Gerçekte karşılığı olmayan korkularımızdan kurtulmak, gerçek bir karşılığı olan korkularımızdan kurtulmaktan çok daha zordur.
İkincilerde korku nesnesi somuttur, gözümüzün önündedir; o orada var olduğu sürece ondan korkarız, ama bir kez ortadan kalktıktan sonra, ona bağlı korkumuzdan da kurtuluruz.
Gerçekte karşılığı olmayan korkularımızın kaynağı ise bizzat kendi zihnimizdir; korku nesnesini zihnimiz üretir ve biz onu zihnimizden kovana kadar o bizi korkutmaya devam eder. Nihai başarı için çok gayret etmemiz gerekir, bazen de profesyonel yardıma ihtiyaç duyarız; çünkü kovduğumuzu zannederiz, buna inanırız fakat bir süre sonra bir de bakarız ki zihnimiz onu yeniden üretmiş... Bu türden korkulardan tümden kurtulmamız için bir defa ikna olmamız yetmez; bir daha, bir daha, bir daha ikna olmamız gerekir.
Yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor...
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti), Kürt sorununda bir türlü kendisinden beklenen kararlı adımları atmamasının, bir coşup bir gerilemesinin, kendi zihninin ürettiği, bu nedenle de baş edilmesi zor bir korkudan kaynaklandığı kanaatindeyim. AK Parti, zihninde sürekli olarak “radikal adımlar atarsam, hitap ettiğim seçmen kitlesindeki ‘güçlü milliyetçi eğilimler’ harekete geçer ve oy kaybederim” korkusunu taşıyan bir parti ve bundan kurtulması için, gerçekte böyle bir şeyin olmadığını gösteren olguların defalarca ortaya çıkması gerekiyor. Bu olgular çıkıyor da; fakat yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor... AK Parti her defasında mesajı almış gibi, korkusunu yenmiş gibi davranıyor fakat bir süre sonra aynı korkuyu zihninde yeniden üretiyor.
AK Parti elbette Kürt sorununa bir çözüm bulma yolunda bir sürü önemli adım attı, peki, hangi önemli adımı attığında tabanındaki sözde “güçlü milliyetçi eğilimler” harekete geçti? Başbakan Erdoğan 2005’teki o tarihi konuşmasında “Kürt sorununun” varlığını ve devletin Kürtlere karşı haksızlık ettiğini kabul ettiğinde mi harekete geçti? Devlet televizyonunun bir kanalını Kürtçe yayına ayırdığında mı harekete geçti? Hepsini bırakalım, devletin PKK’yla ve Öcalan’la görüştüğünü ve görüşmeye devam edeceğini açıkladığında mı harekete geçti?
Bu son maddede biraz duralım... Çünkü bu, gerçekten de ümit kırıcı bir noktaya işaret ediyor. Bu öyle bir şey ki, bu bile AK Parti’yi korkularından kurtaramadıysa, neyin kurtarabileceğine dair aklıma hiçbir şey gelmiyor.
“Çözüm için örgütle de görüşülür...”: Yüzde 58
Hatırlayalım: Referanduma birkaç hafta kala, Başbakan Erdoğan birkaç kez açık açık devletin PKK’yla ve Öcalan’la görüştüğünü, bundan sonra da görüşmeye devam edeceğini açıkladı. Ben, referandumdan önce yazdığım bir yazıda, Erdoğan’ın böylece çok büyük bir risk aldığını, fakat bunu bilerek böyle yaptığını, bu yolla “görüşmeler”i de referanduma sunmuş olduğunu yazmış, referandum sonuçlarını o nedenle “yüreğim ağzımda” bekleyeceğimi belirtmiştim.
Bu bana çok önemli görünmüştü gerçekten ve açıkçası neden benden başka kimseyi heyecanlandırmadığını da anlayamamıştım. Siyaseten “doğru” davranış hiç değilse referanduma kadar beklemek iken, Başbakan referandum sonucunu risk altına sokmak pahasına neden böyle bir adım atmıştı? Hükümet, her iki muhalefet partisinin bu açıklamanın üzerine atlayacaklarını, onu referandumda kullanacaklarını hesap etmemiş olabilir miydi? Nitekim her iki parti de kendilerinden beklendiği gibi davrandı ve ortalık birbirine girdi.
Fakat sonuçta ne olduğunu hep birlikte gördük: Yüzde 58...
Açıkçası, referandumda “evet” oylarının ulaştığı oranı gördükten sonra, eline böyle bir ehliyet almış hükümetin herkesi şaşırtacak çok cesur adımlar atacağına inanmıştım ben. Referandumdan hemen sonra gerçekleştirileceği açıklanan AK Parti-BDP buluşması inancımı daha da arttırdı. Fakat görüşme öncesinde Hakkâri’de meydana gelen ve dokuz sivilin ölümüyle sonuçlanan bariz provokasyon nedeniyle hükümet tarafı görüşmeden cayınca yanıldığımı anladım. Bir kez daha gördüm ki, hükümet, a) halkın kendisine sunduğu ehliyete rağmen hâlâ yeteri kadar cesur değildir, b) “Kürt meselesindeki Türk meselesi”nin yaratacağı komplikasyonlardan hâlâ ciddi bir biçimde korkmakta, onu abartarak algılamaktadır.
Sonrası malum... PKK’nın “seçimlere kadar ateşkes” ilan etmesi ve hükümetin her ateşkesten sonra olduğu gibi kulağının üstüne yatmaya başlaması...
Bu tür sorunlarda hamle yapmayan, hamleyi yer: Nitekim hükümet kulağının üstüne yatınca önce “iki dilli hayat”, ardından da “özerklik” hamleleriyle karşılaştı. Ve beklenen oldu: AK Parti’nin zihnindeki “seçmen kitlemizdeki güçlü milliyetçi eğilim” korkusu yeniden depreşti ve seçimlerde Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP) barajın altında tutma oyununun da zorlamasıyla, gitti Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve MHP ile “Kürt karşıtı koalisyon” kurdu.
AK Parti neden bir türlü kabullenemiyor?
Daha ötesi var mı: “Yeter artık” diyorsun, “bu sorunu çözmek için örgütle de görüşürüm” diyorsun ve yüzde 58 oy alıyorsun... Üstelik, “milliyetçiliğin kalesi” sayılan illerden bile “evet” çıkartıyorsun... Ve fakat bu dahi yetmiyor sana: Bunun gazıyla en fazla birkaç hafta gidebiliyorsun, sonra da yeni bir gaz bekliyorsun. Kusura bakma, bu halkın, senin korkunu giderecek başka bir çözümü yok. Ya sen o korkularını yeneceksin, ya da o korkular seni yiyip bitirecek!
Yine de sormak ve cevabını bulmaya çalışmak gerekiyor: AK Parti neden bir türlü kurtulamıyor şu “seçmendeki güçlü milliyetçi eğilimler” illüzyonundan?
Her şeyden önce, toplumsal eğilimleri, hep öyle kalacaklarmış gibi algılamaya dönük geleneksel siyasi kavrayışın etkisi üzerinde düşünmemiz gerekir...
Doğru, bu toplum bir zamanlar Kürt meselesini gerçekten de neredeyse sadece “güçlü milliyetçi eğilimler”le kuşatıyordu. Fakat aradan 30 yıl geçti, bu arada yalnız Türkiye’de değil bölgemizde ve dünyada bir sürü gelişme oldu. Türkiye’de dövüşe dövüşe bu meselenin halledilemeyeceğine dair bir algı kafalara vura vura yerleşti... Çünkü toplum faili meçhulleri, Diyarbakır Cezaevi’ni, gözaltında kayıpları, Cumartesi Anneleri’ni gördü... Yugoslavya İç Savaşı’nı izledi uzaktan, Lübnan ve Irak örnekleri üzerinden “kardeş kavgası”nın ne olduğunu anladı. Bütün bunların toplumdaki “güçlü milliyetçi eğilimler”i törpülememesi mümkün mü?
Şu da var: Geleneksel olarak güçlü eğilimlerdeki değişmeler, hiç değilse başlangıç aşamalarında “flu” bir görünüm arz ederler, zorlukla algılanırlar. Bunun önemli bir nedeni, tavrını, tercihini değiştirmekte olan ya da değiştirmiş bulunan bireylerdeki “gizleme” telaşıdır. Yıllardır güçlü bir biçimde savunduğunuz bir inançtan, bir düşünceden vazgeçmekteyseniz ya da vazgeçtiyseniz, bunu hemen yakınlarınıza, etrafınıza açmazsınız, açamazsınız... Açarsanız, toplumsal baskılara maruz kalacağınızı düşünürsünüz çünkü.
O korkuyu zihniniz üretiyor!
Bu baskıdan kaçınmak isteyen bireyler iki davranıştan birine yönelirler: Ya susarlar (oto-sansür) ya da sanki eski inanç ve düşüncelerini sürdürüyormuş gibi yaparlar, yani Prof. Timur Kuran’ın kavramsallaştırmasıyla “tercihlerini çarpıtırlar...”.
Prof. Kuran’ın Yalanla Yaşamak: Tercih Çarpıtmasının Toplumsal Sonuçları adlı kitabında geliştirdiği kimi kavramlar (mesela “açık kamuoyu”, mesela “saklı kamuoyu”), Türkiye’de “güçlü milliyetçi eğilimler”in neden gerçekte olduğundan daha “güçlü” göründüğünü anlayabilmemiz için esaslı ipuçları sağlıyor...
Kuran’a göre bazen bireyler, “algıladıkları toplumsal baskılar” nedeniyle fikirlerini olduğundan farklı gösterirler. Kuran, belli bir konuda bireylerin “tercihlerini çarpıtarak” beyan ettiği fikirlerin toplamına “açık kamuoyu”; gizlediği gerçek fikirlerinden oluşan kamuoyuna da “saklı kamuoyu” adını veriyor.
Eğer tek tek insanların gündelik konuşmalarından oluşmuş “açık kamuoyu”na bakarsanız, evet, Türkiye’de seçmen “güçlü milliyetçi eğilimler” tarafından kuşatılmış durumdadır... Fakat siz bu konudaki gerçek eğilimi öğrenmek isterseniz “saklı kamuoyu”nu ortaya çıkartan referandum sonuçlarına bakacaksınız.
AK Parti ne yazık ki referandum sandığını unuttu, gözünü “tercihini çarpıtan” somut kalabalıklara çevirdi ve yeniden korkmaya başladı.
“Seçmendeki güçlü milliyetçi eğilim”miş! O sizin zihninizde, zihninizde!..
TARAF