır. Benzer bir sorun modernleşme projesinin temellerinden birisi olan eğitim reformunda yaşanmıştır. Genel maarif yapılanmasını ve bilhassa Mustafa Kemal’in de okuduğu yüksek eğitim kurumlarını ıslâh ederek ehliyetli bürokrat kadrosu oluşturma arzusu, bu kurumların talebelere aşıladığı yeni “onur” ve “hizmet” anlayışı nedeniyle, sadakat temelli neo-patrimonyal sistemden nefret eden, onu devirmeyi amaçlayan bireyler üretmiştir. Bu anlamda Jön Türklük, siyasî eylemciliğin ötesine geçen bir “dünya görüşü” çatışmasını temsil etmiştir.
‘MÜSLÜMAN FRANSIZ İHTİLALİ’
“Anadolu’da Müslüman milliyetçiliğine dayalı Fransız İhtilali” diyorsunuz. Açar mısınız?
Mustafa Kemal, üniversel bir süreç ve tüm toplumlarda yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğü Fransız İhtilâli’nin benzerini Anadolu’da gerçekleştirmek istemiştir. Ancak, liderliğine geldiği hareket, Zürcher’in kavramsallaştırmasıyla “Müslüman milliyetçiliği”ni benimseyen, “İttihad-ı İslâm” idealini sınırlı bir alanda hayata geçirmeyi hedefleyen bir tabana dayanmıştır. İstiklâl Harbi, daha sonra kavramsallaştırılacağı gibi, Türklerin Sosyal Darwinist “Mücadele-i Milliye”si olmayıp, Misak-ı Millî sınırları dahilindeki Müslüman anâsırın “Mücahede-i Milliye”si olarak icra edilmiştir. Etnik farklılıkları bir kenara bırakarak, ümmetin “cihad”ına atıfta bulunan bu hareketin başına geçen Mustafa Kemal, “Mücahid-i Âlî-Himem” unvânını sahiplense de onu Fransız İhtilâli’nden Üçüncü Cumhuriyet’e ulaşan bir süreci kısa sürede hayata geçirmek için kullanmayı hedeflemiştir. Doğal olarak bu dayanılan tabanın büyük bölümünün arzuladığı bir değişim değildir; ama neticede ümmetin cihadı, Atatürk’ün liderliğinde Üçüncü Cumhuriyet laikliğini ileriye götüren bir yapının başlangıç hamlesi olmuştur.
DİN SİYASETİ
Zaferden sonra tam tersine radikal laik cumhuriyet. Atatürk’ün “din alanında çelişkili olduğu kanaati doğurabilecek iki farklı siyaset” geliştirdiğini söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
Erken Cumhuriyet siyaset ve uygulamalarına bakıldığında, Mustafa Kemal’in, hem dine toplumsal gelişmenin en önemli engeli olarak yaklaşan bilimci bir devlet kurucusu hem de Efganî-Abduh çizgisini izleyen bir modernist selefî gibi hareket ettiğinin söylenmesi mümkündür. Fakat, buradan yola çıkarak, onun fikir karmaşası içine düştüğü, çelişkili siyasetler geliştirdiğini ileri sürmek doğru değildir. Bilimcilik vasıfları ön plana çıkan diğer dönem Garbçıları gibi, o da, “ilm havassın dini, din avamın ilmidir” düstûru çerçevesinde, bir yandan seçkin ve eğitimli tabakaların, bilimin tek yol gösterici olacağı bir toplum idealine yönelmelerini isterken, öte yandan “avam”ın “ilm”i olan dini reforme ederek, kitleleri dönüştürmek istemiştir. Diğer bir ifadeyle, Erken Cumhuriyet din ıslâhı projesinin hedefi yönetici elitler ve eğitimle toplumsallaştırılacak yeni nesil değil “avam” olup, bu bir “dindarlaştırma” girişimi değildir. İlk bakışta çelişkili gözüken bu yaklaşımın düşünsel arka planını, Batı’nın modernleşmesi ve sekülerleşmesinin, Hıristiyan reformasyonunun neticesi olduğunu tezi oluşturmuştur. Yeni Türkiye’nin mimarı, Garbçı çağdaşları gibi, Guizot kanalıyla asır sonu selefî düşüncesinin de anlamlı bulduğu bu yaklaşımı sahiplenmiştir. Ancak, tekrar etmek gerekirse, Erken Cumhuriyet din projesi, “modernliğe dinî cevap verme”yi değil, “inancı modernlikle uyumlu kılma”yı hedeflemiştir.
‘MİLLETE YENİ KİMLİK…’
Ve “medeniyet kurucusu brakisefal ırkın torunları” anlayışında bir milliyetçilik? Atatürk milliyetçiliği günümüzdeki milliyetçilikten farklı mıydı?
Yakınında bulunanların “son derece koyu bir Türk milliyetçisi” olarak tanımladığı Atatürk, milliyetçiliğin inşa ettiği millete yeni ve farklı bir kimlik ve aidiyet vermesini arzulamıştır. Asır başında Mısır’da neşrolunan Türk mecmuasının savunduğu ancak İttihad ve Terakki’nin iktidarında kullanışsız bulduğu seküler Türkçülüğü benimseyen Mustafa Kemal, bu çerçevede, Türklerin parlak çağını, İslâmiyet öncesine taşımakla yetinmeyerek, onların tekil medeniyetin kurucusu ve taşıyıcısı olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bu, İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren Türkçü hareket içinde tartışılmış, ancak marjinalliğim ötesine geçememiş bir yaklaşımdır. Bilimci yönelimleri nedeniyle, milleti fizikî antropoloji aracılığıyla tanımlaya yönelen Mustafa Kemal, yaptığı ve yaptırdığı okumalarla, bu alandaki dağınık fikirlerden neolitik çağda dünya medeniyetini kurarak değişik kıtalara yayan “brakisefal Türk ırkı” tezini geliştirmiş, dil alanında ise Türkçenin insanlığın öncü dili, “Ursprahe”si olduğunu ileri sürerek bunu tahkim etmiştir. Bu, güncel ana akım milliyetçilikten oldukça farklıdır. Ancak, anılan milliyetçilik kendisinin vefatı sonrasında hızla terkedilmiştir. Günümüzde kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan kesimlerin bir bölümü dışında, söz konusu milliyetçilik tamamen unutulmuş durumdadır. Türkiye’de egemen olan ana akım milliyetçiliğinin, yaptığı sık atıflara karşılık, “Atatürk milliyetçiliği” ile benzerliği bulunmamaktadır.
YENİ-PARTİMONYALİZM
Kitapça sıkça kullandığınız “Yeni patromonyalizm” benim de çok önemsediğim bir kavram. Yazılarınızda da Abdülhamit, Atatürk ve Erdoğan dönemlerini bu kavramla ilişkilendiriyorsunuz. Ne demek?
Yeni patrimonyalizm Tanzimat sonrası Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin günümüze uzanan egemen siyaset biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu süreçte kısa süreli sapmalar dışında gözlemlenen bir devamlılık söz konusudur. Burada önemli olan şahısların tercihlerinden ziyade, bunun farklı toplum tasavvurlarını hayata geçirmeye çalışan, birbirine zıt ideolojik yaklaşımları benimseyen liderler tarafından benimsenmesidir. Atatürk, “yeni patrimonyal” siyaset anlayışının “mucit”i değil, onun, değişen şartlar çerçevesinde, yeni bir “yorumu”nu geliştiren bir devlet kurucusudur. Dolayısıyla sormamız gereken soru, yaklaşık bir buçuk asırlık bir süreçte neden “patrimonyal” siyaseti biçim farklılıklarıyla yeniden ürettiğimizdir. Aynı vurguyu, siyasetimizin “otoriter” karakteri için de yapmak anlamlıdır. Anılan süreçte, kısa teneffüsler dışında “otoriterlik” de aslî nitelik olmuş, 1876, 1908, 1920-23, 1950 benzeri kırılma noktalarında küresel ölçekte pek çok örneğin önüne geçerek, bunu aşacağı izlenimini veren siyasetimiz “patrimonyal-otoriter” karakterinden sıyrılamamış, bu kısır döngüden çıkamamıştır. Bu, tekrar etmek gerekirse, kişilerden bağımsız olarak değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Onun, “Doğu Despotizmi” benzeri indirgeyici kavramsallaştırmalara yönelmeden, buna karşılık, “yapısal” bir sorun olarak tahlili gereklidir.
1930’LARDA DEĞİLİZ
Atatürk algısı da devirlere göre farklı. Bugün Anıtkabire giden büyük kalabalıklar, tarihî olgulardan bağımsız bir “Milli Kahraman” ve “modern devletimizin kurucusu” duygusuyla bir ölçüde de muhalefet duygusuyla gidiyor. Cumhuriyet de 1930’larda değil. Yavaş da olsa algıda ve siyasette bir demokratikleşme dinamiğinden bahsedilebilir mi?
Ben, Atatürk’ün muhalefeti (veya iktidarı) sembolize eden bir figüre dönüştürülmesinin demokratikleşmeye katkıda bulunduğunu düşünmüyorum. Bir toplumun kurucu liderine saygı duyması, onun hâtırasını yüceltmesi ile onu güncel siyasetleri meşrulaştırma yahut savunma alanında işlevselleştirmesi oldukça farklı iki olgudur. İkincisi, hem olgunlaşamamış, sorunlarını tarihî olgulardan soyutlanarak (gerekli gördüğünde onları tahriften kaçınmadan) romantize edilen, her konuda doğru yolu bulmamızı sağlayacak bir lider algısına başvurmadan formüle edemeyen ve tartışamayan bir toplum yaratmakta hem de bir teşbih yapmak uygun olursa, kurucu lideri, beğenmediği yaklaşımların sahiplerini cezalandıran bir sopaya dönüştürmektedir. Bunu yaparak kurucu lideri güncel tartışmaların kutbu haline getirenlerin, diğer taraftan, onun tartışma üstü kalmasını talep etmeleri ciddî bir çelişkiyi yansıtmaktadır. Bu yaklaşımın yarattığı bir diğer önemli mesele, Atatürk’ün tarihselleştirilmesini fazlasıyla zorlaştırmasıdır. Belirttiğiniz gibi, cumhuriyet “1930’larda değil”dir ve post-modern gerçekliğin önüne koyduğu çetrefil sorunları çözmek mecburiyetindedir. Toplumun bu gerçekle yüzleşmesi, kurucu liderini insanlaştırması, asır sonu felsefî yaklaşımlarına dayanarak iki savaş arası dönem koşullarında geliştirilen tez, ilke ve siyasetlerin hayâl edilen bir altınçağ yeniden yaratılarak uygulanmasının imkânsızlığını görmesi gerekmektedir.