Ömer Lekesiz / Yeni Şafak
Şehidimizin adı Haniye, kuşkularımızın adı İran
Şehidimizin adı İsmail Haniye.
Ona Yürüyen Şehit demek yanlış olmasa gerek.
Zira o geçtiğimiz nisan ayında üç oğlunun ve içlerinde torunlarının da bulunduğu onlarca çocuğun işgalci ABD-İsraili tarafından şehit edildiklerini öğrendiğinde, onların şehadetini Rabbimizden gelen bir şeref olarak niteleyip, “Oğullarım Gazze’yi terk etmedi. Gazze’de kahraman halkımızla beraber cesurca direndiler, mücadele ettiler. Bütün halkımız ve Gazze ahalisi çocuklarının kanlarıyla ağır bedeller ödediler. Ben de onlardan biriyim. Ailemizden 60’a yakın şehidimizi bu mübarek davaya, İslam davasına kurban verdik. Ailemin 60’a yakın ferdi şehit oldu. Filistin halkının bütün şehitleriyle onlar arasında hiçbir fark yok” demişti.
Haniye, Gazze’de bir mülteci kampında doğup, Gazze İslam Üniversitesi’ni bitirerek hayata atıldığı günden beri her gün onlarca kardeşinin şehadetine şahitlik ederek tutuklulukla, sürgünlükle pişmiş bir İhvan-ı Müslimîn neferi olarak, cihat ve siyaset stajını Şeyh Ahmed Yasin gibi büyük bir mücahid-şehidin özel kalem müdürlüğünde ikmal etti.
Şehit Yasin’den sonra HAMAS’ın yönetimine Şam’da Siyasi Büro Başkanı olarak Halit Meşal, Gazze’de ise Abdülaziz Rantisi seçildi. Rantisi’nin ve onun haleflerinin de şehadetlerinden sonra Gazze’nin yönetiminde Haniye’nin adı ön plana çıktı. Bundan itibaren zaten bir Filistinli olarak hayatı şehadete bitişik olan Haniye, hem ABD-İsraili’nin ürettiği şerle hem de el-Fetih’in ve dolayısıyla FKÖ’nün başına geçmek için satılmış adam olarak anılmayı sinesine çeken Mahmud Abbas’ın kirli oyunlarıyla baş etmek üzere HAMAS içinde siyasi sorumlulukları peş peşe yüklendi, Milli Birlik Hükümeti’nin başbakanlığını da üstlenerek Filistin mücadelesine HAMAS’ın ve dolayısıyla Gazze’nin mührünü vurdu.
Bu yıllarda “Selefi şehid olanın halefi de şehit olur” söyleyişini, secde izi gibi alnında taşıyan Haniye, ABD-İsraili ajanlarının zehirlemeleri, yine bunlarca ve kimi zaman Mahmud Abbas’ça tertiplenen bir dizi suikastı, iftirayı atlata atlata, 2017 yılından itibaren HAMAS’ın Siyasi Büro Başkanlığı’nı da üstlenerek cihadında musir oldu.
Haniye, geçtiğimiz mayıs ayında son derece şaibeli bir helikopter kazasında ölen İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin yerine yakın zamanda cumhurbaşkanı olarak seçilen Türk evladı Mesud Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreni için bulunduğu Tahran’da önceki gece ABD-İsraili’nin ajanları tarafından yapılan saldırıda zaten Yaşayan Bir Şehit olarak şehadet şerbetini içti.
Rabbimiz makamını âlî, mekânını cennet eylesin.
Katilin, ABD-İsrail’i olduğu kesindir. Bunda bir kuşku olmadığı gibi, sorulacak bir soru da yoktur zira vicdandan, merhametten ve ahlaktan yoksunlaştırılmış ABD-İsraili’nin en iyi bildiği şey insan öldürmektir.
Şimdi asıl soru Haniye’nin şehadetine sebep olan tertipte İran’ın yeri nedir?
Tamam, büyüklerimizin izinden giderek, “Lâ İlâhe İllallah” dediklerine inandığımız İranlı yöneticilere karşı, İslami vasat üzere bir dil kullanmak ve sorgulamada bulunmak durumundayız.
Ancak Suriye Kasabı Kasım Süleymani’yi anmak için yapılan törene düzenlenen bombalı saldırılarda yüzden fazla kişinin öldürülmesine muhatap olacak; Lübnan’daki elçiliğine sahip çıkamayacak; kendi cumhurbaşkanını, bakanını, imamını ve eyalet valisini miadını doldurmuş bir helikoptere bindirecek kadar güvenlik zafiyeti yaşayan İran, Haniye gibi kendi gerçekliğini aşıp mazlumların direniş sembolü haline gelen bir şahsı, söz konusu üç örnek itibariyle koruyamayacağını bile bile, Mossad ajanlarının VAJA elemanlarından çok çok daha etkili oldukları Tahran’a neden davet etti?
Hayır, hayır! İki gündür sosyal medyada dönen şu iddianın tarafı değiliz:
Yahudilerin Babil sürgünlüğünden kurtulup Kudüs’e dönmeyi, MÖ 538 yılında Pers Kralı II. Kiros’tan para ile satın aldıkları günden beri Farslarla Yahudilerin arasından su sızmadığı, bu ikilinin zaman içinde, en son HAMAS’ın ABD-İsraili’nin Gazze ablukasını yarmak için başlattığı harekatın bir iki safhasında da siyaseten yaptıkları mücadelenin kayıkçı kavgasından öteye geçmediğini ve dolayısıyla Yahudi şerri nerede ve nasıl tahakkuk ediyor olursa olsun arkasında önce İran’ın parmağının aranacağı…
Bu iddianın gerçek olabileceğini, diğer bir söyleyişle sözüm ona İran İslam Cumhuriyeti’nin Müslümanlara karşı gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olabilme ihtimalini düşünmek bile herkesi büyük bir korkuya sevk etmektedir.
Biz bu ihtimalleri aklımızdan kovmaya çalışalım ama İran da bari bu kez olsun Müslümanların gönüllerine su serpecek nitelikte mertçe, namusluca, dürüstçe bir tutumla bu kuşkuları ortadan kaldıracak bir açıklama yapsın.