Telaffuzu bile komik ancak sonuçları itibarı ile trajik bir girişim olan Şapka İnkılabı 88. yılına girdi. M. Kemal’in çıktığı ender yurt gezilerinden birisinde ilan edilmişti bu traji komik Inkılap...
Sivas kongresinde ateşli bir Mümin edasıyla yaptığı aldatıcı konuşmadan sonra Mazhar Müfit’e hal ve şerait şu an böyle konuşmamızı gerektiriyor demişti M. Kemal.
İşte o hal ve şeraitin değiştiği günler gelmiş milletin en temel değerlerini ters yüz etme vakti gelmişti.
Yıl: 1925
Aylardan Kasım. M. Kemal arkadaşlarıyla geçirdiği bir seyyar sofra gecesinden sonra İnebolu’ya gelir:
“Fena uyumuştum. Sinirli ve rahatsızdım. İnebolu’da halk toplantısına gittiğim vakit simsiyah kalabalık bulunca sinir gerginliğim büsbütün arttı. ‘Nedir bu milleti bu geriliğe mahkum etmek? diye düşünüyordum. Söze başlamadan önce su içmek istedim. Elim titredi, bardağı güç tuttum. Bu da bende şiddetli bir tepki yarattı. Bildiğiniz konuşmayı yaptım ve başımdakini halka göstererek:
- ‘Bunun adına şapka derler’’ dedim. (Falih Rıfkı Atay. Çankaya s.f. 547)
M. Kemal 1925 Kasım’ında ilan ettiği meşhur şapka ınkılabını bu sözlerle anlatıyordu.
Peki bu ınkılabı gerekli kılan unsurlar nelerdi?
M. Kemal’den dinleyelim:
“Cahil gaflet ve taassubun terakki ve temeddün düşmanlığının alameti farikası gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle türk milletinin heyeti içtimaiyyeden zihniyet itibarı ile de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lazıme idi…” (Nutuk. S.f 541)
Bu sözlerle yetinmiyor Ulu Önder!!! ve devam ediyor:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı, medenîdir. Tarihte medenîdir, hakikatte medenîdir. Fakat ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum; medenîyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle medenî olduğunu ispat ve gösterme mecburiyetindedir. (...)
Medenîyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile, yaşayış tarzı ile medenî olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Nihayet medenîyim diyen Türkiye’nin hakikaten medenî olan halkı, baştan aşağıya dış görünüşüyle dahi medenî ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdur. Bu son sözlerini açık ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolaylıkla anlasın. Bu izahatımı yüksek topluluğunuza, tüm topluluğa bir sualle yöneltmek istiyorum. Soruyorum: Bizim kıyafetimiz millî midir? Bizim kıyafetimiz medenî ve uluslararası mıdır? Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz, altı kaval üstü şişane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millîdir ve ne de uluslararasıdır. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu, arkadaşlar? Böyle nitelendirilmeye razı mısınız, arkadaşlar? Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak dünyaya göstermekte mâna var mıdır? Bu çamurun içinde cevher gizlidir, anlamıyorsunuz, demek doğru mudur? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak elzemdir, tabiîdir. Cevherin muhafazası için bir kap yapmak lâzımsa onu altından veya plâtinden yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında tereddüt doğru mudur? Bizi tereddüde sevk edenler varsa onların ahmaklık ve kalınkafalığına karar vermekte hâlâ mı tereddüt edeceğiz? Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp diriltmenin yeri yoktur. Medenî ve uluslararası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kıravat, yakalık, ceket ve elbette bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta kenarlıklı serpuş. Bunu açık söylemek isterim: Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!” (Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Şapka Devriminde Kastamonu ve İnebolu Gezileri, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ank. 1975, s.f 101)
Bunlar, 2013’te yani tam 88 yıl sonra bile Atatürk’ünden ayrı düşmemek adına benzer söylemlere yaslanarak islamın açık ve kati emri olan tesettüre savaş açanlardan duyduğumuz sözlerin aynısı.
Hepsi de hakikaten Ulu Önderlerinin tam manası ile izindeler...
Şapka ile başlayan müthiş medenileşme çok geçmeden meyvelerini verdi. Çarşaflı kadın ve kızlar yerini bikinili “Medeni” hanımlara terketti ve Keriman Halis dünya güzellik kraliçesi seçilerek milli iftiharımız! oldu.
Kurtarıcımız olduğu söylenen ‘zat’ kurtardığı milletin kıyafetini ve tavrını vahşi görüyordu:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranışın mâna ve anlamı nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi lâzımdır.” (Yıl: 1925 . Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları.Cilt II, S.f. 217)
Yıl 2013 ve halen bu medeniyet rüzgarına direnerek vahşi! olmakta ısrar edenler var. Ne garip.
Medeniyetin zirvelerine doğru yolculuğumuz başlamıştı.
Çamurun içindeki cevheri gören M. Kemal ve kadrosu, bir çırpıda mağduriyetler ve mahrumiyetler içinde kıvranarak mahvolan Türk insanını medeni alemin bir parçası yapıvermişlerdi.
Sahip olduğu olağanüstü yetkilere dayanarak tatbik ettiği kanunları basit kelime oyunlarıyla açıklamayı adet edinen M. Kemal, şapka giymeyi uygun görmeyenleri cahil, gafil ilan etmekle yetinmiyor, aynı zamanda fetva makamlığına da soyunuyordu:
“Buna, uygun değil, diyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz. Ve onlara sormak isterim: Yunan serpuşu olan fesi giymek uygun olur da şapkayı giymek neden olmaz? Ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel elbisesi olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?’’ (Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Şapka Devriminde Kastamonu ve İnebolu Gezileri, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ank. 1975, s.f 101)
“Özkardeşiniz, babanız, arkadaşınız gibi söylüyorum’’ diyen adamın sırf bu sebeple binlerce idam fermanını imzaladığı günleri görmek içinde fazla beklemek gerekmedi.
Ülkenin her yanında patlak veren isyanlarda Türkiye Halkı, kelime oyunlarıyla süslenen ve adına ınkılap denen bu uygulamayı İslam’a, örfe, ahlaka, tarihe ve millete ihanet olarak nitelendiriyordu.
Halk şapka Inkılabına karşı direniyordu. M. Kemal’de halka karşı.
Halkın hissiyatı, namus anlayışı ve dini hassasiyetlerinden rahatsız olan M.Kemal:
“Seyahatim esnasında köylerde değil, bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarz, kendileri için mutlaka azap ve ıstırabı gerektirdiğini tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok iffetli ve dikkatli olduğumuzun gereğidir. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve anlayışlı insanlardır. Onlara ahlâka ait kutsal kavramları telkin etmek, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlikle donatmak esası üzerinde bulunduktan sonra fazla bencilliğe lüzum kalmaz. Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.” diyordu. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Cilt II, Sf. 211)
Her despot gibi O da emirlerini kutsal addetmekte idi ve uymayanlara karşı ölüm seçeneğini asilerin önüne koymakta hiç tereddüt göstermedi.
Mart 1931 tarihli Son Posta Gazetesi, İstiklâl Mahkemesi cellatlarından biri olan Cellat Kara Ali ile bir röportaj yapar. Orada Kara Ali, “İstiklâl Mahkemesi’nin kararına istinaden astığı insanların toplam sayısının 5 bin 216 olduğunu, bunlardan 3 bin küsurunu yalnızca Konya ve civarında astığını” dile getirir.
O günlerde olup bitenler karşısında kalabalıkların şaşkınlığını dönemin yazarlarından C. Amstrong’ta şöyle yansıtmaktadır.
“Halkın şaşkınlıktan soluğu kesilmişti. Amerika Birleşik Devletleri başkanı ya da İngiltere kralı mahkum elbisesiyle halk içine çıksa halklarına ancak bu kadar etki yapabilirlerdi. Sıradan bir Türk için şapka, canavarlığın damgası, iğrenç melun (şeytan) ve Hıristiyanların ve de yabancıların simgesiydi.
Bütün ülkeden büyük bir öfke homurtusu yükseldi. Pazara gelen köylüler fesleri başlarından çekilip alındığında karşı koydular. Başı açık biçimde eve dönmek bir Müslüman için oldukça gurur kırıcıydı. Korkunç fiyatlarla o nefret ettikleri şapkaları satın almak zorundaydılar.
Karşı koydular. O melun şapkaları almaycaklardı. Sivas’ta Erzurum’da Maraş’ta ve diğer bir düzine kentte galeyan halindeki kalabalıklar memurları taşladılar. Bu Ankara’nın şeytani hükümetinin mukaddes dinlerine karşı bir başka saldırısıydı. Kur’an ve Peygamber kenarlı başlığı yasaklamıştı.
İzmir civarındaki bir köyün halkı, ülke dışına çıkarılmış bir Ermeninin kapalı duran dükkanında çok büyük miktarda kadın şapkası bulunduğunu keşfettiler. Tüyleri kurdeleleriyle ve bütün o süsleriyle birlikte kapıştıkları bu kadın şapkalarını başlarına geçirdiler.
Eski melon şapkaları, eski moda hasır şapkaları, karılarının beceriksizce diktiği kumaş şapkaları, çarçabuk Avusturya’dan ithal edilen şapkaları, kısacası gazinin emirlerine uyan, onları hapishanelere düşmekten, dayaktan, celladın ilmeğinden koruyacak olan, kenarlı ne buldularsa başlarına giydiler.” (C. Amstrong. Bozkurt s.f. 186-187)
28 Kasım 1925 yılında yasalaşan ve halen geçerliliğini koruyan ama kimsenin uymadığı ve ne hikmetse ceza-i müeyyidelerinin de uygulanmadığı şapka ınkılabı, Türkiye halkının canını fazlaca yakan keyfi ve ceberrut uygulamalardan birisi olarak tarihteki karanlık yerini çoktan aldı.
1925 Kasım’ında 671 Nolu yasayla yürürlüğe giren ’’Şapka İktizası Hakkında Kanun”un bugünde halen geçerliliğini koruyor olması bir utanç vesilesidir. Hem de mevcut anayasada İptal edilmesi teklif bile edilemeyecek kanunlar arasında yer alarak...
O zorlu günlerde milyonları Yahudi ithalatçılara akıtarak, fakir milleti böyle bir boyunduruğa zorlayan sebepler nelerdi acaba?
Başta İtalya, Fransa ve Avusturya olmak üzere Avrupa ülkelerinden ithal edilen şapkaları alamayan memurlar için özel krediler veriliyordu. Köylüler içinse durum maddi açıdan da tam bir felaketti.
İyi ama bu ısrar ne içindi?
Fransa’da 5-10 Frank olan şapkalar, Türkiye’de 120 Franka satılıyordu.
M. Kemal ve ekibini kendi halkını manen ve maddeten bu kadar şiddetli bir kuşatmaya iten unsur ne olmuştu?
Hamasi nutukların ötesine geçip hakikat arayışına soyunanlar, elbette fikir namuskarlığıyla bu ve benzeri sorulara olaylar ve kişiler ekseninde makul cevaplar bulabileceklerdir.
M. Kemal’in fikir fedailerinden Falih Rıfkı:
“Müslümanlar Hıristiyanın iyisine ‘makul kefere’, kötüsüne gavur, beterine şapkalı gavur derlerdi.“ (Çankaya. s.f. 541) diyor.
Yani kendi efendisini tarif ediyor.
Bize düşende ‘Şapkalı Gavur’un’ sehpalarında sallanan sarıklı mazlumların davasını sahiplendiğimizi göstermekten geri durmadığımızı her fırsatta haykırmak olmalıdır.
Araştırmalıyız, öğrenmeliyiz, anlatmalıyız yüzbinlerce ‘can’ın bir diktatörün keyfi için nasıl ölümlere yollandığını...
Hasılı beş para etmez gerekçelerle millete dayatılan bu ucube icraatın Inkılap mı? İhanet mi olduğunu yüksek sesle sormalıyız kendimize ve zulmün takipçilerine...
Sormazsak ne olur diyenlere ve nemelazımcılara cevap ise yine M. Kemal’den:
“Gerici düşünceler güdenler belli bir sınıfa dayanacaklarını sanıyorlar; bu kesinlikle bir kuruntudur, zandır. İlerleme yolumuzun üstüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik yolunda duracak değiliz. (Mustafa Baydar, Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, İstanbul, 1981. s.f.42 )