Hatırlanacağı üzere Macaristan'da 2006-Eylül ayında Sosyalist Parti'den Başbakan olan Ferenc Gyurcsany, kendilerini yeniden iktidara getiren seçim zaferinin ertesinde partisinin üyelerine yaptığı konuşmada şöyle demişti:
"Az kalsın ölecektim, çünkü geçen 18 ay boyunca sanki iktidar elimizdeymiş gibi numara yapmak zorunda kaldım. Ülkeyi yönetmek yerine, gece gündüz yalan söyledik." (Sezin Öney, Taraf, 21 Temmuz 2008)
Bu övülmeye değer ahlaki cesaret örneğidir. Macar siyasetçi "iktidar" ile "muktedir" olma arasındaki farka işaret ediyordu.
Kendimize soralım: Macar siyasetçinin söyledikleri Türkiye'deki mer'i siyaset için ne kadar geçerli? Bu sorunun cevabını herkes, ama en başta siyasetçiler ve bu arada iktidarda olduğunu zanneden siyasetçiler kendi vicdanlarında vermelidir. İçinden geçmekte olduğumuz süreci tersyüz etmenin, hakikati olduğundan başka biçimde göstermenin kime, ne faydası var? Bazan dışarıdakiler resmi çok daha net görebiliyorlar. Türkiye'deki siyasi gelişmeleri yakından takip eden uzmanlar, ülkenin 14 Mart'tan bu yana fiili bir müdahale içinde olduğunu söylüyorlar. Bu seferki, kaba ve postmodern de değil, çok daha sofistike, çok daha rafine bir müdahale söz konusu. Müdahalecilerin yöntemleri ve enstrümanları hiç bitmez.
18,5 milyon seçmenin iki partisi (AK Parti-DTP) kapatılmak isteniyor. Özellikle iktidar partisinin kapatılma tehdidi altında olması bütün işlerin rölantiye alınmasına yol açmış bulunmaktadır. Şimdi herkesin temennisi ve beklentisi kapatılmaması. Zannedilmesin ki, kapatma davası reddedilecek olsa her şey düzelecek, sivil siyaset güçlenecek ve siyasetçiler göğüslerini gere gere "Bakın yargılandık ve aklandık, kaldığımız yerden yola devam edelim" deyip sahiden yollarına devam edebileceklerdir. Tabii ki öyle diyecekler, ama bu ne kadar inandırıcı olacak!
Hayır, isteyen siyasetçi kendini kandırabilir, biz kendimizi kandırmayalım. Böyle olmayacaktır. AK Parti kapatılmayacak olursa Gökhan Özgün'ün deyimiyle "affedilecektir." "Yok yere suçlanan bir parti, yok yere affedilmiş olacak", yani minnet altında bırakılacak, "Hadi aslanım, kıyağımızı aklından çıkarmadan yoluna devam et" denecektir. Bir kabadayı, kavgada kahramanlığını anlatırken şöyle demiştir: "Ona öyle bir yumruk salladım ki, bir anda kendimi onun altında dayak yiyor gördüm, suratımdaki yara berelerin sebebi budur!" Bundan sonra, "siyasette kabadayılık imajı" dayak yiyenin kahramanlığını övmesinden ibaret olur ancak. Bir siyasi parti için bundan daha trajik bir şey olamaz.
Yine zannedilmesin ki, hakim güçlerin affettiği bir parti, sahiden "muktedir" olup iktidar olabilecektir. Hayır, bugüne kadar hep olageldiği gibi davul sırtında tokmak başkasının elinde işin amelelik kısmını icra etmeye devam edecektir. Tokmağı/nimeti sorumsuzlara, davulu/külfeti siyasilere veren 1982 Anayasası'dır, bunu değiştirmedikçe siyasiler davul taşımakla yetinecek ve iktidar olduklarını zannedeceklerdir. Tabii ki bu arada küçük bir zümre icra ettiği hizmetin karşılığını alacak, bazı ihaleler dağıtılacak, bayındırlık faaliyetleri devam edecek. Ama hiçbir şekilde bu siyasetin sivilleşmesi anlamına gelmeyecektir.
Sorun kamil manada bir hukuk devleti olma sorunudur; herkes için daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha çok katılım ve adil gelir bölüşümün sağlandığı bir ülkede yaşamak.
Demokrasi dışı güçler, yakın tarihimizde hiç olmadığı kadar güç kazanmış, güçlerini tahkim etmiş durumdalar. 2003 ve 2004 yıllarında var olan siyasi, toplumsal ve uluslararası konjonktür siyasetçilerin önüne altın tepsi içinde bir fırsat sunmuştu. O tarihlerde köklü reformlar yapılabilirdi, ayağa gelen tarihî fırsat kaçırıldı. Ama elbette bir ülkenin hayatı üç beş seneden ibaret değildir. Hâlâ AK Parti, bu ülkeye gerçek bir çıkış yolu gösterebilir. Bunun için büyük bir ruha sahip olmak gerekir. Bu ruh tek bir kişide değil, liderden seçmenine kadar herkese yayılmış olması lazım. Ancak bu ruhla "sanki iktidar"dan "muktedir olanların iktidarı"na geçilebilir.
ZAMAN