Mükerremlik, muhteremlik, soyluluk, fazilet ve asalet; soya, aşirete ve kabileye veya zamana, mekâna ve makama değil, sadece takvaya bağladır. “En keriminiz en çok sakınanızdır” der Kur’an. Sahabe için saygınlığın ölçüsü, Bedir’de bulunup bulunmamak gibi değerler üzerine bina edilirken; izzet ve şerefin kaynağı Müslümanların yanında aranırdı.
Oysa bugün öyle mi? İcat edilen makamlar sayesinde saygınlığın ve kerametin yönü değişti. Hele ki, saygınlık “aklın ışığı” ile varılan “aydınlık dünyada” aranınca ne değer kaldı, ne gelenek; ne örf kaldı ne din! Bedir’de karşılıklı savaşanların Mekke’nin fethi ile eşitlendiği gibi, “emanete sadakatti Allah’a sadakat” olarak görenler ile “emanete ihanet edenler” aynılaştırıldı. Hatta bir zamanlar “emanete sadakat” diyenler, ihanete alkış tutar oldu.
İlahi kelam giderek hayatımızdan çıkıyor. Kötü gidişin ince ayarı gittikçe dünyevileşen sosyal hayatın elinde oyuncağa dönüşüyor. Irkî ve siyasî mülahazalar yoğunlaşıp yaygınlaştıkça; ibadetler üzerine bile ahlaki boyutları düşünülmemiş kısır fetvalar üretiliyor. Bu fetvaların, dünyevileşmeyi ne denli hızlandıracağı, dinin güzel ahlak ve ihsan boyutunu ne denli unutturacağını ise kimse hesap etmiyor.
Bu hastalığa düşenlere hoca dense, söylenenler şeriat üzerine görülse de bu bir, “Yahudileşme temayülü” dür. Yahudi şeriatçılığını, Hıristiyan ruhbanlığını kabul etmeseler de sonuçta varacakları yer orasıdır!
Saygınlığın yolu insana değer vermekten geçiyor. Her şeyi eritebiliriz. Ama insanın izzet ve şerefine dokunmayalım. İnsanı bulunduğu yerinden, işinden, dünyevi başarısından, parasından, hırkasından dolayı değil, insan olduğundan dolayı önemseyelim. Zahiri ve batını ile anlamaya çalışalım. Burada “en bilene” rağbet etmek en saygın olana rağbet etmek anlamına gelsin.
İnsan şehveti, öfkeyi ve peşin olanı sevme isteğini tamamen imha edebilir mi? Nefsini bir daha kötüye dönüşü olmayan kâmil bir hale getirebilir mi? Sanmıyorum! Çünkü “Allah’ın ahlakını ahlak edinmek” isteyen ölçüsüyle de dininin tam ortasında yer almalıdır. Kaldı ki, Kur’an özü şekilden ayırmaz. Nefsin, kâmil boyuta ulaşabileceğini onaylamaz. Aksine nefisteki şehvetin, öfkenin ve peşin olanı sevme isteğinin tamamen imha edilemeyeceğini söyler. Peygamberlerden her hangi birisi için bile “Nefsi mutmaindir, ondan şer sadır olmaz” gibi bir garanti vermez. Fıtratın, vahiy elçileri dâhil herkeste aynı olduğunu, onlara uygulanacak kanunların da değişmeyeceğini vurgular. Dahası, dinin son ve tam temsilcisi Hz. Peygamber ve yetiştirdiği örnek nesil fıkhı ve ihsanı ayrıştırmamış, şer’i kuralları güzel ahlakla birlikte muhafaza etmişlerdir.
Allah’ın Ahlakı
“Allah’ın ahlakını ahlak edinin” şeklinde bir hadis nakledilir. Birçok yönden önem arz eden bu söz, bir anlamda işi üstlenmeyi, omuzlamayı anlamlandıran bir formdur. Üç kelimelik bu sözün iki kelimesi H-L-K kökündendir. Yani burada konu yaratılış, bir anlamda varlıktır ve varlığı Yaratandan bağımsız düşünülemez.
Evet, Allah yarattıklarından hiçbirine benzemez, yaratılanlardan hiçbiri de Allah’a benzemez. Ancak O’nun isimleri yarattıkları içinde sadece insanda tamdır. Allah’ın “el-Adl” türünden işi vardır, ama “ez-Zulm” türünden işi yoktur. İnsanın O’nun ahlakını ahlak edinmesi de adaletli olması anlamına gelir. Emaneti yükleniyorsa “cahil ve zalim” değildir. Cahil ve zalim olursa Yaratıcısına ihanet etmiş olur. Emaneti yüklenenlere “cahil ve zalim” demek, öncelikle Yaratıcıya iftira etmek demektir.
Yaratılış, Kur’an dilinde “H-L-K” harfleriyle ifade edilir. “Ahlak” da bu köktendir. Ahlak, varlığın Yaratıcıdan gelen işleme düzenidir. Bütün eşyanın oluş biçimlerini, başka bir ifadeyle ahlaklarını onların içlerine koyan da bizzat Yaratıcının kendisidir. Ateşin yakması onun varlık biçimi, Allah’ın yaratılış özelliğidir. Meseleye insan açısından bakıldığında ise farklı bir sonuçla karşılaşılır. Varlık olarak insan da diğer varlıklardan farklı değildir. “Varlık ahlakı”, onun içine kodlanmıştır. Oluşumu, gelişimi, doğuşu, yemesi, içmesi, büyümesi, yaşlanması, ölmesi tüm varlıklar gibi belirlenmiş kurallara tabidir. Ne var ki onu diğer varlıklardan ayıran şey; “akl” etmekte, “fikr” etmekte, “zikr” etmekte ve bunlarla “sanat” etmektedir. İnsan bedeniyle bir varlık olsa da, ruhuyla var olma sürecindedir. Bu “var olma” sürecinde ona tek yönlü muayyen bir ahlak belirlenmemiştir. Nefsinde bulunan doğal nitelikler sayesinde başka nitelikler kazanabilir. Marangoz, ressam, mimar olabilir. Şehvet; onun doğuştan gelen ahlakıdır ama bunun üzerinden başka tabiatlar, başka ahlaklar da oluşturabilir.
Kısaca insan var olma sürecinde; iyi-kötü diyebileceğimiz karşıt alanlarda serbest bırakılmıştır. Var olma ahlakını, kendisinin belirlemesine izin verilmiştir. Bunlardan hangi alanı seçer, onu kendisine değişmez bir tabiat edinirse, o onun ahlakı olmuş olur. İyi olsun kötü olsun, insanın fiilleri eğer kendisinden iradi, düşünsel ve duygusal bir zorluk olmadan gerçekleşirse o şey o kişiye ahlakıdır.
Dolayısıyla var olma sürecinde bulunan her insanın ister istemez adalet ve zulüm, sadakat ve ihanet gibi alanlarda yeni bir ahlakı olacaktır. Doğasının gereği olarak yiyip içen insanın, kazanılmış iyi yahut kötü ahlakı olması da muhtemeldir. Sadaka vermeyi huy edinene iyi ahlaklı, yalan söylemeyi tabiat edinene ise kötü ahlaklı denir. Ve ahlak dendiğinde anlaşılan da kazanılmış olan bu ahlaktır. Peki, işte bu “kazanma” alanına giren işlerde Allah’ın ahlakı nasıl ahlak edinilebilir? Bunun yolu nedir?
Bunun yolu iki türlüdür; niyet ya da alışkanlık. Yani ibadet ya da adet. Burada kabul edilir olan, süregelen alışkanlıklar değil, değerlerdir. Eylemlerden toplum değil, ferdin kendisini sorumludur. Burada her eylemin ardında bir kasıt ve niyet aranır. Çünkü bu ikisinin nazarında herkes; düşünerek, muhakeme ederek, değerlendirerek, duyusal girdileri analiz ederek ve karar vererek eylem yapar.
Kararlı eylemi yapabilecek olan ise elbette adet değil bilinçtir. İbadetlerin, işte böyle bir bilinçten doğması gerekir ki din onlara değer versin. Şöyle der Kur’an: “Seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin, birbirinize ses yükselttiğiniz gibi, ona da yükseltmeyin, sonra eylemleriniz boşa gider, siz bilincinde olmadan.” (49/2) Bedevilerin birbirlerine yüksek sesle konuşmaları adetleridir. Kur’an, Allah elçisiyle konuşulurken bunun terk edilmesini ister ve bilince dayalı bir eylem seçmelerini ister.
Bilinç temelinden mahrum, telkinlerle, taklitlerle ve yöresel bazı faktörlerle beslenen ahlak, alışkanlık yoluyla edinilmiş ahlaktır. “Hassas ruhlu” sanatçılarımızın “derinlikli felsefeleri” de Doğu mistisizminin tercih ettiği bu yoldan beslenir. Nefislerini taklidi davranışlar, alışkanlıklar, telkinler ve adetlerle tekâmül arayışına sokarlar. Arayışlarındaki bilinçten yoksun tutum beşeri yaşam tarzlarına yansır. Ama bu beşer olmaktan kurtuluşun sembolü olan resullere “cahil” yakıştırması yapmalarına engel olmaz! Çünkü aynı zaman diliminde yaşamıyor olmanın konforuna sahiptirler!
Oysa bilinç yoluyla kazanılacak olan ahlakın kaynağı nefsin tezkiyesidir. Nefsin temizlenmesi, tekrarlanan ibadetlerle kötü isteklerden arındırılması ve eylemlerin adetlerden ibadet seviyesine yüceltilmesi anlamındadır. Bunun alışkanlık yolundan farkı ise; bilinçlinin bilinçsizden, iyinin iyi sanılandan, yeninin yeni sanılandan farkı gibidir. Tezkiye ahlakının en değerlisi, niyetin ulaştırdığı ruhi boyuttur. Eylemde tecrübe, ibadette miktar ve ahlakta süreklilik son bulunulan ruhi kıvamdan daha anlamlı değildir. Tezkiye, niyet ve içtihat ister. Nefsin aldatmasına düşmemek için; niyetin elden bırakılmaması, ayrıca hayatın değişen her hâline uygun yeni tür davranışların üretilmesi gerekir.
Kur’an Ahlakı
Kur’an, insanın hayata temiz başladığını ifade eder. Sorumluluk bilincini ve bu bilinci terk etmemesini ona sürekli hatırlatır. Alışkanlık, adet ile oluşan ahlaka pirim vermez. Aksine bilinç yolunu tavsiye eder. Eylemde niyet ve içtihat ister. Kur’an’ın önerdiği ahlak, temizleme gücünü alışkanlıklara oturtan “terbiye”den değil, şuura bağlı “tezkiye”den gelir.
Dolayısıyla ibadetler eğer insanda alışkanlık gibi duruyorsa, onların Allah katında bir önemi yoktur. Namaz kıldığı hâlde paylaşma ahlakı olmayanların kınanması bundandır. Kur’an, ibadetleri bir terbiye aracı değil, bir hatırlama aracı (zikir) olarak görür. Bedensel ibadetleri zorlaştırmaması aksine, zor zamanlarda kolaylaştırmış olması da bundandır.
Kur’an, alışkanlıkların takviye ettiği bir ahlak sözcüğü üzerinde durmaz. Hz. Peygambere (sav) hitaben söylediği: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin” (68/4) ayetinde de, onun doğuştan gelen (ve kendisinin bozmadığı) ahlaki davranışlarını ifade eder. Pek büyük huylar, karakter, meleke ve maneviyat üzerine yaratılmış bulunuyorsun ve sen onları korudun demektir.
Kur’an doğru davranışlar üretecek bir ahlak edinmeyi önerir. Bu ahlak çile değil yeterli ve ihlaslı olan ibadet; terbiye değil tezkiye; taklit değil düşünce içtihat üretmelidir. Maalesef bugün, bilincin ürünü olan eylemlerin değil alışkanlığa bağlı eylemlerin ürünü olan şekillerin peşinde koşuluyor. Burada da zorlanınca kırılan bir ahlak doğuyor. İnsanımızın sık toplumsal kırılmalar yaşamasının, dünya işleri ve hatta ahiret hayatı için torpil yolları aramasının, menfaati için adaleti terk etmesinin sebeplerini buralarda aramak gerekiyor belki.
Tanrıyı hayatlarından uzaklaştıran ve bir tür öznel ahlak geliştirenler, kaderlerini ellerine aldıklarını sanıyorlar. Sanırım bu yanılgının sebebi, bu ahlakın dünya ölçeğinde bir başarı getirmesi. Menfaati kışkırttıkça tüketim hırsını arttırması. Batı’dan yükselen bu anlayış, Doğu’nun kadim kaderci anlayışını şiddetle eleştirse de bireyselliğe terk ettiği modern insanını kendi kaderine mahkûm etti. Kaderci ahlak ise kırılgandı. Çünkü Allah’ın dilemesi ile kendi dilemesinin ayrımının farkına varamıyordu.
Kaderci Ahlak
Kaderci ahlak ikiyüzlüdür. Çünkü Tanrının dilemesi içinde kendi dilemesinin yerini tayin edemiyor. Bu nedenle; kimi zaman Tanrıdan yana, kimi zaman başkalarından yana yönelen ikiyüzlü bir hayatı tercih ediyor. Kur’an şöyle der: “Allah, dileseydi elbet hepinizi bir tek ümmet yapardı fakat dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder ve her halde yaptıklarınızdan sorumlusunuz.” (16/93) Burada, “Allah`ın seçmesine mecbursunuz ama yine de sorumlusunuz” diyebilir mi insan? İnsana “cahil ve zalim” diyenler bunu söylüyor.
Ayet, eğri kalplilere malzeme olabilirse de; kapalı, anlaşılmaz yahut eksik değildir. Tamdır, yerinde ve doğrudur, yeterince açıktır ve gerektiği kadar anlaşılırdır. Ama ilkesel nihai maksat belirtmemiş olabilir. Kur’an bu tür ayetlerde, muhataplarının iki yönlü tabiatlarına atıf yapar. Sözü söyleme şekli, kelimeleri dizme biçimi, sarfı ve nahvi söyleyenin; makamından, zenginliğinden, heybetinden, gazabından, kudretinden ve bilgisinden kıvılcımlar taşır. Kur’an, insanın seviyesine iner. Her ne kadar beşerin tozuna, toprağına ve çamuruna bulaşmışsa da indiren, makamın yaratıcı üslubunu muhafaza etmektedir. Bazen kulunun isteğini tamamen Allah’ın seçmesine bağlaması bu üslubun gereğidir.
Bu üsluptan herkes yeteri kadar nasibini alır. Eğriler eğriliklerini arttırırlar. Ama münafıklar adına alınganlık duyanlar bundan mahrum kalırlar. İşte bu tür ayetler, bu mülahaza göz önüne alınarak okunursa, asla kadercilik anlamı çıkmayacak ve farklı anlam arayışlarına da gerek kalmayacaktır. Çünkü Kur’an üslubunda birisinin ikramından dolayı ona teşekkür etmek, aynı fiilden dolayı Allah’a şükretmekle çelişmez. Buna mukabil, birisinin zulmüne isyan etmek de Allah’a isyan etmek sayılmaz. Çünkü O’nun zulme rızası olmaz.
Şimdi üzerinde çok konuşulan ayeti hatırlayalım. Emaneti yüklenen insan cahil ve zalim midir? Hayır, Kesinlikle değil. Emaneti yüklenen neden cahil ve zalim olsun? Cahil ve zalimler emaneti yüklenme yetisi bahşedilmiş olmasına rağmen sorumluluktan kaçanlardır. Özgürlüğü böyle anlatır Kur’an. İsteyenler cahil ve zalim olmakta özgürdürler. Oysa asıl özgürlük, izzeti ve şerefi Allah’ın kulları yanında arama sorumluluğudur.
Buna mukabil “bilgelik kulesinden” insanlara karınca muamelesi yapanlar, kemikleştirdikleri batıl inançlarına, zirveye varan toplumsal korkularına, rüyalarına giren beklentilerine ve bir türlü bitiremedikleri Yahudi-Nasrani tartışmalarına dayanak bulmak için konuya ilgisiz kalamadılar. Oysa Kur’an nazarında esas olan imandır. Başka bir şey değil…
İnkâr ise tali ve hastalıklı bir durumdur. İnkârın temel sebebi nifaktır. Nifak; bilgiyle, belgeyle, ayetle dağıtılabilecek bir illet değildir. Münafık inkârını makulleştirmek için kaderciliği kullanır. Bu nedenle Kur’an yeri geldiğinde, “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” der. Muhatabın inadına karşı “O, dilediğine hidayet verir, dilediğini terk eder” der. Kendisini tanrılaştıran tekebbürü kırmak için “Siz ancak Allah’ın dilemiş olduğunu dilersiniz” der. Peygambere ve arkadaşlarına bir savaşta ilahi salatı dile getirirken “Attığın zaman sen atmadın ama Allah attı” der. Şifa bulmaz inkârcılar karşısında bir yandan peygambere strateji gösterirken bir yandan da inkârcıya inzar fırlatır ve: “İster uyar ister uyarma, inanmazlar, Allah kalplerini mühürledi” der. Aslında, kimi zaman alçaltan, kimi zaman umut veren, bazen icbar eden, bazen özgür bırakan, böylece hayret uyandıran bu üslubun şıkları tek tek ele alındığında, hepsinin de muhatapların farklı durumlarına ve temel ilkelere uygun olduğu görülecektir. Üslubun sebebi nifak tabiatını sarsmaktır. İsteyenler, bu şok uyarılarla farkına varıp şifa bulacaklardır. İstemeyenlerin eğriliği artacaktır.
Bugün hilafetini unutan modern insan, istiğna merkezli bir tür öznel ahlak geliştirdi. Bu ahlak, dünya ölçüsünde kendisine başarı da getirdi. Başardıkça hırslandı. Evet, asıl sorunumuz kader ahlakını terk edip eski kaderci ahlaka dönmüş olmaktır. Kadercilik nifak ahlakını telkin eder. Çünkü kaderci, Allah’ın dilemesinde, kendi dilemesini görmezden gelir. Hz. Âdem (as) “cahil” demesi kendi cahilliğine bahane üretmek içindir. Bu nedenle hem Yaradan’a hem de kuluna karşı nifak yolunu seçer. Sonuç dinde temelsiz, dünyada muvaffakiyetsiz olur.