Alper Görmüş’ün yazısı:
SUNUŞ
İstanbul’da Atatürk Havalimanı’na yönelik terör saldırısı, sosyal medyadaki savaşçı ve sert dili bir kez daha tartışma gündemine taşıdı. Aslında bu dil bir paket ve paketin içinde siyaset, geleneksel medya ve internet medyası da var. Daha birkaç gün önce, beğenmediği bir yazısından dolayı bir kadın gazeteciye, “Bastır parayı istediğin pozisyonu alsın” diyebilen bir internet sitesi bile gördük. Fakat yine de sosyal medya, kullandığı teknolojik alt yapı nedeniyle düşman cephelere bölünmüş taraflar arasındaki savaşın ön cephesi işlevini görüyor.
Geçtiğimiz yıl, Ahmet Hakan’a yönelik fizikî saldırı vesilesiyle, başta sosyal medya olmak üzere medyadaki savaşçı dilin siyasal kutuplaşma üzerindeki etkilerini ele alan bir yazı kaleme almıştım. 2 Ekim 2015’te Al Jazeera Türk’te yayımlanan o yazıyı bir kez de Serbestiyet okurlarının dikkatine sunuyorum.
* * *
Marksistlerin başvurmayı çok sevdiği, ‘niceliksel birikimler bir noktada niteliksel sıçramaya yol açar’ düsturu herhalde en çok toplumsal duygular için geçerlidir. Bu ülkede defalarca tecrübe ettik: Özellikle öfke, kızgınlık gibi duygular uygun ortam ve katalizörler bulduğunda zaman içinde bir kartopu gibi büyüyor, sonra çığa dönüşüyor ve maddi bir güç haline gelerek şiddet suretinde tepemizde patlıyor.
Hürriyet gazetesi yazarı ve CNNTürk programcısı Ahmet Hakan’a yönelik fiziksel saldırıyı, ona karşı aylardır sürdürülen medya ve sosyal medya ataklarından bağımsız olarak değerlendirme şansımız var mı?
‘Aşırı’ haklılık duygusu insana ne yapar?
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ilk yılında (2003) idrak ettiğim bir tecrübeyi hiç unutmadım. Bu tecrübenin, kendi tarafının haklılığına mutlak bir inanç besleyen, onun bir türevi olarak da karşısındakileri ‘düşman’ belleyenlerin oluşturduğu psikolojik evreni anlama hususunda bugün de çok işlevsel olduğu düşüncesindeyim.
Sözünü ettiğim tecrübeyi, Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde verdiğim ‘haber analizi’ derslerinin birinde yaşadım... Haber analizi, gazetelerin mukayeseli okuması üzerinden yürüyen bir dersti. O gün elimizin altında, merkez medyanın ‘şeriat’ın hızla gelmekte olduğuna dair malûm manşetlerinden biri vardı ve o da benzerleri gibi ‘ben dezenformasyonum’ diye bağırıyordu. Dolayısıyla ipliğini pazara çıkarmak zor olmadı, o kadar ki dersin sonuna doğru sınıfta ikna olmayan tek bir öğrenci bile kalmamıştı.
Artık meseleyi kapatıyordum ki, bir öğrencim söz istedi. Tıpkı öbür arkadaşları gibi haberin ‘uydurma’ olduğuna kendisinin de inandığını teslim ettikten sonra, faltaşı gibi açılmış gözlerimin içine bakarak, “Tamam da hocam” dedi, “sonuçta bu haber Türkiye’nin en etkili gazetelerinden birinde yer alıyor, haberi okuyanlar onun doğru ve gerçek bir haber olduğunu düşünecekler ve bu da Türkiye’deki gericiliğin aleyhine bir sonuç doğuracak, dolayısıyla doğru ve gerçek olmasa da bu haberin o gazetede yayımlanmasının yararlı bir şey olduğunu söyleyemez miyiz?”
Öğrencim, sorusuna verdiğim, önerisinin değil gazetecilikle aktivizmle bile uyumlu olmadığına dair cevabımdan hiç hoşnut kalmadı. Belli ki, benim ders boyunca ‘gerçek’in hatırı için değil, ‘teknik detaylar’ uğruna dil döktüğümü düşünmüştü. Belli ki benden, “Tabii ki sonuçta yararlı olmuştur bu haber, ben size sadece onun taşıdığı teknik zayıflıkları anlattım” gibi bir cevap beklemişti.
Öğrencimin davranışı, dozu çok yüksek, düşmanlık derecesindeki bir karşıtlık duygusunun, insanı hiçbir ahlaki sınır tanımayan savrulmaların gazetecilik adına yapılabilir olduğu bir noktaya sürükleyebileceğini gösteriyordu. O anda kendimi, geleneksel medyanın fren mekanizmalarının bir noktada devreye girip bu türden savrulmaları dengeleyebileceği düşüncesiyle avutmaya çalıştım.
2003’te, bir cep telefonuna sahip olan herkesin bir ‘medya’ haline gelebildiği koşullar yoktu. Bir gün bunun gerçek olacağını düşünseydim, o günkü dehşet duygum misliyle büyürdü.
O öğrencim şimdi cep telefonunu kullanarak neler yazıyor acaba sosyal medyada?
Siyaset savaşa dönüştüğünde...
Savaşlarda insanlardan önce hakikatin vurulduğu söylenir... Peki ya siyaset bir savaşa dönüşmüşse ve siyasi taraflar birbirlerini ‘düşman’ olarak görüyorlarsa? O zaman, başta medya olmak üzere her şey bir silaha dönüşür, bütün silahlar da düşmanı ‘imha’ amacına yönelir.
Günümümüzde, sosyal medyadaki dizginsiz saldırganlığa işaret eden bütün eleştiriler haklı olabilir, fakat onun hangi temel üzerinde böyle bir karaktere büründüğüyle ilgilenmeyen her eleştiri eksik kalacaktır.
Sosyal medyadaki akıl almaz saldırganlık ve sertlik nereden kaynaklanıyor? Sosyal medyanın kullandığı teknolojinin anlık-duygusal tepkileri ‘enformasyon’ haline getirebilme yeteneği hiç kuşkusuz bir etken. Fakat aynı teknolojiyi kullanan başka toplumlarda neden aynı sonuç üremiyor? Bu sorulara ancak topluma ve siyasete bakarak cevap verebiliriz.
Aslında sosyal medyadaki, muarızını imhaya yönelik saldırganlık ve sertlikle, siyaset ve geleneksel medyadaki saldırganlık ve sertlik arasında bir mahiyet farkı yok; sadece bir nicelik farkından söz edebiliriz. Bu nicelik farkı da sosyal medyanın kullandığı, biraz önce işaret ettiğim teknolojinin bazı özelliklerinden kaynaklanıyor. Bu teknolojinin, hangi özellikleriyle geleneksel iletişim araçlarının üretebildiğinden daha yoğun bir saldırganlık ve sertlik üretebildiği faslına biraz sonra geleceğiz. Fakat ondan önce, sosyal medyanın hangi zeminde günümüzdeki tahammülfersâ boyutlara ulaşabildiğine bakmamız gerekiyor.
Siyasi karşıtlık başka, düşmanlık başka...
Siyasi karşıtlık başka, düşmanlık başka... Birinin mücadele aracı etkilemeye, değiştirmeye, dönüştürmeye müteveccih eleştiri; öbürünün mücadele aracı imhaya, yok etmeye, öldürmeye müteveccih ateşli silah...
Siyasi karşıtlar ‘normal’ ülkelerde de yekdiğerini sevmezler fakat biribirlerini geniş ‘biz’in birer parçası olarak görürler. Mücadelelerinin amacı karşıtını etkilemek, nötralize etmek, mümkünse de kazanmaktır.
Düşmanlar ise birbirlerinden nefret ederler, karşılıklı varlıklarını kendi varlıklarına tehdit sayarlar ve onları ortadan kaldırmaya, imhaya çalışırlar.
Sosyal medyada ‘trol’ tabir edilen grupların bu kadar atak ve heveskâr olmaları; kendi saflarındaki herkesi melek, karşı saflardaki herkesi şeytan olarak görmeleri ancak ‘düşman’la savaştığına inananların davranışı olabilir.
Düşman eleştirilmez, düşmanla tartışılmaz, düşmanın doğru bir şey yapması fıtratı ve doğası gereği mümkün değildir; düşmana karşı yegâne meşru mücadele biçimi ‘imha’dır.
Yaşadığımız şeyin karşıtlar arasındaki bir siyasi mücadele değil, yekdiğerini kelimenin gerçek anlamıyla ‘düşman’ olarak görenler arasındaki bir savaş olduğunu anlayabilmek için karşıtların karşılıklı duygularına bakmak bile gerekmez. Böyle olduğunu, kendi içlerine bakarak da, kendi içlerinden gelen küçücük eleştirilere karşı sergilenen tahammülsüzlüklere bakarak da anlayabiliriz. Bu da çok tipiktir; düşmana karşı savaşırken en küçük bir özeleştiriye, en küçük bir çatlak sese bile müsamaha edilemez, böyle bir işe kalkışan dışlanır, ‘hain’ ilan edilir.
İşte böyle bir duygusal vasatta siyaset de, geleneksel medya da sosyal medya da kaçınılmaz olarak şiddet ve saldırganlıkla yüklü bir hale geliyor. Demek ki ‘sosyal medya neden bu kadar şiddetle ve düşmanca duygularla dolu’ sorusu kendi başına çok da anlamlı değildir. Anlamlı soru şudur: ‘Türkiye’de siyaset, geleneksel medya ve sosyal medya neden bu kadar şiddetle ve düşmanca duygularla dolu?’
Yukarıdan beri söylediklerim göz önüne alınırsa, cevabı da açık bence. Tekrar pahasına ve özet niyetine bir daha söyleyeyim: Çünkü Türkiye’de siyasi mücadele, biribirlerinin varlıklarına tahammülleri kalmamış, her biri diğeri tarafından yok edilmek istendiğine inanan taraflar arasında yürüyen bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Dolayısıyla bu bir savaş ve bütün savaşlar gibi iknaya değil yok etmeye odaklanmış durumda.
Sosyal medya neden daha korkunç?
Yalnızca sosyal medyadakinin değil, siyaset ve geleneksel medyadakinin de bir savaş olduğunu, arada sadece bir nicelik farkının olduğunu söylemiştim. Peki, bu nicelik farkı nereden kaynaklanıyor?
Bu soru bizi, sosyal medyanın kullandığı teknoloji ile onun sağladığı imkânlar mevzuuna taşıyor.
Bu teknoloji, her şeyden önce kullanıcılarına herhangi bir kontrol-fren mekanizmasına tâbi olmadan, herhangi bir editoryal süzgeçten geçmeden ‘içini dökme’ imkânı veriyor. Hiç kuşkusuz, kamusal tartışmaların biribirlerini yok etme amacına değil, hep birlikte daha iyi bir hayat kurma amacına yönelik olarak gerçekleştirildiği ‘normal’ bir ülkede böyle bir teknoloji bir nimettir. Fakat ülkemiz ‘normal’ değil ve böyle bir ülkede, hep birlikte izliyoruz ki, bu teknoloji kamusal hayatı iyileştirmekten çok zehirlemeye hizmet ediyor. (Dağlıca baskınının ertesi günü CNN Türk’teki Tarafsız Bölge programında Ahmet Hakan ve araştırmacı Atilla Sandıklı Twitter’daki abartılı-yanlış paylaşımlardan ve bunların yol açabileceği problemlerden yakınırken, Sandıklı ‘Twitter iki gün boyunca hayatımızda olmasa keşke’ dileğinde bulundu. Hemen yanıbaşındaki CHP’li Faik Tunay da, oradaki atmosfere tahammül edemediğini ve o gün telefonunu kapattığını söyledi.)
Öte yandan sosyal medya kişinin kendisini anonimleştirdiği ölçüde yazdıklarının hukuki ve ahlaki sorumluluklarından kurtulabildiği, risklerin azaltılabildiği bir ‘tartışma’ ortamı... Oradaki saldırganlık bu düşük risk oranıyla da alâkalı.
Tek tek korkakların biraraya geldiklerinde pek cesur linççi kalabalıklar oluşturmasına benzer biçimde, sosyal medyada da bir grubun parçası olarak bağırıp çağırmanın, küfretmenin sahte bile olsa özgüven sağlayıcı etkisini de unutmamak gerekir.
Bu ‘avantaj’ların hiçbiri geleneksel medyada bulunmuyor ve sosyal medya kullanıcıları da bu durumun keyfini çıkartıyor.
Sosyal medyadaki şiddet dilinin kutuplaşma üretme yeteneği ile siyaset ve geleneksel medyadaki şiddet dilinin kutuplaşma üretme yeteneği arasında sadece bir nicelik farkı olduğunu söylüyorum ama, itiraf edeyim, bazen bundan emin olamıyorum. Belki de sosyal medyanın kutuplaştırma, düşmanlaştırma yeteneği düşündüğümüzün çok üstündedir.
Kaynak: Serbestiyet