Suriye’de giderek tırmanan Baas-Esed katliamlarının ‘sınırları aşan’ bir mahiyet kazanmasıyla şahit olduğumuz vahamet karşısındaki sorumluluğumuz değişmez. Ancak Akçakale’ye düşen top mermilerinin öldürdüğü anne ve çocuklarının maruz kaldığı vahşet üzerinden hepimize sıçrayan kan biraz daha yakınlaşır, yoğunlaşır ve sorumlu kılar.
Hükümet’in Meclis’ten tezkere çıkarmasına vesile olan Akçakale ile Telabyad arasında nasıl bir ilişki var? Akçakale’nin Arapçası veya Telabyad’ın Türkçesi nedir? Sakın ikisi de aynı anlama geliyor olmasın! İkiye bölünmüş, ayrıştırılmış olan sadece isimler değil üstelik. Aynı dinin, aynı coğrafyanın aynı tarihin insanlarını ayrıştıran, farklılaştıran ulus devlet siyaseti şimdi neredeyse “Ortadoğu bataklığından, Arap kan gölünden bize ne!” duygusunu bir deli gömleği gibi giydirecek üzerimize.
Bir demiryolunun altı ve üstü arasında işlenen cinayetler karşısında üzerimize düşen sorumluluklar ne kadar farklı olabilir ki? Akçakale/Telabyad’da Esed-Baas rejimi tarafından öldürülen insan sayısını “ikisi kadın, üçü çocuk toplamda beş kişi” diye bildiren haber ajansları bizi önce bir mantık hatasına sonra da bir vicdan kararmasına sürüklemesin sakın. Çünkü haberin dili ve kurgusu hayatınızın rotasını ve işleyişini tayin edecek kadar ehemmiyetlidir.
İnsani, ahlaki, hukuki ve siyasi açıdan bizi bağlayan ilke şudur: Telabyad’ı bombalamak ve masum insanları öldürmekle Akçakaleyi bombalayıp masum insanları öldürmek arasında hiçbir fark yoktur. Bu bağlamı Halep-Antep, İdlip-Hatay vd. diğer şehir ve bölgeler için de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Despotizmin Yeni Mezesi: Barış ve İtidal
Savaşa karşı olmakla, emperyalist, despotik, zalim savaşa karşı olmak arasında şöyle böyle değil derin bir fark var. Bu farkı fark edemeyen veya farkı kabul etmeyenlere söyleyecek fazla bir sözümüz olamaz. Lakin işkence, tecavüz, katliam, yıkım politikalarıyla bekasını sürdürmeye kararlı despotik iktidarlara karşı açılan bir savaşa nasıl karşı olunur, neden karşı çıkılır?
Suriye’de işlenen cinayetleri meşrulaştırmak, kuruluşundan bu yana bir cinayet şebekesi olarak işleyen Baas-Esed rejimine karşı çıkanları kirletenler hep aynı argümanlara sarıldılar. Mezhep savaşı çıkar korkusu yayıp barış ve itidal elden bırakılmasın çağrısı yapıldı. Baas rejimine karşı çıkanların ABD-NATO adına hareket ettiği şaibesi yayıldı. Laik Arap-sosyalist Esed rejiminin yerine Müslüman Kardeşler tarafından İslamcı bir rejim kurulmasıyla iç savaş ve bölgesel savaş senaryoları yaşanması olasılığı en yüksek kâbus sahneleri olarak anlatıldı.
Akçakale’ye atılan top mermileri sonrasında Meclis’ten çıkarılan tezkere işte bu tezlerin bir kez daha ama daha yüksek perdeden seslendirilmesi için bir vesile oldu. Ama bu tezkere üzerine söylenen sözler, yapılan eylemler utanç tarihine düşülecek kara lekeler olarak düştü bile.
BM Güvenlik Konseyi dahi Akçakale’de öldürülen insanlar için Suriye rejimini kınayan fakat Türkiye’ye de itidal tavsiye eden bir pozisyon almışken… AB ve ABD’nin beyanları da aynı itidal vurgusuyla sırıtırken… Rusya, Çin ve İran da diplomaside itidalin önemine vurgu yapıyordu. ‘İtidal’ gerçekten de çok önemliydi özellikle de ‘sürdürülebilir bir barış politikası’ için.
Bataklığı Seyret, Kurutmaya Kalkışma!
Barış ve itidal çağrısı buralarda nasıl yankılandı peki? Maalesef Türkiye’de barış ve demokrasi âşıklarının sergilediği durum emperyalist kurum ve devletlerin söylemlerine rahmet okutacak cinstendi. Evet, onlar da barış ve itidalden bahsediyorlardı ama Baas-Esed despotizmin yarım asırdır işlediği zulüm ve cinayetlere sahip çıkarak.
Nasıl seslendirildi bu barış ve itidal çağrıları? En net haliyle Fehim Taştekin’in seslendirdiği “Esed henüz tüm kozlarını kullanmadı, adımınızı ona göre atın” tehditleriyle mevcut barışın devamı için Hükümet yerinde oturmaya davet edildi. Esed rejimin ölümcül kozlarını, ABD’yle paralel seyreden muhaliflerin sinsi tuzaklarını hatırlatmakla mükellef olan Taştekin’in daha başka ikazları da vardı elbet.
Pentagon’dan bir yetkilinin, Rusya ve BMGK’nin Suriye konusunda AK Parti Hükümeti’nin elini kolunu nasıl bağladığına zevkle atıf yapmak bunlardan biri sayılabilir. Çıkardığı tezkereyle AK Parti’nin İslamcı ve Osmanlıcı hayallerini ortaya koyduğunu iddia eden Taştekin, ABD ve Rusya için bölgesel hatta küresel bir tehdit algısı, Kürtler içinse kendilerine kırmızı kart gösteren bir düşman algısı inşa ve ihbar etmekte.
Baas cuntası tarafından koskoca bir halk katlediliyor, bütün bir ülke harabeye çevriliyorken sesi soluğu çıkmayan bir kesim ise Meclis’ten çıkan tezkere üzerine “Yaşasın Halkların Kardeşliği, Savaşa Hayır Barış Hemen Şimdi” gibi sloganlarla harekete geçiyordu.
Mesela kitlesel bir eylem için toplanan her renkten sol-sosyalist örgütlere seslenen müzisyen Hilmi Yarayıcı savaşın “yıkım, işgal, yoksulluk ve katliam anlamına geldiğini” ifade ediyor. Ama Baas-Esed cuntasının ne anlama geldiğini ifade edemiyor. Sadece Hilmi Yarayıcı değil uzun bir zamandır sol-sosyalist kesimler Kemalist ve ulusalcı kesimlerle birlikte despotizmin bestesini yapıyor, ahlaki sefaletlerinin resmini çiziyor.
Barış çağrısı adı altında Baas vahşetini ve Esed’in oluşturduğu kan gölünü seyretmeye davet ediliyoruz. Bu davetçilerin ‘barış’ı insani değil, ahlaki değil. Cinayete, tecavüze, despotizme çanak tutan kirli, karanlık ve barbar karakterlerin ‘devrimci’ ve ‘barışçı’ maske takmış olması onların gerçek yüzlerinin görülmeyeceği anlamına gelmez. Kaldı ki, gözümüz kör olsa bile bunların çürüyüp kokuşan oportünist siyasetlerinden midemizin bulanmaması mümkün değil.