Seküler tipolojinin çıkmazları...

İsmail Kılıçarslan, orman yangınlarının nasıl ele alındığı üzerinden başta seküler kesim olmak üzere muhafazakarların da bir fotoğrafını çekiyor.

İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak 

Belirli bir mesafeden bakınca

Annemin vefatı dolayısıyla son 8-9 gündür ülkede olan biteni takip edemedim pek fazla. Bu da bana “orman yangınları” meselesine biraz uzaktan bakma şansı verdi. Süreç boyunca aldığım bazı notları sizinle paylaşmak istiyorum bugün.

İlki şu. Tarım Bakanı Pakdemirli, iletişim yönetimi ve söylem geliştirme konusunda gördüğüm en başarısız siyasilerden biri. Hatta belki sorun bakanın “siyasi” olmamasından kaynaklıdır. Teşkilat tozu yememiş, otobüs üzerinde vatandaştan oy istememiş olmanın en önemli yan etkilerinden biri belki de vatandaşa ne deneceğini, nasıl deneceğini bir türlü bilememek oluyordur. Tüm orman yangınları boyunca -siyasetten gelmemesine rağmen- Murat Kurum’un ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun “düzgün” iletişimleri, Pakdemirli’nin de “şaşkın iletişimi” zihnimde aldığım ilk not oldu.

İkincisi şu. Kamalistlerin arpalığı haline gelen, emekli askerlerin balo, maket uçak satışı ve benzeri ipe sapa gelmez şeylerle “malı götürdüğü”, sonunda 1,5 milyar zararla kayyuma devredilen THK isimli şirketin ihalesi nasıl ve kimler lehine “biz”e yıkılmaya çabalandı, iyice araştırmak lazım. Kamalist kötücüllüğün kendi arasında nasıl da “sıkı bağlar”la dayanıştığının akademik düzeyde bir örneği bence THK meselesi.

Üçüncüsü şu. Yangınları söndürme konusunda bir ihmal, bir geç kalınmışlık, hatta bir plansızlık var mıydı? “Yahu böyle olur mu?” denilecek birkaç şey vardı ama bunlar sonucu etkileyecek şeyler değildi. Olağanüstü bir seferberlikle ve iyi denilebilecek bir planlamayla ilgili bütün kurumlar sahadaydı. “İlgili bütün kurumlar” derken, ayırt etmeksizin tüm bakanlık, devlet birimleri, ordumuz ve belediyelerden; ayırt etmeksizin tüm STK’lardan bahsettiğimin de bilinmesini isterim.

Dördüncüsü şu. Zihni politik mekanizmalar tarafından esir alınmış, işi “sadece ben iyiyim, sadece benim ahlaki düzlemim doğru” demeye kadar vardıran seküler tipoloji bu yangınlarla birlikte bir çeşit zihinsel rahatsızlığa, bir nöbete tutulmuş gibiydi. Kendileri tweet atınca Hırvatistan ve İspanya’dan uçak geldiğine inandılar mesela. Hatta bu kesimin beceriksiz komutanlarından Cem Seymen “İspanya’dan uçak geldi ya, artık içim rahat” falan yazdı. Korkunç bir akıl tutulması yaşadılar. Ve yine bekledikleri olmadı. Yine düşmedi hükümet. Bence sekülerlerin asıl açmazı tam burada. Hükümetin artık düşeceğine inandırıldıkları ve hükümetin düşmediği her seferde hınçları, öfkeleri büyüyor ve tüm fantastik yalanlara inanabilecekleri bir yerde buluyorlar kendilerini. İş öyle bir noktaya ilerliyor ki İHH’sından Deniz Feneri’ne, Beşir’inden ANDA’sına bütün STK’lar alanda canhıraş çabalarken “nerede bunlar?” yazabiliyorlar ve tuhaf olanı on binlerce insan bu soruya inanarak STK’ların yangında ortadan kaybolduklarına inanıyorlar. Tam o esnada yangından kaçan bir kelebek bir İHH gönüllüsünün elinden su içiyor mesela. Yahut ANDA bir evden yaşlı bir karı-kocayı tahliye ediyor falan. Ama ne gam… O yalana tutunup o ahlaki üstünlük pozunu kesmek yakıtı haline gelmiş durumda sekülerlerin.

Beşincisi şu. Muhafazakârların geçemediği sınav da Türkiye’nin doğal afet durumlarında doğal olarak yardım talep etmesini bile bir “güçsüzlük” meselesi olarak görüp kırılıyor olmaları. Hayır. FETÖ’cü P.İ.Ç tayfanın başlattığı, zanaatkar tayfanın destek verdiği HELP kampanyasından bahsetmiyorum. O kampanyanın Türkiye’nin onuruyla oynamak için hayata geçirildiği çok net. Ben, belirli uluslararası angajman ve antlaşmalarla kayıt altında olan “afet durumunda yardım isteme” prosedürüne bile itiraz edip kırılanlardan, buna karşı argüman geliştirenlerden bahsediyorum. “Biz bize yeteriz” kafasıyla mesafe almaya çabalayanlardan yani. Hayır. Bizim bize yetmediğimiz anlar vardır, olacaktır ve Türkiye büyük bir ülke olarak gerektiğinde yardım da talep edecektir. Büyüklük çünkü böyle de bir şeydir bir bakıma.

Altıncısı şu. Dünyada, 19. yüzyılın sonunda can çekişmeye başlayan, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte cenaze namazı kılınan “bilimcilik”, sadece ülkemizde bir zombi olarak yaşamaya devam ediyor olabilir. Aksi halde bilimi bir “inanç” meselesi haline getirip “duaya değil, bilime inanın” yazabilecek denli dangalak tiplere rastlıyor oluşumuzu izah edemeyiz. Normal, zihinleri sağlıklı işleyen insanlar “bilimi kullanırlar.” Sağlıksız, zihni sakat dangalaklarsa dinin ikamesinin bilim olduğunu düşünerek bilimcilik yaparlar.

Resmen Kieślowski’nin Dekolog’larından birinde anlatılan o hikayeye dönüştü mesele. “Bilimci baba”, çocuğunun donmuş gölde kayabileceğini, hava sıcaklığı ve diğer bilimlerin hesaplarına göre buzların kırılmayacağını hesapladı. Oysa öyle olmadı. Buzlar kırıldı ve çocuk öldü. Fakat bizim “bilime inanın, Antalya’ya ağustosta yağmur yağmaz” diyen dangalaklarımız Antalya’ya şakır şakır yağmur yağınca elbette mahcup olmadılar. Kendi dangalakları ile baş başa kalıp bir muhasebe yapmadılar. Utanmadılar. Türkiye’ye yapacakları yeni kötülükleri planlamakla meşguldü zira kötücül zihinleri.

Ve yedincisi şu. İlay Aksoy isimli küçük faşisti, yangın bölgesinde çalışan Kızılay gönüllülerine kıyafetleri üzerinden hakaret ettiği performansıyla “yangının en teneke insanı ödülü”ne layık gördüm izninizle. Böyledir. Kimi güzel insanlar yangından can kurtarır, kimi sefil faşistler de yangından mal kaçırmaya çalışır. Tabii ki olanı biteni de hem Allah görür, hem de millet.

Haber Haberleri

Suriye yeni bir hikayeye başlarken bize düşen sorumlulukların farkında olmalıyız!
Sistematik bir katliamı "Bahane" olarak görme hezeyanı
Türkiye’deki Suriyeli muhacirler Halep’e dönmeye başladı
Şeyho Duman vefat etti
BM temsilcisine Hamas protestosu