“Savcılar neredesiniz?” diye başlık atanlar siz değil miydiniz?

Ali İhsan Karahasanoğlu

Dün, gazeteci kimlikli sözde medya mensupları hedef gösteriyordu: “Şu gazeteyi kapatın. Yazarlarını tutuklayın.. Böyle gazete olmaz!”

Oysa; o gazetenin tek suçu(!), “Başörtü serbest bırakılsın” manşeti atması idi.

Dün gazeteleri hedef gösterip kapatılmasını isteyenler, bugün “basılmamış kitab”ın toplatılmasından şikâyetçiler.

Oysa kapatılan gazete, bir anlamda, “ertesi günkü gazete açısı”ndan, “basılmadan toplatılma” değil miydi?

Hatta, “bir sonraki günkü nüsha” için de, bırakın “basılmadan toplatılma”yı, daha “hazırlanmadan toplatılma” anlamında değil miydi?

“Ey savcılar neredesiniz” diye başlık atan, Basın Konseyi Başkanı değil miydi?

Bugünün özgürlükçüleri söylesin bakalım, “Neydi o gazetenin suçu?..”

Basın Konseyi Başkanı hedef gösterir de, savcılar durur mu?

400 polisle basılmıştı, tek işi “habercilik” olan gazete..

Bir başka seferinde de, yine medya hedef göstermiş, DGMsavcısı da ifadeye çağırmıştı, gazetenin sorumlu müdürü olarak beni..

Olayı da hatırlatayım size, nerelerden bugüne geldik, ona göre yorumlayın..

Medine Bircan isimli 70 yaşında böbrek hastası bir hanım, Çapa Tıp Fakültesi’nde, bir bölümden diğer bölüme sevki yapılırken, gideceği bölümün hemşiresi tarafından, Bağ-Kur Karnesi’ndeki fotoğrafının başörtülü olması sebebi ile yatışı yapılmıyor.

Hastanın oğlu, bir fotoğrafçıda, annesinin resminin üzerine, “fotomontaj ile peruk” giydiriyor. Bağ-Kur Karnesi’ni o şekilde hazırlayıp getiriyor. Ama Medine hanımın kalbi, arada geçen süreye dayanamıyor ve vefat ediyor.

Bu olayı haber yapmışız, 2001 yılında..

Savcımız da çağırıyor ve soruyor bize: “Niye başörtü haberlerini bu kadar sık yapıyorsunuz. Başka haber yapsanıza..”

Evet, halkın vergileri ile maaş alan bir savcı, bir gazetenin sorumlu müdürüne böyle hitap ediyordu.

Savcı böyle istiyor diye, biz haber yapmaktan çekinecek değildik tabii.

Biz vazifemizi yaptık.

Ama, bize bu tehdidi yapan savcılar vardı..

O savcılara, bir gazetenin yayın politikasına bu denli karışma cesaretini veren medya kuruluşları vardı..

Onlar şimdi, “Basılmamış kitap toplatılır mı?” diye soruyorlar..

Ama, “Basılmamış kitapta ne olduğu”nu söylemiyorlar..

Bizim gazetemizde, sadece “gerçek haber” vardı..

Gerçek haberi verdiğimiz için, gazetenin toplatılması isteniyordu. Sadece toplatma değil, arkasından da 1 ay süre ile gazetenin kapatılması talebi geliyordu..

Ya sizin kitabınızda ne var beyler?

“Haber” mi var, yoksa “onun-bunun dedikodusu” mu?

Dünün basın özgürlüğü cinayetleri; bir değil, iki değil..

Bir örnek daha hatırlatayım..

Kazım Karabekir’in 1930’lu yıllardaki kitap macerasına gitmeye hiç gerek yok..

1991’de, “Rıza Nur’un Hayat” ve “Hatıratım” isimli kitabı, sadeleştirilerek basılmak isteniyordu.. Yine bugün kitap toplatmadan şikâyetçi olanlar, manşetten o kitabı hedef gösteriyor, bir kitaba dava açılmasını sağlıyorlardı..

Kitap, 60 yıl önce yazılmış bir hatırattan ibaretti. Yine de rahatsız olmuştu, malûm derin yapı..

Kitabı toplattılar..

Kitabı sadeleştirerek yayına hazırlayan Abdurrahman Dilipak’ı, mahkûm ettirmek istediler, başaramadılar.

Ama; beraat kararı veren hakimi, takip ettiler, yıllar sonra İstanbul’dan Bursa’ya sürgüne yolladılar. Yetmedi, 28 Şubat’ta tekrar hedef tahtasına koyup, istifa ettirdiler..

Dün bunu yapanlar, bugün “kimin yazdığı” bile bir muamma olan, devletin gizli resmi bilgilerini deşifre eden bir kitabın yayınlanması için canla başla çalışıyorlar..

“Basın hürriyeti nerede?” diye soruyorlar..

Dün DGM koridorlarında, savcı bize soruyordu: “Niye başörtü yasağını sürekli eleştiriyorsunuz.Başka haber yapamaz mısınız?”

Neyi haber yapacağımızı, savcı bize öğretmeye kalkıyordu..

Çünkü savcının arkasında, Basın Konseyi Başkanı vardı.

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı vardı..

Onlar destekliyor, savcılar da bize dava üstüne dava açıyorlardı..

“Aynısı onların da başına gelsin, oh” diyecek değilim..

Ama azıcık utanmaları varsa, arşivlerini açıp bir baksınlar da, sonra “basın özgürlüğü”nden dem vursunlar!

YENİ AKİT