Türbe ziyaretleri hususunda riayet edilecek kuralları hatırlatmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakülteleri’nden ilgili hocalar bid’at ve hurafelerden kaçınılması hususunda uyarılar yaparlar. Dilek tutma, adak adama, kısmet açma, iş bulma, çocuk sahibi olma, şifaya kavuşma, zihin açma gibi amaçlarla türbelere yapılan ziyaretlerin ve bu ziyaretler sırasında çaput bağlama, mum yakma, okunmuş pirinç veya nohut dağıtmanın caiz olmadığı kamuoyuna sürekli olarak izah edilir. Sevap kazanmak ve muradına nail olmak bir tarafa fert ve toplum için günaha girmek, şirke bulaşmak, Allah tarafından lütfedilen akıl ve irade nimetini terk ederek meskenet ve zillete düşmek adeta kaçınılmaz olur.
Ancak türbe ve türbe ziyareti denilince; Diyanet ve İlahiyat camiasının, ilaveten aydın ve entelektüel çevrelerin aklına hep geleneksel mekânlar ve gelenekten kaynaklanan hurafeler, bid’atlar, batıl inanç ve pratikler gelir nedense. Batı modernizminin, seküler hayat tarzının, aydınlanma ve ilerleme mitolojisinin ürettiği sözüm ona la-dini/laik, rasyonel ve pragmatik mekanlar ve bu mekanlar özelinde icad edilen davranış kalıplarının mahiyet ve işlevleri hemen hiç gündeme alınmaz nasılsa.
Bid’at ve hurafelerin, batıl inanç ve pratiklerin modern türbe ve ziyaretgâhlarda hem de devlet ve kanun zoruyla bütün bir topluma dayatılmasının itikadi, hukuki ve ahlaki açıdan oluşturduğu ağır sorunları tartışmaya ‘konunun uzmanları’ hiç yanaşmıyor. Gelenekle, geleneğe bağlı toplum kesimleriyle kavga etmek, onları azarlayıp aşağılamak pek kolay ve zevk verici olsa da devletin kurucu figürünü merkeze alan iktidar sınıflarının modern hurafe ve İsrailiyyatlarıyla mücadeleye koyulacak cesur ve sorumlu uzman kıtlığı yaşıyor ülkemiz.
Düne Kadar Acı ve Utanç Kaynağıydı
Tek Parti Rejimi döneminde kapatılıp yasaklanmış olsa da her semtin türbesine denk gelecek şekilde her semte bir anıt-heykel dikilmiştir ülkemizde. Anıt-heykeller estetik, tarihsel veya toplumsal bir gösterge olarak değil doğrudan doğruya mevcut siyasal hegemonyayı temsil eden semboller olarak şehirlerin merkezine konuşlandırılmıştır. Ne var ki, sadece fiziki olarak şehirlerin değil bütün üniteleriyle siyasal ve toplumsal hayatın merkezine konuşlandırılarak otoriter ve totaliter rejimin en bariz göstergeleri olmuşlardır. Anıt-heykeller ve elbette ki Anıtkabir’de düzenlenen törenler hiçbir esneklik payı taşımayan aksine devlet sınıfları hesabına siyaset ve toplumu acımasızca terbiye eden araçlar olarak iş gördü, iş görüyor.
Anıtkabir ve anıt-heykeller etrafında belirli bir takvime bağlı olarak icra edilen resmi törenler halk için hep itici ve incitici, devlet tarafından toplumun İslami kimliğini inkâr ve asimilasyonunu işaretleyen dayatmalar olarak idrak edildi. Anıt-heykeller etrafında tertiplenen törenler üzerinden Atatürk’ün ve Kemalizmin tahakkümünü teyid eden törenlere katılmaktan, törenlerin bir parçası olmaktan ateşten kaçar gibi kaçıldı uzun yıllar boyunca.
Açıkça tartışmak, açıktan reddetmek askerin, polisin, mahkemenin gadrine uğratacağı için bu zorbalık törenlerinden uzak duruşun hep bir yolu bulundu. Ancak zamanla, iktidarın nimetlerinden pay almanın, mevki ve makamlara aşırı önemler atfetmenin, kim olduğunu da unutmanın verdiği gaflet ve dalaletle kimileri için pek bi sevimli ve sempatik gelmeye başladı bu törenlerde boy göstermek. Artık acı ve utanç değil kimileri için büyük bir zevk ve gurur vermeye başlamış bu ziyaretler. Hayal bile edemeyecekleri konfora ulaşmanın getirdiği ihtiraslara dayanan kısa vadeli hesaplar, oportünizme varan siyasal arayış ve kaygılar, kompleksli söylem ve tutumların ürettiği resmi ideoloji ve devlet sınıfları nezdinde meşruiyet arayışı gibi zaaflar bu tür şaşkınlık ve sapmaları kolaylaştırdı, hızlandırdı ve yaygınlaştırdı elbette.
Anıtkabir’e Koşmaca, Ata’yla Kucaklaşmaca
Tuhaflık ötesi bir durum ama Atatürk’ü, Atatürkçülüğü ve Anıtkabir başta olmak üzere resmi ideolojinin söylem ve sembollerini başta CHP olmak üzere Kemalist kurum ve kesimlere bırakmamak gibi ‘muhafazakâr-demokrat’ bir adet türedi. Merhum Ziya Paşa’nın ifade ettiği üzere “Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı”. ‘Rahmetli Atatürk’ zırvasıyla başlayan, Anıtkabir’de Fatiha okuma bid’atiyle devam eden ve Gazi Paşa’nın kerametlerini sayarak İslam’a, Müslümanlara, demokrasiye, kadınlara ne büyük lütuflarda bulunduğu üzerine uzun fakat hiç de inandırıcı olmayan coşkusuz menkıbeler uydurarak inşa edilecekmiş ‘Yeni Türkiye’. Güler misin, ağlar mısın? Acır mısın, öfkelenir misin? Sadece tarihi hakikatleri değil İslam’ın en temel ilkelerini de tahrif ediyorlar, Müslüman halkın da adalet ve hakikat duygularını tahrip ediyorlar.
“Başörtülü kadınlar da, dindar erkekler de Atatürk’ü çok seviyor ve sadakat duyuyorlar” şeklinde bir algı çalışmasına hız verilmiş anlaşılan. Bu bağlamda hem Fatma Betül Sayan Kaya hem de Zehra Zümrüt Selçuk, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanları olarak bu sevgi ve sadakati en yüce makamda ve en özel günde deklare etmek üzere 5 Aralık gününü seçtiler. Mademki “Aziz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 5 Aralık 1934’te Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını Avrupa ülkelerinden bile evvel verdi” o halde kadın milletvekilleri, muhtarlar, bürokratlar, akademisyenler ve sivil toplum kuruluşlarının kadın temsilcileriyle kalabalık bir heyet halinde Anıtkabir’i ziyaret etmek vacip olmuş demektir.
Bu doğrultuda gayet vakur bir biçimde hep birlikte Aslanlı Yol’da yürünür, Atatürk’ün mozolesine usulca çelenk bırakılır ve ciddiyetle saygı duruşunda bulunulur. Sonrasında Misakı Milli Kulesi’ne geçilir ve Anıtkabir Özel Defteri’ne günün anlam ve önemine binaen teşekkür ve rapor mahiyeti taşıyan bir kayıt düşülür. İmza etmeden evvel aziz milletimiz ve tüm kadınlar adına Ata’nın aziz hatırasının bir kez daha saygı, minnet ve şükranla anıldığı açıkça beyan edilir. Nihayet Anıtkabir önünde bol bol fotoğraf çekilerek hem ajanslar hem de sosyal medya marifetiyle bütün bir kamuoyuna “Atatürk’ün ruhu şad olsun” diye elden gelen hiçbir gayretin esirgenmediği gösterilir.
“Atatürk’ün İslam’la, İslami sembol ve değerlerle hiçbir sorunu yoktu. Aksine Atatürk dini ve dindarları çok sever, sayardı. Türkiye’de din ve dindarlık Atatürk’ün sayesinde rahatça yaşanıyor.” türü bir sosyal telkin şimdilerde başörtülü bazı rol modeller üzerinden ağırlık kazanıyor maalesef. Bu sosyal telkin, bir düşünce ve tutum yönlendirme eylemi olarak başarıya ulaşabilir mi? Mustafa Kemal ve Kemalist ideolojinin nasıl bir siyasal ve toplumsal sistem kurmaya kalkıştığını, bu sistemi kurarken İslami değer, sembol ve kurumlara karşı nasıl gaddarca hareket ettiğini tümden unutturabilirlerse evet başarı belli ölçüde de olsa mümkündür.
Siyasi, iktisadi hatta kültür hayatını dahi bir kenara bırakarak soralım: Mustafa Kemal’in kadın ve kadınlara yüklediği anlamı, oluşturduğu ve toplumun önüne yerleştirdiği rol modeller üzerinden idrak edememek mümkün mü? İlk dönem ‘kadın havariler’nden bir Afet (İnan) Hanım’ı, bir Sabiha Gökçen’i, bir Ülkü Adatepe’yi, Keriman Halis Ece’yi göz önüne getirelim. Bir Muazzez İlmiye Çığ’ı, Bahriye Üçok’u, Türkan Akyol’u, Türkan Saylan’ı, Nur Serter’i Kemalizm hesabına yüklendikleri misyonlarıyla sakince bir analiz edelim.
Takıyye yapılıyorsa da çok kötü, takıyye yapılmıyorsa da çok kötü bir çığır açılıyor. Kötü çığır açanlar geriden gelenlerin de sorumluluğunu ve dolayısıyla günahını yüklenirler. Kimse kendini ve muhataplarını aldatmaya yeltenmesin çünkü bu yol hem dünyevi hem de uhrevi açıdan çıkmaz sokaktır.
Yeni Akit