Sarkozy, işçi, Dersim

Ahmet Altan

Doğrusu ya, eğer Avrupa Birliği denen şey, bu ırkçı ve şoven Sarkozy’den ibaret olsaydı, o birliğe aday olmaktansa bin sene burada askerî darbelerle boğuşmayı tercih ederdim.

Sarkozy’nin bugün başkanlığını yaptığı Fransa, 1789 Devrimi’yle kazandığı dünyadaki “entelektüel liderliğini” yirminci yüzyılın ortalarına doğru kaybetti.

O günden sonra da en azından entelektüel planda sürekli geriledi.

Fransız solu devletçilik fetişizmini aşamadı, Fransız sağı da gittikçe ırkçılaşarak sonunda Nazizm’e vardı.

O koskoca kültürü, o muhteşem geçmişiyle Fransa’yı, ne yazık ki bugün “Avrupa’nın köylüsü” durumuna düşürdüler.

Fransa’nın dünya çapındaki aklı başında adamları da bu kayboluşun içinde seslerini çok fazla duyuramadılar.

Sarkozy, boyunun kısalığını sehpaların üzerine çıkarak kapatmaya çalışan acıklı kompleksinin benzerini yönettiği ulusun temsilinde de göstererek, güçsüzlüğünü manasız bir küstahlığın üzerine çıkarak gizlemeye çalışıyor şimdi.

Türkiye’ye “Şunları, şunları yapsanız iyi olur” diyerek demokratik bir “kriterin” gerekliliğini hatırlatmıyor, “Ne yaparsanız yapın Avrupa’ya giremezsiniz” diyor.

Niye?

Avrupa’nın diğer yeni üyelerinin durumuna, yakın geçmişlerine, yaşadıklarına, ekonomilerine baktığımızda, bunun tek cevabı “Müslümanlık” olarak ortaya çıkıyor.

Bir dini ve o dinin mensuplarını bütünüyle reddetmenin “ırkçılıktan” başka bir açıklaması yok.

Zaten bu zavallı tıkanıklığından dolayı bugün Fransa, Cumhurbaşkanı’nın eşi Carla Bruni kadar bile ilgisini çekmiyor dünyanın.

Edebiyattan teknolojiye, sinemadan modaya her dalda Fransa’ya büyük bir fark atan Amerika ile İngiltere’nin Türkiye’nin AB adaylığına yaklaşımıyla Fransa’nın yaklaşımı arasındaki fark, Türkiye’den ziyade Fransız yöneticilerinin eksikliğinden kaynaklanıyor bence.

Ne Türkiye ne de Avrupa Birliği, ilişkilerini Sarkozy’ye göre ayarlamayacak elbette.

Sarkozy, ülkesindeki birkaç ırkçının oyunu almak için kaybedeceği bir politika izliyor.

Sonunda, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini ıssız bir plajda, kendine bol gelen şortuyla yalnız başına koşarken üzüntüyle izleyecek.

Şimdi bu zavallı, kompleksli Fransız politikacısını bir kenara bırakıp, asıl soruları kendimize sormalıyız.

Neden, Avrupa Birliği’ne muhtacız?

İki örneğe bakarak anlayabiliriz durumu.

Birincisi, birkaç günden beri yazdığımız Afşin’deki göçük faciası.

Yanlış bir yerde, yanlış biçimde kurulmuş bir kömür işletmesinde, bütün uyarılara rağmen insanlar öldü.

Dün CHP Genel Başkan Yardımcısı İzzet Çetin aradı beni, Afşin’e gittiğini, bu konuda bir rapor hazırladığını, oradaki özel işletmenin daha fazla üretim sağlayabilmek için çalışma koşullarını zorladığını söyledi.

Çetin, aynı bölgedeki “kamu” işletmesinde en küçük bir sorun olmadığı halde “özel işletmede” sorunlar yaşandığını anlattı.

Oradaki işletmede sorunlar olduğu, bir heyelanın geldiği bilindiği halde işçilerimizi neden kurtaramadık?

Zonguldak’ta, Tuzla’da, OSTİM’de niye kurtaramadıysak ondan, insana önem vermediğimiz, “insanı” hayatın merkezine koyan Avrupa Birliği’nin kriterlerini uygulamadığımız için.

Kendi insanımızı kurtarabilmek, kendi insanımızı yaşatabilmek için AB’nin ölçülerine ve standartlarına muhtacız; bunu kendi başımıza yapamadığımız için Avrupa üyeliğine ihtiyaç duyuyoruz.

İkinci örnek, son günlerin gündemdeki tartışması, Dersim.

Yakın tarihimizin bu büyük faciasının içyüzünü açıklamak için iktidar ve muhalefet partilerinin liderleri birbirine meydan okuyor, “yiğitsen açıkla da görelim” diyorlar.

Neden tarihî bir gerçeği açıklamak bu ülkede “yiğitlik” gerektiriyor?

Parti liderleri, tarihî gerçekleri açıklamak konusunda kimden ve neden korkuyorlar?

Niye hiçbir konuda şeffaf bir devlet olamıyoruz?

Çünkü bu ülkede “gerçekler” hukukun ve demokrasinin teminatı altında değil, gerçeği söylemek hâlâ “devlet düşmanlığı” olarak görülebiliyor, hâlâ bu ülkenin devleti gerçeklerden korkuyor.

Gerçeklerden korkmayan bir devleti tek başımıza kurmayı hâlâ beceremiyoruz.

Böyle bir devleti kurabilmek için AB’ye muhtaç duruma düşüyoruz.

Biz kendi insanlarımızı koruyabilecek bir sistemi yerleştirebilsek, devleti şeffaflaştırıp gerçeklerden korkmayacak hale gelsek, insanı herşeyden önemli kılabilsek, AB’ye niye ihtiyacımız olsun.

O zaman rahatlıkla Prevert’in bir şiirini Sarkozy için söyler geçeriz.

Sarkozy diye biri, tatara titiri...

TARAF