29 martta Ergenekon savcısı Zekeriya Öz‘e bu köşeden yazdığım “açık mektup” şu satırlarla sona eriyordu: “Bu davada, ikna etmeye çalıştığınız yargıçların, kürsüde oturanlardan ibaret olduğunu düşündüğünüz sürece bu türden başka hatalar da yapacaksınız; lütfen unutmayın, bu davanın en önemli yargıcı kamuoyudur... Sanıkların ve sanık avukatlarının, kürsüdeki yargıçlara değil de kamuoyuna hitap eden temel savunma stratejileri de mi size bir şey söylemiyor?“
Niyetim, bıraktığım o noktadan devam etmek, sanıkların ve sanık avukatlarının “kamuoyunu esas alan temel savunma stratejileri”ne ilişkin iddiamı örnekler vererek temellendirmekti.
İşe bakın ki, ben o mektubu yazmaktayken, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Zekeriya Öz‘ü özel yetkilerinden soyundurmak ve terfian İstanbul Başsavcıvekilliği‘ne getirmek üzere karar alma toplantıları yapmaktaymış.
Niyetlendiğim o yazıyı yazacağım tabii, fakat ondan önce bir borcumu yerine getirmeli ve Zekeriya Öz‘e teşekkür etmeliyim...
Zekeriya Öz, Türkiye’nin kendi karanlık geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini savunanların “Nerede bizim Di Pietro’muz, nerede Baltasar Garzon’umuz” diye hayıflandığı koşullarda büyük bir cesaretle ortaya çıkıp, “burada” demiş olan savcıdır.
Salı günkü yazıda ona yönelttiğim eleştirinin haklılığı hususunda hiçbir tereddüt taşımıyorum; fakat buradan kendisine gidecek birkaç menfi puan ne onun toplamdaki müspet rolüne halel getirir ne de benim ancak “şükran” sözcüğüyle ifade edebileceğim duygumu değiştirir... Sular durulduğunda, her şey daha iyi anlaşılacak...
Artık, Ergenekon, Balyoz vb. davaların sanıklarının ve sanık avukatlarının, kürsüdeki yargıçlardan çok kamuoyuna hitap eden temel savunma stratejileri mevzuuna gelebiliriz...
“İnkâr, ‘halkla ilişkiler’e mi yönelik?”
Bu meseleyi aklıma ilk, Ergenekon sanıklarının haklarındaki bütün suçlamaları refleks olarak reddettiklerini fark ettiğimde taktım.
Yeni Aktüel dergisinin 3-16 Eylül 2009 tarihli sayısında yer alan “İnkâr, ‘savunma’dan çok ‘halkla ilişkiler’e mi yönelik?” başlıklı yazıda şöyle demiştim:
“Ergenekon sanıklarının, bilhassa da haklarında ‘hard’ suçlamalar olan kesiminin sürekli bir inkâr gayreti içinde olmalarının izaha muhtaç olduğu kanaatindeyim. İnkârdan gelmenin rutin bir inceleme sonucunda hükümsüzleşeceğinin apaçık olduğu durumlarda, davranışın hukuki savunmadan ziyade ‘halkla ilişkiler’ çabasının bir parçası olduğunu daha fazla düşünüyorum.
“Bu çerçevede en çok, Zir Vadisi’ndeki silahlara, evinde bulunan bir krokiden faydalanılarak ulaşılan Yarbay Mustafa Dönmez’in çıkışları dikkatimi çekiyor. (...) Benim analizim şöyle: Sanıklar, bazı inkârlarının hukuki bir sonuç doğurmayacağını bilseler de bu işi hem de yüksek perdeden yapmaya devam edecekler. Çünkü amaç, zihinlerde bir ‘acaba?’ tortusu bırakmak. (...) İşte bu nedenlerle, Dönmez’vari inkârların mahkemelerden çok ‘kamuoyu mahkemesi’ne yönelik oldukları gibi bir şüphe taşıyorum ben.“
Kamuoyunun aklını çelmek...
O günden sonra, sanıklardan ve sanık avukatlarından gelen bütün çıkışları bu şüphenin kantarına vurarak değerlendirdim; sonuç değişmiyordu, sanıkların ve sanık avukatlarının önüne hangi hukuki kanıt konursa konsun, onlar inkârdan gelmeyi sürdürüyorlardı. Bu açıdan en ilginç örneklerden biri de “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nda ıslak imzası bulunan Albay Dursun Çiçek‘in savunmasıydı...
Çiçek önce Emniyet Kriminal Dairesi‘nin, imzanın kendisine ait olduğuna dair raporunu reddetti, incelemenin Jandarma Kriminal Dairesi‘nde yapılmasını istedi. Savcılar talebi kabul ettiler; fakat Jandarma’dan gelen raporda da (Mart 2010) “imza Dursun Çiçek’in” sonucuna varılmıştı. Çiçek bu defa “Adli Tıp incelesin” talebinde bulundu, savcılar onu da kabul etti. İmza önce Adli Tıp İhtisas Kurulu‘nda, ardından da Adli Tıp Genel Kurulu‘nda incelendi. Genel Kurul, Temmuz 2010 tarihli raporunda İhtisas Kurulu’nun, imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğuna dair kararını onayladı.
Yani, yargı açısından mesele tamamen kapanmış durumda: O imza Çiçek’in ve yargı, kararını bu bilgi doğrultusunda verecek. Fakat Çicek’in avukatları bugün de kamuoyuna dönük savunmalarını imzanın “taklit” olduğu propagandası üzerine oturtuyorlar.
Avukatlar, neden böyle yapmaya devam ediyorlar dersiniz? Çünkü onlar mahkemenin değil kamuoyunun aklını çelmeye çalışıyorlar.
Balyoz davasındaki imzasız belgeler meselesi
Geçenlerde, Balyoz davasının 1 numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan‘ın avukatı Celal Ülgen, hem mahkemede hem de “kamuoyu mahkemesi”nde Balyoz davasının birtakım imzasız belgelere dayandığını söyledi.
Bir belgenin “imzasız” olamayacağını, olursa da onun belge niteliğinin ortadan kalkacağını öne sürmek, ilk bakışta son derece güçlü bir argüman. Ve gerçekten de “sahte” olduğu öne sürülen meşhur 11 numaralı CD’de “Oraj”, “Suga”, “Sakal” vb. adlarla yer alan eylem planlarının tamamı imzasız...
Bu güçlü argümanı kamuoyuna pompalamakta bir sorun yok; çünkü kamuoyunu “imza yoksa o belge sadece kâğıttır”a ikna etmeniz çok kolaydır.
Fakat aynı argümanı mahkeme heyetine karşı da kullanmak, çok riskli... Çünkü savcılar size, Türk Silahlı Kuvvetleri‘nde, ortaya çıkması durumunda sorun yaratacak belgelerin altında sadece ismin yer alması ve fakat imza atılmaması yönünde bir temayül olduğunu söyleyebilir ve önünüze doğruluğu teyit edilmiş böyle belgeler koyabilir. Ben bile hemen şimdi böyle iki belgeyi sunabilirim size...
Sözünü ettiğim iki belge de 2007’de Nokta dergisinde kapak haberi olarak yayımlandı...
Bunlardan birincisi, meşhur “Medya Andıcı...” Gazetecileri “TSK karşıtı” ve “TSK yandaşı” olarak ikiye ayıran andıç “isimli” fakat imzasızdı; tıpkı “Balyoz” belgeleri gibi... Andıç, Genelkurmay Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü‘nce hazırlanmış, Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Salih Zeki Çolak‘ın onayıyla Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun‘a gönderilmişti.
Askerden fazla askerci medya, belgenin imzasız oluşuna ve başka birtakım “şekil sorunları”na dikkat çekerek belgenin sahte olduğunu öne sürmüştü. Mesela Sabah gazetesi, eski bir yüzbaşı olan muhabiri Metehan Demir‘in manşetten “imzaladığı” haberle andıçın “korsan” olduğunu öne sürmüş, gazetenin o zamanki genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı da şöyle yazmıştı:
“Metehan Demir’in, kıyamet koparan ‘Medya andıcını’, benzer metinler kaleme alan askeri yetkililere gösterince aldığı yanıt ilginç: ‘Bu Genelkurmay’ın yazacağı türden bir andıç değil.’ Ne birimlere yönelik üst yazılar, ne numaralama biçimi, ne gizlilik kodları TSK’nın titizlikle uygulanan kodlarına uymuyor. Üstelik andıcın altında adı olanların hiçbirinin imzası yok. Askeri kaynaklar ‘Bizde imzasız bir belge üst makama gönderilmez. Belgeyi gören herkesin parafı olur’ diyor.“ (Sabah, 11 Mart 2007)
Bu manşetten ve yorumdan tam bir ay sonra, zamanın Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “Sözde değil özde laik cumhurbaşkanı” istediği 12 Nisan 2007 tarihli meşhur konuşmasında, Nokta‘nın yayımladığı belgenin gerçek olduğunu fakat kendisine sunulmadığını ve dolayısıyla görmediğini söyleyecekti...
Sözünü ettiğim belgelerden ikincisi de Nokta‘nın 5-11 Nisan 2007 tarihli sayısında yayımlandı. Genelkurmay’ın “Sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği” planının altında da isim vardı (“Aslan GÜNER, Korgeneral, İstihbarat Başkanı”) ama imza yoktu!
Bu belgenin de sahih olduğunu biliyoruz... Çünkü askerî savcı, derginin piyasaya çıktığı gün yayın yönetmeni olarak beni arayıp, yürüttükleri iç soruşturma nedeniyle belgenin aslını istemişti.
Askerî usuller ve savcıların “bilgi eksikliği”
Benim anladığım şu: TSK’da belgeler, Metehan Demir‘e söylendiği gibi, üst makama gönderilmeden önce mutlaka imzalanıyor ya da paraflanıyorsa; buna karşılık “sorunlu” belgeler parafsız ve imzasızsa, bu durumda bu belgelerin, ileride sağlam bir inkârın yolunu döşeyebilsin diye bilerek böyle, imzasız hazırlanıp üst makamlara sunulduğunu düşünebiliriz.
Geçenlerde, aralarında Balyoz davasının bilirkişisi bir binbaşının da bulunduğu dört subaya ait olduğu iddia edilen bir bant kaydı yayınlandı internette... Orada subaylar, Balyoz belgelerinin bir darbe planı olduğu, fakat savcıların askerî usulleri bilmedikleri için bazı şeylerin üzerine gitmeyi akıl edemedikleri üzerine bir sohbet yürütüyorlardı...
Acaba, diyorum, Balyoz davasında sanıklar ve sanık avukatları, aslında geçersiz olan “imzasız belge”ler meselesini sık sık vurgularlarken, savcıların bu “bilgi eksikliği”ne mi güveniyorlar?
alpergormus@gmail.com
TARAF