Sapmalara (bidatlara) karşı tavır

Hayrettin Karaman

Geçmişte ve günümüzde bid'at mevzûunda iki aşırılık göze çarpmaktadır.

Birincisi bid'atlerle mücâdelede ifrat:

İbn Hazm, İbn Teymiyye, Muhammed b. Abdulvehhâb gibi âlimler, Vehhâbîler, Kadızâdeliler, Üstüvânîler gibi gruplar müslümanları sünnet yolunda birleştirmek ve bidatları ortadan kaldırmak için mücâdele bayrağını açmışlardır. Ancak mücâdelede usûlleri çok sert ve kırıcı olduğu için müsbet netice alamamış, bidatçıların taassubunu körüklemiş, birleştirmek yerine ayrılmalara, sünnete bağlamak yerine ondan uzaklaşmalara sebep olmuşlardır. İslâmî terbiyede, iyiyi emir ve kötüyü yasaklamada esas, kaş yaparken göz çıkarmamak, bir avuç pirinç için bir çuval bulguru zâyi etmemektir. Geniş kültürü ve tecrübesiyle Kâtip Çelebi bu mevzûuda eskimez sözler söylemiştir:

'Ancak şunu söyleyelim ki, bütün bu bidatlar halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bidat bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk alışıp âdet edindiği işi, eğer sünnet, eğer bidattır, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikatta olan bidatlar için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bidatlar hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vâizler nice yıllar kendini verip halkı bir bidattan döndüremediler.

İmdi halk âdetini bırakmaz, her ne ise Allah'ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslâmların düzenini korumak ve İslâmlığın şartları ve esaslarını halk arasında saklamak lâzımdır. Vâizler genel olarak halkı sünnete rağbetlendirmek ve onları bidattan uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatle yetinince üzerlerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Tanrının elçisi (s.a.) üzerine düşen yalnız bildirmektir, tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası bu yolda derinleşmek ve ince elemek faydalı değildir. Zira Peygamberimizin (s.a.) zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini sünnete uydursalar ve araştırsalar, sünnetten çok uzaklaşmış bulunur. İnsaf edip herkes kendisini yoklasa, sünnete uymakla hiç ilgili bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan işler ve sözler hiç bir yoldan bidattan sıyrılmış değildir...' (Kâtip Çelebi, Mizânu'l-Hak, İst. 1972, s. 65).

Meşrûtiyettten Cumhuriyete geçiş yıllarında bir hurâfe edebiyatı furyası başlamıştı, sonradan Günaltay soyadını alan ve başbakan olan müderris (Prof.) M. Şemseddin yazdığı bir kitabın adını 'Hurâfâttan Hakikata' koymuştu. M. Akif, Ahmed Naim, Aksekili Ahmed Hamdi gibi İslâmcılar da bid'at ve hurâfelerden arındırılmış bir dini anlatmak ve yaşatmak için çalışıyor, yazılar yazıyorlardı. Bu arada, bid'at ve hurâfelere din sosyolojisi ve eğitimi açısından da bakmak gerektiğini, halkın eline eğitim ve öğretim yoluyla sağlam bir din inancı ve pratiği verilmediği takdirde, bid'at ve hurâfelerle mücadelenin din hayatı bakımından kötü sonuçlar da verebileceği tezini savunanlar da vardı. Eskilerden Kâtip Çelebi'nin, yenilerden Yahya Kemal'in buna benzer tezlerine karşı A. Naim gibi zatlar tasfiyeyi savunuyorlardı.

İkincisi bidatçılığa karşı aşırı müsamaha:

İslâm âlim ve mürşidlerinin, çevrelerinde yaygın binlerce bid'at ve hurafe karşısında sükût etmeleri, küçük bir menfâat kaybını, basit bir ferâgatı göze almamaları bid'at mevzûunda ikinci aşırılığı teşkil etmektedir. İleri sürülen mâzeret 'fitne' ihtimalidir. Ancak bu tâbirin mefhumu üzerinde durmak gerekir. Fitne nedir? Şahsî menfaatlerin azalması, dünyevî dostlukların zâil olması, şöhretlerin gölgelenmesi.. irşadı durduracak fitneler midir? Kanaatimizce bunlar ve benzerleri; yani zararı şahsî olan ve maddî menfaate dokunan neticeler mürşidler için mâzaret teşkil edecek fitneler değildir. Fitne İslâm'a ve İslâm cemaatine zarar verecek, onları birbirine düşürecek, birliği ve beraberliği sarsacak, az fayda karşısında çok zarar getirecek davranışlar, hâdiseler ve neticelerdir.

YENİ ŞAFAK