Kübra Kuruali Yaşar / Nihayet
Bir şehre ait olmak ya da evinin gölgesine sığınmak
6 Şubat’ta 04.17’deki depremin ardından ailesi ve komşularıyla apartmanlarının önünde ateş yakıp sabahlayan Tutku, ikinci depreme yıllardır çalıştığı Malatya Er TV’de yayına çıkmak üzereyken yakalandı. Eşi ve kızlarıyla binayı terk ederken eş zamanlı olarak iş yerlerinin nasıl yıkıldığını, ilk günün akşamı bana telefonda anlatmıştı. Birkaç günün ardından memleketlerinden nasıl çıktıklarını ise depremden bir ay sonra Ankara’da yerleştikleri yeni evlerini ziyaret ettiğimde dinledim.
Eşi hâlen konteynerden yayın yapan Er TV’de çalışmaya devam ettiği için Malatya’daydı. Annesi ve kızlarıyla yaşadığı bahçeli müstakil evin kendisine ne kadar yabancı olduğunu anlatırken sık sık yeni eşyalarına, yeni mahallesine, yeni şehrine alışamadığından; bedenen, ruhen, zihnen ve kalben kendisini bomboş hissettiğinden bahsetmişti. Aslında Tutku Ankara doğumluydu. Bu şehri iyi bilir, büyük kızı üniversiteyi burada okusun isterdi. Ne “yeni” olan ile ne de şu an “yaşadığı şehirle” derdi yoktu. Onun derdi, doğup büyüdüğü şehirde ona “kim olduğunu hatırlatan” şeylerin yok olmasıydı. Alışveriş yaptığı o fırın, gittiği kuaför, yemeklerini sevdiği restoranlar, İstanbul’a gelirken illa ki türlü çeşidini satın aldığı Şire Pazarı’ndaki kayısı dükkânları artık yoktu. O gece kalbin belleğin ikametgâhı olduğunu doğrularcasına sabaha kadar sohbet ettik. Aristo’nun zamanında pneuma (ruh), fiziğin merkezî bir kavramıydı. Onun hatıra izinin fiziksel alt yapısıyla ilgili teorisi de bu kavramla uyumludur: Bellek, pneuma (ruh) duyu izlenimlerini vücudun içinde taşırken oluşan ve tedricen zayıflayan harekettir. Bu taşımanın geçici istikameti kalp, yani duyguların ikamet ettiği yerdi. Görme, işitme ve kokuyla ilgili izlenimler kalpte depolandıktan sonra pneuma (ruh) tarafından beyne taşınmaktaydı. (1)
O günlerde Beş Duyu ve Şehir dosyamızı hazırlıyor, bir yandan da Mayıs sayısına ne yapabilirizi konuşuyorduk. Ankara dönüşü ilk dosya toplantımızda Ahmet Murat’a, Tutku’nun hissettiklerinden bahsettim. Aklında bir “hatıra ve hafıza” dosyası olduğunu, dosyayı depremi dahil edecek şekilde planlayabileceğimizi söyledi. İlk başlıkları o gün not aldık.
Bir hafta sonra arkadaşlarımla ilk kez Adıyaman yolcusuydum. Oradaki karşılaşmalarımız (2) kafamızda döndürüp durduğumuz dosyaya yeni bir bakış açısı sunmuştu. Büyük çadır kentte kendini hiç güvende hissetmeyen Emine Abla ailesiyle birlikte mahallesine geri dönmüş ve evlerinin gölgesine çadır kuran komşularıyla yaşıyordu. Yıkık dökük de olsa burası onların kendilerini güvende hissettikleri “kim olduklarını hatırladıkları” yerdi. Emine Abla’nın tek dileği, yeni çadır düzeninde de kendi komşularıyla komşuluk yapabilmekti.
Adıyaman dönüşü Tutku ile yeniden telefonlaştık. Ona Emine Abla’yı anlattım. Bana ilk gece apartmanlarının gölgesinde komşularıyla yaktıkları ateşin etrafında toplandıkları ve soğukta sabaha kadar bekledikleri o anın, depremden sonraki tek huzurlu anı olduğunu söyledi.
Douwe Draaisma’nın Bellek Metaforları Zihinle İlgili Fikirlerin Tarihi kitabına atıfla kalbin belleğin ikametgâhı olduğu teorisi, ardında etimolojik izler de bırakmış: Latincedeki recordari (hatırlamak) sözcüğü ile ezberden söylemek anlamında kullanılan İngilizcedeki by heart ve Fransızcadaki parcoeur deyimleri “kalbe” atıfta bulunur. Dilimizde kullandığımız kalp kelimesinin Arapça kökenine baktığımızda ise “merkez, öz, cevher, ruh, can” anlamlarıyla karşılaşıyoruz. Bir şeyi çevirmek, döndürmek fiilinden geliyor ve aklı yanına eklediğimizde “bir şeyi uzun uzun düşünmek” anlamını veriyor. Belki de bu yüzden bir şehre ait olup-olmadığımızı, evimizin neresi olup-olmadığını ya da evimizin gölgesindeki en huzurlu anımızı anlatırken en çok kalbimiz acıyor.
“Her şehir bir kitabı saklar”
Bu ziyaretten birkaç gün önce Adıyamanlı Doktor Mücahide Emine, aracıyla hastane yolunda ilerlerken bana hem memleketini sayfaları dağılmış bir kitap gibi görmüş olmamızdan hem de gezerken kaldırımlarında, çarşısında “kaybolmamız” gereken şehrinin deprem sonrası “kimliksiz hâline” şahit olmamızdan duyduğu üzüntüyü anlattı. O sırada navigasyon aynı kavşaktan bizi ikinciye döndürüyor, o şehrin yerlisine kendisini yabancı hissettirip, biz misafirlerine ise “yolların da değiştiğini” ısrarla hatırlatıyordu.
Değişen güzel şeyler de vardı elbette… Ramazan’ın son günlerini ve bayramı geçirmek için yeniden Adıyaman’a geldiğimizde havaalanında şehirlerinden ayrılan insanların bayram için geri dönüyor olma heyecanıyla karşılaşmıştık. Bir ay önce Malatya uçağındaki hüzün belki de Ramazan’ın hikmetiyle epey dağılmıştı. Uçağımız basamak basamak yeni bir hikâyenin içine girmek için alçalırken, Adıyaman bir gün sonraki Kadir gecesi için kandillerle süslenmiş gibi ışıl ışıldı. İnsan İzi Derneği’nin “iyilik merkezine” dönüştürdüğü Polis Amca İmam-Hatip Ortaokulu’na vardığımızda çok sevdiğimiz o bahçe de bizi kandillerle süslenmiş olarak karşıladı. Burası depremin üçüncü gününden beri İnsan İzi çalışanlarının ve gönüllülerinin “evi” olmuş, tüm mahalleyi bir “yuva” sıcaklığında buluşturuyordu. Bu buluşmalar ve karşılaşmalar “okul” kavramının alıştığımız anlamını genişletecek, hafızamıza yeni anlamlar yükleyecek, hatıralarımızla sürekli okunan ve her okunuşunda farklı bir anlamı ve umudu besleyen bir kitaba dönüşecekti.
Bir yeri yuva yapan etrafında toplandığımız sofraydı
Okula iftar sonrası varmış, Ramazan güzelliğiyle sobanın başında sohbet ederken, Kevser Abla “bir evin duygu mu yoksa bir mekân mı” olduğu üzerine bu ay çokça düşündüğünden bahsetmişti. Bir süredir ben de ev ile ilgili düşünüyordum. Bir ev bize huzur, güven, emniyet sağlarken aynı zamanda içinde sıkışmışlık, hareketsizlik, boğulma gibi duyguları da barındırabiliyordu. Kevser Abla’nın da söylediği gibi ikisi birbirinden ayrı değildi. Adıyaman’da gönüllülük yaptığımız günler boyunca aramızda oluşan bağı anlatırken gönül rahatlığıyla “biz bir aile” olduk diyebiliyorduk. Sonra Kevser Abla aileyi bir arada tutan şeyin de bulunduğumuz her mekânı istisnasız “yuva” yapabilen tek yerin de “etrafında toplandığımız sofra” olduğunu söyledi. İnsan İzi’nin ilk günden beri verdiği aş evi hizmeti burada tüm mahalleyi bir sofranın etrafında toplamış, bu sofrada tanıştığımız birçok insanı çadırlarında ya da evlerinde ziyaret ettiğimizde tüm itirazlarımıza rağmen hemen oracıkta yine, yeniden bir sofra kurulmuştu.
Feyza’ya “Ramazan’da gelirseniz size içli köfte yapacağım” diyen Asiye Teyze’nin dükkânında, ertesi akşam teravih sonrası yine bir sofra etrafında toplandık. Bedriye Teyze ve Hacı Amca, kızları Fatma ve komşuları da vardı. Bir ay önce buradaki ilk buluşmamızda konuşmayan, tebessüm dahi etmeyen çocukların dillerinin çözülmüş, yüzlerinin gülüyor olması yaraların az da olsa kapanmasına işaretti. Bu olayı İnsan İzi Yaşam Çiçeği projesindeki terapist arkadaşlara anlattığımda bana çadırlarda yaptıkları terapilerde bunun gibi güzel örneklerin sayısının çoğaldığından bahsettiler. Bu güzel çalışmanın raporu yayınlandığında kendilerinden detaylı bir şekilde dinleriz.
Mahalledeki marketin, birkaç pastanenin, çarşıdaki birçok dükkânın açılmış olması da iftar sonrası çay içip oturabileceğimiz, tatlı yiyebileceğiz mekânların varlığı da şehrin hafızasının canlanmaya başladığına ve iyileşmeye dahildi.
“Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe”
Ramazan’daki kalabalık sahurlar ve iftarlar yerini son kez kalabalık bir bayram kahvaltısına bıraktı. Hemen öncesinde ise okul bahçesine gelen Adıyamanlılarla bayramlaştık. Çocuklar bahçeye kurulan şişme oyun alanlarında eğlenirken, ailelerle çay eşliğinde sohbet ettik. İnsan İzi’nin hazırladığı lokumlar ve kolonyalarla mahalledeki tüm çadırları ziyaret edip tek tek bayramlaştık.
O akşam önce Asiye Teyze’nin evinde muhteşem bir bayram sofrasına oturduk sonra Bedriye Teyze’ye çaya, tatlıya ve kahveye geçtik. Hep o küçük dükkânda buluşmuştuk. Şimdi evlerine geri dönmüş olarak bizi ağırlıyor olmalarının mutluluğuna da şahittik. Bu iki ev, artık bizim de yuvamızdı.
Bayramın ikinci ve üçüncü günü iyilik merkezinde herkes bir işin ucundan tuttu, “bize ev olan” bu mekânı “asıl sahiplerine” bulduğumuzdan daha temiz bırakmak için gece gündüz çalıştı. Koğuşa dönüştürdüğümüz sınıflardaki yatakları topladık, sıra taşıdık, yer sildik, dolap temizledik, tuvalet yıkadık, çöp topladık, toz aldık, masalara şekerlemeler dağıttık, çok şey yaptık ama hiç yorulmadık.
Bir yanımız ayrılacağız diye yaprak döktü, bir yanımız ertesi gün okullar açılıp Adıyaman biraz daha normalleşecek diye çiçek açtı. Evinin gölgesine sığınanlarla son kez vedalaştık. En çok da okulun bahçesindeki çadırını kaldırmak zorunda olan Hayriye Abla ile ağladık. Artık kendimizi bu şehre ait hissedecek pek çok evimiz, zor günlerde bir iyilik merkezine dönüşebileceğine şahit olduğumuz bir okulumuz var. Adıyamanlıların da bizim yaşadığımız tüm şehirlerde birer evleri ve geldiklerinde etrafında toplanıp orayı hemen hepimize ait bir “yuva” yapabileceğimiz birer sofraları var.
1. Douwe Draaisma, Bellek Metaforları Zihinle İlgili Fikirlerin Tarihi, Metis Bilim, 4. baskı, s. 48, İstanbul, 2021
2. Bu karşılaşmaları Nihayet Dergi’nin 100. sayısında ya da GZT/ Nihayet sayfasından “Adıyaman Blues” başlığıyla okuyabilirsiniz.
3. Celaleddin Çelik, Şehrin Halleri, Ketebe Yayınları, s.130, İstanbul, 2021.