“Savaşların Anası” Kabusu

BAHADIR KURBANOĞLU

Belli ki son günlerde yaşanan Ruhani-Trump atışmaları herkes gibi benim de psikolojimi etkilemişti. Yastığa başımı koyduktan kaç saat sonra bilemiyorum ama bir karabasan çöktü göğsüme. “Yazmaya başla!” dedi ve dikte etti. Kabusa dönüşmeye meyyalgelişmeler, kabusumda makaleye dönüşmüştü:

“İran’ın Başına Gelecekler Ümmeti Korkutuyor

İran’ın Trump’ın başa geldiği dönemden bu yana tehdit edilmesi çok açık ki bir neocon-siyonist işbirliğinin neticesidir. İran’a yönelik düşmanlığın hiç şüphesiz devrim yıllarına kadar giden sebepleri vardır.

ABD-İsrail işbirliğiyle üretilen bu yeni dönem siyasetinde onlara cesaret veren en önemli saik de İran’ın yalnızlığıdır. Bu yalnızlığın da çevresini kuşatan ve farklı mezheplere mensup ülkelerin ihanet şebekeleriyle hareket etmelerinin ve İran’ı çevreleme siyasetlerinin büyük payı vardır. Meseleye İran milliyetçiliği, Şiiliği yaygınlaştırma çabaları, ABD işgalinin getirdiği boşlukları doldurma, Rusya-Çin hattında ülkeyi mukim kılma ya da içerideki toplumsal hareketlilik sebeplerini oluşturan saiklerle bu meseleye bakmak doğru değildir. Bunlar İran’ın kendini çevrelemiş doğal tehditlere karşı savunma mekanizmalarıdır. Bir ulus-devlet olarak da, halkını arzu ettiği istikamette biçimlendirme ve tarihten tevarüs eden ideolojik haklılıklarla tehditleri savuşturma hakkına sahiptir.

İran bir süredir, halkına yönelik tüm yeraltı yerüstü imkanlarını yıllardır seferber ettiği halde dış güçler tarafından kışkırtılan toplumsal hadiselerle uğraşmaktadır. Buna bir de Irak halkının Şii kesimlerinin vefasızlığı eklenmiştir. Aslına bakılırsa Ortadoğu’da cirit atan siyonist ajanların Irak’taki gösterilerle de ilgisinin olması muhtemeldir. Ama her ne kadar dış güçlerin oyunları bariz olsa da, Saddam zulmünden ABD ile girişilen ve derin hikmet gerektiren siyasetler sayesinde kurtarılan Irak halkının İran’a ve İran’a yakınlığıyla bilinen yöneticilere yönelik tepkileri açık bir vefasızlık örneğidir.

Zaman zaman Irak’ta devletin güvenliği sağlama gerekçeleriyle sünni halka ve liderlerine dönük baskıları söz konusu olsa da, bu her devletin göstereceği normal refleksler sadedinde değerlendirilmelidir. Çoğunluğu oluşturan Şii nüfus ve temsilcileri elbette bir takım pozitif ayrımcılıklara sahip olacaklardır. Çoğunluk kimdeyse yönetim hakkı ondadır. İran’ın komşusunu, koruma kollama, siyasetine müdahil olma, hatta askeri lojistik olarak da gerekirse komşunun dış güçlerce kışkırtılan farklı mezhepten halkına karşı -kendi güvenliğini de içerir tarzda- önlemler alma hakkı vardır. Şartlar olağanüstü olduğu için, bu noktada evrensel temel ilkeleri askıya alma hakkı da mahfuzdur. Zaten dış güçler de girdikleri coğrafyalarda aynı tutumları takınmaktadırlar. Düşmanın her türlü silahıyla silahlanmak, gerekirse fitne siyasetlerine başvurmak, demografik yapıları mezkur halkların maslahatına olmak kaydıyla değiştirmek, uluslararası hukuku tıpkı düşmanlarının yaptığı gibi gerekirse çiğnemek, yine gücü olan bir devletin sahip olduğu haklardandır. Yönetim kademelerindeki yolsuzluklar, vb ekonomi-politik sorunlar elbetteki arızidir, hatta özellikle dış güçlerce abartılarak fitne kazanının kaynaması, halkların bilmedikleri konularda boy göstermesi ve kendilerine zarar vermelerini beraberinde getirmektedir.

Oysa vurguladığımız gibi, çoğunluk kimdeyse şartların elverdiği şekilde yönetme hakkı da  ondadır. Bu ilkenin Suriye’de geçerli olmamasının sebebi dış güçler destekli olağanüstü şartlardır. ABD destekli terörün ve teröristlerin varlığıdır. Kudüs ve Filistin’in kurtuluşu yolunda altın halkayı temsil eden Esed ve yandaşlarına oynanan oyunların bozulması çabasıdır.

İran, bütün bir İslam ümmetinin yıllardır gururu olmuştur ama halkının bir bölümü “Filistin’den bize ne!” diyecek kadar nankörleşmiş bir sosyolojiye evrilmiştir. Hiç istenmediği halde iç sorunlar İslami gelişmelerin aleyhine milliyetçi ve Batıcı yönelimleri artırmıştır. Burada sorunu devlette görmek, İslam düşmanlığını içeren ideolojilerin propagandalarına maruz kalmak demektir ve her türlü cezayı haketmektedir. Sorun devlette olamaz, çünkü devlet İslamidir, hem de İslam’ın tarihsel olarak hakikat temellerini oluşturan Şiilikle kaimdir. Şia teolojisi en ideal hükümet etme biçimini içermektedir. Bu yüzden bundan istifade ettirilmeyip yüzyıllarca başka mezheplerle aldatılmış müslüman halklara/İslam coğrafyalarının geri kalanına da bu mezhebin soft power (yumuşak güç) bir devlet politikası olarak yaygınlaştırılması elzemdir. Diktatörlükler/Tağutlar Sünni görüntü altında Batı’ya bağlanacaklarına Aziz İslam’a yani İran’ın belirlediği mezhepsel doktrinin hikmetli kollarına yönelmelidir.

Bu minvalde İran’ın yıllardır ortaya koyduğu kültürel yayılmacılık bir haktır. Nasıl ki yüz yıldan fazla bir zamandır Batılı güçler ideolojilerini yaygınlaştırma adına dünyayı kasıp kavuruyorlarsa, İran’ın da hem hinterlandını genişletme hem de müslüman halkları hikmetli öğretilerle buluşturma hakkı vardır. Bu durum müslüman halkların da yararınadır. Hem evrensel doğrular içeren bir mezhebe tabi olacaklar hem de güçlü, tarihi ikibin beşyüz yıl ötelere dayanan İran devletinin müşfik koruması altına girecekler, eğer yarın öbür gün tağutların gölgesinde yaşamaktan kurtulmak ve özgürlüklerini kazanmak için direneceklerse, bu ideolojik-mezhebi derinlik kendilerine meşruiyet sağlayacaktır. Güçlü bir İran, Şiiliği benimsemiş ve mümkünse dünyanın öbür ucuna yaygınlaştırmaya çalışan güçlü bir ümmet demektir. Bunu anormal karşılamak ya mezhepçi dürtülerle hareket etmek, ya gaflet, ya ihanet ve işbirlikçiliktir.

Dolayısıyla İran’ın tarihten tevarüs eden haklar ve meşruiyet umdeleri ve bugünü içeren tehdit unsurlarına karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarını sorgulamak akla, mantığa, ilme, hikmete uygun düşmemekle; fitnelere kapı aralamakla, dış güçlere payanda olmakla eşdeğerdir.

İran’ın yaşadığı en büyük zorlukların başında da halkların nankörlüğü gelmektedir ki, gerek Irak, gerek Lübnan, Yemen ve Suriye halkları son yıllarda bunların örneklerini ortaya koymaktadırlar. Allah’tan bu halkların aldattığı dış güçlere karşı Çin, Rusya gibi bazı sadık müttefiklere sahiptir. Ancak bu müttefiklere rağmen, dış güçlerin İran’a yönelik terör grupları üzerinden yapacakları saldırılar, İran halkının ferasetsiz cahil kesimlerinin sokak eylemlilikleri ve komşu ülkelerin bu durumdan istifade ortaya koyabilecekleri fitne siyasetleri İran başta olmak üzere tüm Ümmeti korkutmaktadır.

Ümmet, İran’da oluşması muhtemel kargaşalar, yöneticilerini seçme özgürlüğüne sahip İran halkının kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla göreceği tehditlerden ürkmekte, çekinmektedir.  Çünkü komşuda oluşabilecek kargaşa, elbette bütün ümmeti etkileme potansiyeline sahiptir. Maazallah kargaşa içindeki bir İran, Suriye’yi, Irak’ı, Yemen’i olumsuz etkileyebilir. Ve hepsinden önemlisi eğer korkulan başa gelir de maazallah Trump liderliğindeki emperyal güçler sadece -Gazze’ye yaptıkları gibi- çevreleme ve ambargoyla yetinmeyip Suriye’dekine benzer şekilde İran’ı hedef alırlarsa, “savaşların anası”nda ümmetin kalesini yerle bir etme stratejisi güdülürse (olmaz olmaz dememek gerek, Arap baharı da asla Suriye’ye uğramaz denmişti!) bu durum ümmetin moral motivasyonu ve en güvendiği devletlerden biri olan İran’a getireceği yıkımla kalmaz, Irak İran’ın aleyhine karışabilir, Yemen’de elde edilen avantajlar yitirilebilir, Lübnan coğrafyasındaki bağlı örgütler zarar görebilir; Türkiye İran’ın kontrolünden çıkmış bir PKK ile hem Suriye hem de içeride daha fazla uğraşmak zorunda kalabilir; hatta Barzani ailesi belki yeniden bir bağımsızlık sevdasına kapılabilir ve hassaten Suriye halkı, İran’a yıllardır gösterdiği nankörlüğün bedelini kan, gözyaşı ve bölünme tehdidiyle ödeyebilir.

Yıllardır sünni coğrafyalarda ümmetin hayrına oluşturduğu örgüt ve yapılar zayıflayabilir, gereken destekten mahrum kalırlarsa, buradaki halklar sapık ideolojilerin kucağına itilebilir; Rusya-Çin gibi anti-emperyalist müttefiklerdense ABD-İsrail’in yönlendirmelerine maruz kalabilir.

Böylelikle İran’ın yıllardır binbir emekle biriktirdiği ve ümmetin maslahatına olmak kaydıyla Irak’ta ABD ile Suriye’de Rusya ile geliştirdiği siyasetler dümura uğrar ve Ümmet-Kudüs-Filistin büyük bir hamiden mahrum kalır.

Bütün bu sebeplerden ötürü ümmet, emperyalizmin başına öreceği ve yüzbinlerce cana, İslam coğrafyalarının da parçalanmasına sebebiyet verebilecek siyasetlerinden ötürü kendi bulundukları coğrafyalarda, sultası altında bulundukları rejimleri İran aleyhine işleyecek politikalardan sakındırmalı, İran’sız ümmetin bekasının ve geleceğinin olamayacağını yönetimlerine anlatmalıdır. İran’ın halihazırda çevre ülkelerde ve başkent isimleri sıralayarak izlediği kuşatma siyaseti kimseyi aldatmamalı, bunun İran ile birlikte ümmetin hayrına bir siyaset olduğunu artık gaflet uykusundan uyanıp kavramalı, mezhepçi söylemlerle anti-propagandalar yapanların etkisinden sıyrılıp, ne kadar sol-sosyalist, seküler, sekter, laik vb. unsurlar varsa İran lehine işbirliğine girişilmelidir. Hem böylelikle “halkların kardeşliği” düsturu da hayata geçirilmiş olup, kimbilir belki de toplumsal ayrışma ve çatışma konularına da panzehir üretilmiş olabilecektir. Dün, dünde kalmıştır, biz kafamızı kaldırıp geleceğe bakmalıyız. Anlamadığımız konularda da hikmet-i devlet, hikmet-i siyaseti aşıp şu örgütsüz halimizle düşmanın, dış güçlerin, şeytani yapıların algılarına yem olmamalıyız.

Unutmamak gerekir ki mümin bir delikten iki defa ısırılmaz!

O yüzden yatıp kalkıp gece-gündüz, başta Suriyeli muhacirler olmak üzere tüm ümmet İran için en hayırlısı niyazıyla dua etmeliyiz!..”

Kan ter içinde uyanmışım...