Abdülhamit, Osmanlı’nın belki de en zeki ve en modern padişahlarından biriydi, kendi dönemindeki “entelektüellerin” neredeyse hepsinden daha ilerideydi, tıptaki gelişmelerle, tiyatroyla, hisse senetleriyle, polisiye romanlarla, marangozlukla, ulaşım teknolojisiyle, fotoğrafçılıkla ilgilenirdi.
Pasteur daha dünya çapındaki ününe kavuşmadan önce Abdülhamit tarafından İstanbul’a davet edilmişti.
Şişli Etfal Hastanesi’ni yaptırmış, Askerî Tıbbiye’yi kurmuştu.
Çok başarılı bir diplomattı, diğer büyük ülkelerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak otuz üç yıllık iktidarında toprak kaybetmemişti.
Ve, bütün iktidarını öldürülme ve devrilme korkusuyla geçirdi.
Bu korkusunda, amcasının askerî bir darbeyle “halledilip” öldürülmesinin payı vardı herhalde.
Ama bence asıl korkuyu yaratan, imparatorluğunu “mutlak” bir iktidarla yönetme arzusunun yarattığı baskıydı.
Çeşitli uluslardan, çeşitli dinlerden, çeşitli kültürlerden insanları, onlara hiç söz hakkı tanımadan bir siyasi boyunduruk altında tutmaya çalışmak, bu ihtirasın sahibini de korkutuyordu.
Ulusların ortaya çıktığı, milliyetçiliğin yüceldiği bir çağda “merkezî” bir iktidar olmak zordu çünkü.
İmparatorluğun denetimindeki bütün uluslar “bağımsızlık” istiyordu.
Ama Abdülhamit’i ve imparatorluğu bitiren “Türklerin” milliyetçiliği oldu.
İttihatçılar, imparatorluğa “Türk” damgasını basmak isteyince büyük dağılma başladı.
Sonunda da imparatorluk çöktü.
“Tarihte ne olduysa ancak öyle olabildiği için olmuştur,” derler.
Çağın gereklerine ayak uyduramayan, teknolojideki ve üretimdeki yenilikleri ülkesine taşıyamayan, “milliyetçilik ve bağımsızlık” akımına bir çözüm bulamayan Osmanlı’nın belki de kurtulma şansı yoktu.
“Zamanın gerisinde” kalan hiçbir yönetim, hiçbir toplum varlığını sürdüremez çünkü.
Abdülhamit de bütün zekâsına rağmen çağın gereklerini tam kavrayamadı, kavradıysa da korkuları bunları kendi ülkesine taşımasına engel oldu, fotoğrafçılığı çok sevmesine rağmen fotoğraftan bile korktu.
Gelişmelerden ve yeniliklerden o kadar korkmasa belki de hiç yıkılmazdı ve tarih başka türlü yazılırdı.
Ama korktu işte.
Modern Türk tarihinin yazılmasında büyük etkisi olan İttihatçılar, Abdülhamit’i Osmanlı tarihinin en kanlı, en akılsız padişahı olarak tanıttı daha sonraki kuşaklara.
Deli İbrahim’e “akılsız”, öz oğlunu boğduran Kanuni’ye “vahşi” demedi ama bu sıfatları Abdülhamit’e layık gördü.
İttihatçılar, “siyasi bir rakip” olarak gördükleri Abdülhamit’i “en korkunç padişah” ilan ettiler ama onun neredeyse bütün korkularını devraldılar.
O korkular, İttihatçılardan da Cumhuriyet’e geçti.
Bu Cumhuriyet’in kuruluşunda “korku” kuvvetli bir yer buldu kendine.
“Türk” olmayan her “unsur” bir tehdit olarak görüldü Cumhuriyet tarafından.
Kürtler, Ermeniler, Rumlar hep “kuşkulu” bakılması gereken insanlardı.
Halife’yi deviren İttihatçılar ve hilafeti kaldıran Cumhuriyet, İslâmı hayat tarzı olarak gören Müslümanları da “kuşkulular” listesine aldı.
Biz Cumhuriyet’in seksen yılını “Abdülhamit’in korkularını” daha küçük ölçeklerde yaşayarak geçirdik.
Hep bölünme, parçalanma, yok olma endişelerini yaşadık.
Üstelik Müslümanlara güvenen ve onların desteğini alan Abdülhamit’in tersine Müslümanları da tehlikeli gördük.
Korku bizi zayıflattı, “bölünmekten hep korktuk” ama aslında hiç “bütün” olamadık, Kürtleri, Ermenileri, Rumları, Yahudileri ve yüzde doksanının Müslüman olduğu söylenen ülkede Müslümanları, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal parçaları haline getiremedik.
Onları “devletin” ve o devletin “asli millet” olarak gördüğü “azınlığın” dışında bıraktık.
Böyle sakat bir yapının gürbüzleşmesi mümkün değildi, gürbüzleşemedik, zebun olduk.
Şimdi Türkiye yeni bir dönemin eşiğinde.
Sarayı, padişahı, “bir azınlık iktidarı” olmayan bir imparatorluğun “birlikte yaşama alışkanlığını” hayata geçirebiliriz, bir ırka, kan bağına dayanmayan, bu ülkenin her ırktan, her inançtan vatandaşlarının eşit olduğu, kimsenin kimseden korkmadığı, bir müminin genelkurmay başkanı, bir Kürdün cumhurbaşkanı, bir Ermeninin başbakan olabileceği “modern bir imparatorluk” olur bu.
Başkalarını esir alan, baskı kuran, sömüren eski usul bir imparatorluk değil de, imparatorlukların kültür, din, dil, inanç zenginliğini taşıyan, eşitliğe dayalı modern bir cumhuriyet.
Bugün yaşanan bütün bu “açılımlara”, eski bir imparatorluk kültürünün “modern bir cumhuriyet” biçiminde yeniden doğuşu olarak bir bakın.
Hiç hissetmediğiniz bir güveni, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi, Ermenisi, Rumu, Yahudisi, Sünnisi, Alevisi, dindarı, dinsiziyle hep birlikte hissedebilirsiniz belki de.
TARAF