Yazının başlığı sizi yanıltmasın: Bu, Ergenekon sanıklarının Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) adaylıkları meselesinin “teşkilat” yanıyla ilgili, daha önce söz vermiş olduğum yazı...
Kısaca hatırlatırsam: 15 nisan tarihli “Haberal’ın ‘sağcılığı’ sorun, ‘darbeciliği’ değil” başlıklı yazımda Ergenekon sanıklarının CHP’den adaylıkları meselesinin “zihniyet”e ilişkin yanını ele almış; 19 nisan için de “Nasıl olmuş olabilir, Kimler araya girmiş olabilir” sorularının cevabını aramak üzere “teşkilat”a ilişkin yanına eğileceğimi söylemiştim. Ne var ki araya Durmuş Yılmaz portresi girmiş, o nedenle de işin bu yanını bugüne bırakmıştım...
Başlıktaki kısaltmaların açılımları şöyle...
MH: Mehmet Haberal.
SD: Süleyman Demirel.
MÖ: Mustafa Özkan.
ÖÖ: Özden Örnek.
Yazının ikinci yarısında yeniden dönmek üzere, şimdilik bu kadar “açılım”la yetinin... Ondan önce, Ergenekon sanıklarının CHP’den adaylıklarının “Bildiğimiz Ergenekon’un sonu” anlamına gelip gelmediğine dair iki Taraf yazarının (Yıldıray Oğur ve Gürbüz Özaltınlı) farklı düşünceleri konusundaki görüşlerimi anlatmalıyım; çünkü Yıldıray’ın öne sürdüğü gibi, bu, Ergenekon’un CHP içinde erimesi anlamına geliyorsa, benim “Ergenekon sanıklarının CHP’den adaylıkları meselesinin ‘teşkilat’ bölümü” yazısını hiç yazmamam gerekir...
Gelelim görüşlere...
Yıldıray’ın “Ergenekon silah bıraktı” başlıklı yazısının konumuz açısından en vurucu bölümü şöyleydi (Taraf, 14 nisan):
“Bugüne kadar ordudan medet umanlar siyasetten medet ummaya başladılar. (...) Çünkü Ergenekon taktikleri, siyaset karşısında yenildi. Çünkü biliyorlar ki artık çözüm siyasette. Ordu geri püskürtüldü. Ergenekon’a silah bıraktırıldı. Bundan sonra Ergenekon’dan kalanlar düz ovaya inip CHP içinde siyaset yaparak var olmayı deneyecekler.”
“Bildiğimiz Ergenekon’un sonu” mu?
Gürbüz Özaltınlı ise, Yıldıray’ın iyimserliğinde “İnsanı ‘dürten’ bir aşırılık” olduğu kanaatindeydi (Taraf, 19 nisan):
“Ergenekon’un silah bırakmak zorunda kalmasını önemseyen, ama CHP üzerindeki hegemonik gölgesi üzerinde fazla durmayan yaklaşımda insanı ‘dürten’ bir aşırılık var gibi. (...) Baykal gibi bir aktörü kesip atan, yeni genel başkanın atanmasında kullandığı ‘örgüt içi tanrıyı’ yine bir dokunuşla devrenin dışına iten bir etkinlikten söz ediyoruz. Şimdi de aday listeleri karşımızda. Kan kaybettiği, kuytulardan kovulduğu ne kadar gerçekse, yeni dönemde ana akımı yönetme iddiası da o kadar gerçek. (...) Ortada, etkinliği kırılmış ama asırlık iktidar geleneği içinden gelen bir ordu, inandırıcılığından çok şey kaybetse de hâlâ ‘ana akım’ olarak anılan bir medya ve nefretinden hiçbir şey eksilmemiş orta sınıflar var.”
“Zihniyet” var kaldığı sürece...
Ben, dediğim gibi, bu tartışmada Gürbüz Özaltınlı’ya yakınım.
Yıldıray’ın, “zihniyet” var kaldığı, kurumların ve kitlelerin içinde etkili olduğu sürece “teşkilat”ın göreli zayıflığının çok da önemli olmadığı gerçeğini ıskaladığı için fazlasıyla iyimser bir sonuca vardığı kanaatindeyim... Özaltınlı’nın işaret ettiği üç noktada (ordu, “ana akım” medya ve orta sınıflar) “zihniyet”in canlı olarak yaşamaya devam ettiği, sanırım tartışmadan vârestedir.
Bu üçlüden “ordu” bahsinde birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum...
Ordunun sivil siyaset üzerinde oluşturduğu geleneksel kontrol mekanizmasının en önemli ayağı olan “gerektiğinde darbe yapmak” inisiyatifi, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı ve Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’ların başından itibaren ciddi sorunlarla karşılaşmaya başladı. Bu dış güçlüklere, 12 Eylül’ün yarattığı itibar kaybını ve ülke içinde demokrasi ve sivil siyaset lehinde daha hassas bir kamuoyunun oluşmaya başlamasını da eklemek gerekir.
Ordu, o çaresizlik içinde 28 Şubat’la birlikte yeni bir yöntem geliştirdi: 28 Şubat pratiğiyle anlaşıldı ki, TSK artık sisteme klasik tarzda ve sadece kendi gövdesiyle müdahale etmeyecek, yedeğine “irtica”, “Kürt” ve başka büyük sorunlarla korkutulup ürkütülmüş “sivil” kitleleri alarak hareket edecekti. Artık, uğradığı toplumsal iktidar kaybı nedeniyle çılgına dönmüş “silahsız kuvvetler”in “silahlı kuvvetler” ile birlikte hareket etmesi temeline dayanan yeni bir konsept vardı.
Darbe Günlükleri, 2003-2004 darbe girişimcilerinin, Türkiye’deki darbe endüstrisinin “sivilleştirilmesi”nin zorunluluğu konusunda 28 Şubat’çılardan bile daha “net” sonuçlara vardıklarını gösterdi bize. Darbeciler, siyasete salt kendi gövdesiyle müdahale eden TSK’nın yıprandığını; vesayet düzeninin devamı için artık başta yargı, üniversiteler ve sendikalar olmak üzere “kurumlar”ın ve “sivil toplum”un “elini taşın altına sokması gerektiği”ni söylüyorlardı açık açık.
Kabul etmeliyiz ki, bu “konsept” tutmuştur. Artık, toplumun geniş bir kesimiyle onların siyasi temsilcilerini “düşman” olarak gören, düşmanı “imha” etme gücüne ve potansiyeline sahip bütün güçlerle ittifaka hazır hale gelmiş geniş bir “orta sınıf” vardır Türkiye’de.
“Zihniyet” bu kadar güçlü ve yaygınken, göreli olarak zayıflamış “teşkilat”ın CHP’de siyaset yapma kararından Yıldıray’ınki türünden aşırı iyimser sonuçlar türetmek bence doğru değil. Teşkilat “demokratik siyasi mücadele”yi hiçbir zaman dışlamadı ki! Cumhuriyet mitingleri tam böyle bir şey değil miydi?
Yıldıray şurada yanılıyor: Ergenekoncular CHP’cilik yapmak için CHP’ye giriyor değiller, zannedildiği gibi öyle yalvar yakar oldukları da yok. Orada doğal tabanları var ve o tabanın zorlamasıyla, bir anlamda “hak ederek” giriyorlar CHP’ye.
Bir soru: O taban öyle olmasaydı, Kılıçdaroğlu Ergenekoncuları listeye alır mıydı?
Hiç şüpheniz olmasın; almazdı.
Tabii bu operasyonun bir de doğrudan doğruya “teşkilat”tan gelen “CHP’ye dışsal baskı” tarafı var...
Gûya bugün onu ele alacaktım ama Yıldıray Oğur ve Gürbüz Özaltınlı beni başka sulara çekti (“bambaşka” sulara diyemeyiz ama).
Ergenekon sanıklarının CHP adaylıklarının siyasete “teslim olmuş” bir teşkilatı değil, siyaseti dizayn etmeye çalışan bir teşkilatı işaret ettiğine; keza tanık olduğumuz şeyin “çirkin bir uzlaşma” olduğuna dair düşüncelerimi salı günkü yazımda temellendirmeye çalışacağım.
Yani “SD, MH, MÖ, ÖÖ” mevzuu yine bir sonraki yazıya kaldı.
***
DURMUŞ YILMAZ PORTRESİ NOTU. Salı gün bu sayfada, üç yıl önce kaleme aldığım Durmuş Yılmaz portresini bir kez daha yayımlamıştım. Hatırlayacaksınız, portrede, “Yılmaz’ın evinin önündeki erkek ayakkabıları”ndan yola çıkıp bence insafsız bir yazı yazan Ertuğrul Özkök’le ilgili bir bölüm de vardı. Portre yayımlandıktan sonra bir arkadaşımın uyarısıyla, Özkök’ün ondan birkaç gün önce Hürriyet’te (15 nisan) bir “pişmanlık” yazısı yazdığını öğrendim. Yazıyı okudum, gerçekten de samimi, güzel bir yazıydı. Bilseydim, portrenin önüne koyduğum “sunuş”ta bunu da mutlaka not ederdim. Bunu, gecikmiş olarak şimdi yerine getiriyorum.
‘Yüksek...’
Açık Radyo’yu dinlerken Ömer Madra’dan duydum: “Bu ‘Yüksek’ kelimesi hep tatsız şeyler çağrıştırıyor bana” dedi.
Onu duyunca, “hakikaten” dedim içimden ve geçen yazdan beri yaşadığımız “Yüksek” krizler geçti zihnimden: Önce Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun Ergenekon savcılarına yönelik akim kalan tasarrufları; ardından Yüksek Askerî Şûra’nın, hükümete karşı propaganda yapmak üzere masa başı internet sitelerinin kurulmasını emreden generali Kara Kuvvetleri Komutanı yapma inadı; şimdi de Yüksek Seçim Kurulu’nun vetoları...
Ben, bazı şeyleri tartışmayı reddetmek gerektiğine inanırım. Mesela “öğrencilerin başörtüsüyle üniversitelerde okumaları”na karşı çıkan birileriyle bir televizyonda tartışmayı reddederim.
Keza, Yüksek Seçim Kurulu’nun son hamlesinin “hukuki gerekçeleri” üzerine bir tartışmanın parçası olmayı reddederim. Aksi takdirde kendimi salak gibi hissederim. (Ben yazıyı yazarken kurul nihai kararını açıklamamıştı ama hiç fark etmez; karar vetoların tepkiler karşısında geri çekilmesi yönünde tecelli etse bile benim için önemli olan, o hamlenin bir kez yapılmış olmasıdır.)
Dolayısıyla bu meselede benim cevabını arayacağım sorular, “Bunu nasıl göze aldılar?”, “Bunu göze alabildiklerine göre başka n’olmak ihtimali vardır?” gibi sorulardır.
Birinci soruya cevabım: Galiba bu kez gerçekten de çok ürktüler. Özellikle de yeni anayasa ihtimalinden ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin “barışı kurma” konusunda kararlı olduğunun açık göstergelerinden...
İkinci soruya cevabım: Bunu göze alabildiklerine göre bagajda daha çok hamle olmalı...
Herkesin çok ama çok dikkatli olması gerekiyor.
TARAF