Özlem Albayrak’ın Yeni Şafak’taki köşesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısını (29 Mart 2019) ilginize sunuyoruz:
Beka
İki gün sonra seçim maratonu bitmiş, seçmen sandık başına gitmiş ve tercihini yapmış olacak. Bugüne dek seçim sürecine ve tartışmalara damga vuran temel konu ise, beka meselesi oldu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli olmak üzere Cumhur İttifakı adayları ve destekçileri, ülkemizin ölüm-kalım mücadelesi içinde olduğunu ve vatandaşın da sandığa bu bilinçle gitmesi gerektiğini söyledi. Karşıt grup ise, haftalar boyunca, 31 Mart’ta sadece belediye başkanlarının seçileceğini ve seçim kampanyalarının da yerel dinamiklere göre sürdürülmesi gerektiğini savundu. –İtiraf etmem gerekir ki- bu tartışmaları yüzümde hafif bir tebessümle izledim.
Çünkü, bugüne dek olan tecrübeler gösteriyor ki, Türkiye’deki seçmenin oy verme davranışı; genel seçimlerde de, yerel seçimlerde de üç aşağı beş yukarı aynıdır. Nasıl ki, genel seçimlerde AK Parti seçmeninin en önemli oy verme nedeni Erdoğan’sa, MHP’de Bahçeli’yse, CHP’de ise parti ise; yerel seçimlerde de AK Parti seçmeni Erdoğan’ın tayin ettiği adaya, MHP seçmeni Bahçeli’nin gösterdiği adaya, CHP seçmeni de parti tarafından uygun görülen adaya oy vermek için sandığa gider. Elbette siyasetin sağlıklı işlediği bir ülkede bunun böyle olmaması gerekirdi, ama bizde uzun zamandır böyle...
Zira, yerel dinamiklerin oy davranışını tek başına belirleyebilecek denli güçlü bir görünürlükle öne çıkabilmesi için merkezi siyasi yapının, ülkenin içinden geçtiği süreçlerin normalleşmiş ve seçmeni teyakkuza sürükleyebilme potansiyelini kaybetmiş olması gerekirdi, oysa ülkemizde bu sözkonusu değil. Türkiye, daha iki buçuk yıl önce bir darbe girişimi geçirmiş karmaşık bir Ortaoğu ülkesi. Onyıllar boyunca kutuplaştırılmış kitlelerin, yelpazenin iki ucundaki sağ ve sol seçmenin karşılıklı barış sağlamış olduğunu söyleyebilmek ise hala imkansız. Evet, ülkemizin bir İsveç olabilmesini isterdik, ama bırakın İsveç’i, siyasi durumumuz kırık dökük Yunanistan’ınki kadar bile stabil değil.
Önceki gün internet sitelerinden birinde rastladığım bir videoda –hergün bir örneğine rastlayabileceğiniz sıklıkta sosyal medyaya düşen nefret söylemlerinden sadece birini içeriyordu - İzmir’den İstanbul’a uçan ve indiği havaalanında karşılaştığı başörtülü çalışanların görüntülerinden hoşlanmayan bir çağdaşın (!) hakaretleri yeralıyordu. Videodaki ilerici ve modern kişi, “Sarı Kurt” dediği Atatürk’ü de kendi şizofren, gerici sözlerine alet ederek başörtülülere “Ninjalar” - Evet hala bu ifadeyi kullanıyorlar, Batı cephesinde yeni ve orijinal bir hakaret jargonu bile yok – diyerek aşağılıyordu. Videodaki kişi, kendisini bu ülkeye bir lütuf olarak görüyor olmalı ki, Türkiye’nin geriye gittiğini ve bu ülkeyi terk edeceğini de söylüyordu. CHP seçmeni profiline uygun görünen bu tür insanların sayısı hiç de az değil bu ülkede. Ve bunların bir kısmının rasyonel düşünebilme yeteneği, hele de ucu ideolojiye dokunan bazı konularda günden güne erimekte…
Öte yandan neredeyse 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin sadece son 17 yılında eşit vatandaş muamelesi görebilmiş, cadı avına, başörtüsü ve inanç düşmanlığına maruz kalmaktan sadece birkaç yıldır kurtulabilmiş muhafazakar kitleler de, kendilerine hala “ninja” diyebilen insanları temsil eder konumdaki bir partinin iktidara gelmesini, şimdiye dek kazanılan hakların tehlikeye düşeceği kaygısıyla istemiyorlar. Zira bir dönem bu ülkenin sahibi olduğunu iddia eden Kemalist kesimin bir kısmındaki büyüyen, kabına sığmaz nefreti –yüzyüze karşılaşmış olmasalar bile- iliklerine kadar hissediyorlar.
Velhasıl bu iki geniş toplumsal kesimin, memleketin bekası için olmasa da, kendi yaşam tarzının bekasını korumak için –tıpkı şimdiye dek olduğu gibi- sandık başına gideceğine neredeyse eminim. Kanımca, ayrı bir beka tartışmasına zaten lüzum yoktu…
Öte yanda Kürt sosyolojisi var; bir yanda Kürtleri temsil ettiğini söyleyen terör örgütü ve diğer yanda da bu örgütün siyasi uzantısı olmakla eleştirilen bir siyasi parti. Düşünün ki bu partinin eşbaşkanı Sezai Temelli “Kürdistan’da kazanacağız, batıda AK Parti ve MHP’ye kaybettireceğiz” diye konuşabiliyor. Oysa siyasi partiler seçim yarışına, kazanmak için girer; başka bir partiye kaybettirmek amacıyla değil. İttifaklar yapılır ama ittifakların da temel amacı kazanmaktır; karşı ittifaka kaybettirmek değildir...
Kaldı ki, HDP’nin yıllarca Kürtleri “Kart Kurt” mesabesinde görmüş bir ideolojinin siyasi yansıması olan CHP’yle de; milliyetçi-muhafazakar MHP’den sadece ton farkı olan İYİ Parti’yle de sessiz bir anlaşma içine girmesi ayrıca tartışmaya açık. Erdoğan ve Bahçeli ikilisinin; hiç beka gibi bir seçim gündemi olmasaydı da, HDP’nin “AK Parti ve MHP’ye kaybettirmek” art niyetini açık etmesinden sonra, böyle bir hakkı doğmuş olurdu.
Ancak dediğim gibi, beka meselesi hiç gündeme gelmeseydi de, 31 Mart seçimleri genel seçim havasında geçecek; seçmen de sandığa genel seçim kriterleriyle gidecekti. Zira, hele de Türkiye gibi yüzlerce yıllık imparatorluk deneyimi bulunan ve bir ateş coğrafyası üstünde oturan bir ülkede seçmen davranışını aday projeleri ya da çevresel faktörler değil, lider kültü belirler. Bu nedenle de “beka”yı tartışmayı çok da gerekli görmedim.
Seçim temennisine gelince; gizli ajandası olmayan, kin-nefretle hareket etmeyen, tek amacı vatandaşa hizmet olan, samimi, dürüst adaylar kazansın...