Ataerkil toplumları en iyi anlatan sözlerden biri ‘su küçüğün söz büyüğün’ der... Suyun küçüğe ait olması, onun sabretmesini henüz bilmeyen yapısından gelir ama aynı zamanda büyüğün şefkatine, kollayıcı ve koruyucu özelliğine de gönderme yapar. Küçük suyu içerken, büyüğün ona sevecenlikle baktığını hayal ederiz. Öte yandan söz konusu sevecenlik, büyüğü kendi gözünde yüceltir, onun ‘iyi’ olduğunu kanıtlar... Bu özgüven sayesinde tümcenin ikinci kısmına daha rahat geçeriz. ‘Söz büyüğün’ derken, küçüğe ait bunu dengeleyecek artık hiçbir nitelik kalmamıştır. Sözün sınırını biçmek, etkisini tartmak, içeriğini değerlendirmek küçüğe düşmez... Küçük sözün altında ezilir, bir sonraki suyu içmek uğruna kendi sözünü yutar. Ama bu da yetmez, o su için müteşekkir kalması da istenir, çünkü suyun asıl sahibi sözü elinde tutandır...
Söz gücün ta kendisidir... Söz diğerinin ne zaman ne yapacağını, nasıl yaşayacağını, neleri hak ettiğini söyler. Ataerkil dünya, geleneğin içinden gelen hiyerarşiler sayesinde sözün kimde olduğunu da kendiliğinden belirlediği için, küçük haddini bilir ve kendisinin de büyük olacağı ana kadar bekler. Aile ve cemaat yapılarında işlevsel olan bu sessiz tahakküm dinamiği, modernliğe geçiş sürecinde karakterini de yitirmiştir. Şimdi söz büyüğün olmaya devam etmektedir ama sözün gücü üretmesi kadim bir kabule dayanmaz. İlişki tersine dönmüştür... Artık yaşanan anın ürettiği güç sözün sahibinin de kim olduğunu söyler. Küçüğün ne kadar su içebileceği yine güçlünün iki dudağı arasındadır ama artık suyu şefkatli bir nazarın eşliğinde değil, denetleyici bir sert ifadenin izlemesi altında içmek zorundadır. Büyükte herhangi bir sıcaklık göremeyen küçüğün tek ideali hâlâ bir gün aynen güçlü gibi olmaktır. Ne var ki zamanı gelince büyük olmak artık mümkün değildir, çünkü büyümenin önkoşulu önce güçlü olmaktan geçer. Dolayısıyla küçük kendisini bir kısır döngü içinde hisseder ve büyümenin yolunun kendisinden büyük olandan kaçmak olduğunu anlar.
Ataerkil dünya imparatorlukların dönemiydi... Her türlü etnik ve dinsel cemaatin, hiyerarşiye tâbi konumlanmak zorunda olsalar da, aynı imparatorluk içinde yan yana yaşayabildikleri bir düzen... Büyüğün sözü söylediği, küçüğün ise suyu içip müteşekkir kaldığı bir ilişki türü... Cemaatlerin kendi kültürlerini koruyup geliştirme imkânlarının bir hak olduğu, imparatorluğun parçası olmanın meşruiyetinin ise bu hakkın kullanımını mümkün kılmasıyla açıklandığı bir toplumsal düzen...
Oysa modernlikle birlikte artık karşımızda ulus-devletler bulunmaktadır. Kendilerini ezelden ebede uzanan ‘milletlerin’ cisimleşmiş ruhu olarak tanımlayan bu yapılanmaların, kendi içlerindeki cemaatleri de içeren bir hayal üretmeleri mümkün değildir. Küçüklerin içtiği suyun her bir damlası, aslında o suyun hak sahibi olan ‘ulus’tan esirgenmiş olmaktadır. Bu durumda küçüklere iki yol sunulur: Ya cemaatsel kimliklerini reddederek ulus-devletin kimliğini benimseyecekler, ya da susuzluktan öleceklerdir. Sözün geldiği nokta artık budur... Azınlık cemaatlerin kendi kültürlerini koruyup geliştirmeleri bir tür ihanet olarak tanımlanır. Küçükler kendi dillerini ve inançlarını unutmaya davet edilirler. Küçükler ise bu iki yol karşısında farklı bir ikili yol yaratırlar: Ya imparatorluğu anımsatan bir ulus-devlete bağlanmaya çalışır ya da ayrılıkçı olurlar...
Güney Osetya’da savaş çıkmış diyorlar... Bu bölgede yerel dilin konuşulmasını engelleyen, seçilmiş siyasetçileri tanımayan Gürcistan, küçüğün ayrılıkçı kıpırtılarını güçle bastırmak istemiş. Ama ulus-devlet dünyası içinde Gürcistan’dan da büyükleri var... Karşısında Gürcistan’ın sözünü bulan Güney Osetya da hâlâ imparatorlukla ulus-devlet olma hali arasında salınan Rusya’ya çevirmiş bakışlarını. Rusya küçüklere istedikleri suyu vererek de güçlenileceğini bilen bir devletmiş... Nitekim hemen Güney Osetya’ya istediği kadar su içebileceği bir gelecekten söz etmeye başlamış. Ama Gürcistan da hiyerarşinin tepesindeki abisinin gücüne güvenmekteymiş. Böylece gücün sözü yönetmesini, sözün anlamını yitirmesini, suyun güçlüye verilmesini doğal kabul eden bir çatışma ortamı doğmuş.
Güce muhtaç olduğu ve onu aradığı ölçüde küçüğün haklılığı bulanıklaşmış... Herkes büyük aktörlerden, küresel komplolardan söz etmeye başlamış. Uzmanlar meseleyi anlamlı kılmak üzere genel denge ve güç kuramları geliştirmişler.
Bazıları ise esas meselenin sözün anlamsızlaşması, suyun ise herkese ait olduğunun idrak edilememesi olduğunu vurgulamışlar. Ama belki de asıl mesele ‘sözü paylaşmayı bilmeyenlerin içecek suyunun kalmayacağını’ ima eden bir sözün olmamasıymış, kim bilir?
TARAF