31 Mart’tan 23 Haziran’a nasıl da büyük gerilimler, amansız stresler içerisinde sürüklendik!? Hayır, hiç kimse Yüksek Seçim Kurulu’nun gerekçeli kararına atıflar yapmaya, çalınan oyların hesabını sormak için seçim tekrarının zaruretine, üst aklın kuşatmasına, hızla yaklaşan küresel kumpasa, ancak yerli ve milli vicdanların görebildiği en büyük resme filan müracaat etmeye kalkışmasın. Ortaya çıkan tablo bütün bunları ve benzeri mazeretleri güçlü bir biçimde yalanlıyor, çürütüyor ve sahiplerinin yüzlerine çarpıyor çünkü. Kimi inatçı muzip çocuklar gibi “acımadı ki, acımadı kii” diyerek bozuntuya vermediğini zannetse, kimileri İstanbul’un kaybına olabildiğince acıklı sözler eşliğinde “üzülmedim ki, üzülmedim kii” tarzı arabesk tepkiler verse de İstanbul’da net, sarsıcı ve telafisi çok güç bir mağlubiyet yaşanmıştır.
Hemen başta söyleyelim; AK Parti açısından 31 Mart’ta seçimi kaybetmekle 23 Haziran’da kaybetmek arasında 13 binden 800 bine çıkan devasa oy farkı yok sadece. Siyasi ve ahlaki üstünlüğünü çok ciddi bir biçimde aşındırmakla beraber AK Parti, CHP ve İYİ Parti ittifakı nezdinde her ne kadar epeyce revize edilmiş olsa bile lanetli bir ideolojiyi, köhnemiş bir mantığı da tekrar umut kapısı haline getirmiştir maalesef. Kendi kurucu değerlerine yabancılaşma ve kurucu kadrolarına düşmanlaşma trendi ahlaksız troller tarafından bir kahramanlık destanı gibi ne kadar yıkanıp yağlandıysa da toplumdaki kredibilitesini epeyce örselediği bundan daha aşikâr hale gelemezdi herhalde.
Duygusallığı Bırak, Önüne Bak!
31 Mart seçimlerinde AK Parti’nin kaybettiği Ankara, Antalya, Erzincan, Ardahan, Artvin, Bilecik, Sinop, Burdur, Bolu, Kırşehir, Amasya, Kastamonu, Karaman, Çankırı ve Bayburt gibi 16 şehrin arasına 23 Haziran’da tekrarlanan seçimle İstanbul’un da katılmış olması köklü bir muhasebenin, esaslı bir hesaplaşmanın ertelenemez olduğunu işaretliyor. AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin geride kaldığını belirterek, “Liderini, tabanını ve gönlü İstanbul'da olan milyonları üzenler için de muhasebe ve muhakeme dönemi” türü değerlendirmeleri kast etmiyoruz elbette. Çünkü bu tür “dostlar alışverişte görsün” kabilindeki isimsiz, adressiz çağrılardan hiçbir zaman sadra şifa olacak bir muhasebe de muhakeme de çıkmaz, çıkamaz. Ne siyasal stratejinin yanlışları sorgulanıyor ne de söylem ve temsilde sergilenen itici, ötekileştirici ve öfke doğuran sapmalara dair bir özeleştiri çağrısı yapılıyor çünkü.
Ne oldu beka sorunu teşkil eden şu Pontus ruhu? Fetö ve PKK’nın projesi şimdi halktan onay mı almış oldu? Seçim sonucuna bakarak İstanbul halkı yerli malı Sisi’ye destek çıkarak Fethi tersine çevirdi diyebilecek miyiz? İmamoğlu’nun kravatından tespit edilen Yunan aşkı, Yunanistan medyasından devşirilen Karadeniz’de bir Pontus megali-ideali, Rauf Denktaş heykelinden uydurulan Makarios sevdası üzerine haftalar boyunca döktürülen tehdit analizlerini bir anda unutup “demokrasi kazandı” moduna geçmek epeyce tuhaf ama paşa gönlünüz için razı olalım bari. Çünkü yeni sefer-görev emrine göre şimdi duygusallığı, kazandı-kaybetti tartışmalarını geride bırakıp önümüze bakmamız gerekiyormuş. Önümüze bakarken hareketimizin “yenilgi yenilgi büyüyen zafer” düsturundan bir milim olsun sapmamamız ve asla yeise kapılmamamız gerektiğini, elimizde bulunan biri sürü % 52-53 bandındaki galibiyetle yolumuza devam edeceğimizi müjdeliyor polit-büro temsilcileri. Hatta iş dört yıl boyunca seçim sandığı yorgunluğuna düçar olmayacağımızı bilmenin mutluluğunu yaşayacağımız müjdesiyle şükretmemiz gerektiğini telkin etmeye kadar varıyor.
Önemli Değil, Yola Böyle de Devam Edersin!
AK Parti, son dönemde birkaç gün içerinde birbiriyle çelişen hatta çatışan birkaç cümlelik beyanlarla kamuoyunu istediği gibi şekillendirebileceğini zannedecek kadar toplumdan kopma noktasına doğru savruldu. Kürt sorununa ilişkin yaşanan tartışmalar trajikomik bir çelişkiler yumağına dönüştü. CHP ve İYİ Parti’nin yanına Saadet Partisi’ni de katarak HDP’yle, Kandil’le ilişkilendiren söylemlerin ardına İmralı’nın mektubu, Abdullah Öcalan’ın tarafsızlık çağrısı, Osman Öcalan’ın TRT’ye çıkarılması ve nihayet Neçirvan Barzani’nin de en dar zamanda bu kadraja sokulması izahı ve telafisi imkânsız bir panik havasının toplum nezdinde alay konusu olmasına sebebiyet verdi. ‘Gazi Paşa Atatürkçülüğü’ne sarılmanın, MHP’nin Türkçülüğüyle yarışan yerli ve milli keskin duruşun telafisi için birkaç jesti, bir iki pozu yeterli sanmakla AK Parti belki de tarihinin en büyük yanılgısını yaşadı.
Murat Alan, Yavuz Selim Demirağ ve İdris Özyol gibi gazetecilere öldüresiye saldıran şehir eşkıyalarının arka kapıdan salınması merkez medyada görülmemiş olsa da “eski Devlet refleksi geri mi dönüyor?” sorusu etrafında toplumu esaslı bir tedirginliğe sevk etti. “Arpalık” görüntüsü vermekten hiç imtina edilmeden kamu bankalarının yönetim kurullarına atanan eski siyasetçilere ilişkin haberleri okuyunca doğal olarak emekli generallerin bu vazifelere atandığı dönemlerde neler yaşadığımıza dair nostaljik olmayan dönüşler yaşadık. Ali Şükrü Bey’in siyasi ve ahlaki çizgisine sırt çevirip Topal Osman’ın gayrı meşru mirasından medet umma gafleti hukuku paspas eden, basın-yayın özgürlüğünü gölgeleyen, yolsuzluk ve yoksullukla mücadeleyi karikatüre çeviren bir siyasal iktidar görüntüsünü güçlendirdi tabii ki.
Eşe dosta kurdurulan, etrafından kayda değer bir toplumun dahi bulunmadığı, ne ilmi ve fikri ne de sosyal ve siyasi açıdan katma değer üretebilen tabela vakıflarına, derneklerine yerel yönetimlerden imkân aktarmak, sponsorluk hizmeti adı altında kamu ve özel şirketlerden kaynak aktarmak israf, şatafat, haksız kazanç, iltimas gibi eleştirileri öfkeye dönüştürmekten başka bir işe yaramadı. Geçmişten bugüne askeri darbelere zemin hazırlamak başta olmak üzere her türlü provokasyona girişmiş Doğu Perinçek’in Vatan Partisi’yle aynı cephede olmanın değil Saadet Partisi’ni karşı cepheye itmemenin esas marifet olduğu ancak yumurta kapıya dayanınca anlaşıldı. Devlet Bahçeli’nin devlet tecrübesine ve ufuk sahibi duruşuna güvenerek “trenden adam indirme, indirilenleri trene bindirmeme” tercihi köksüz, her türlü etkiye açık ve rotası belirsiz bir muhafazakâr-demokrasi cemiyeti algısını besleyip büyüttü.
1 Kasım 2015 seçimlerini güçlü bir halk desteğiyle kazandığı halde Ahmet Davutoğlu neden hiçbir izah yapılmaksızın apar topar Başbakanlık’tan istifaya zorlanmıştı? Neden Kadir Topbaş, Melih Gökçek, Recep Altepe ve Edip Uğur’un hiçbir adli ve idari soruşturma olmaksızın istifaları istenerek kötü bir siyasi gelenek başlatılmıştı? Yoksa ilim ve hikmet sahibi olması bakımından Diyanet’in gördüğü görebileceği en değerli Başkanı Mehmet Görmez’i ahlaksız troller eliyle itibarsızlaştırmaya kalkışıp süresi dolmadan kenara çekmek AK Parti’ye olan güveni sarsmadı mı zannediliyordu? Sonuç birkaç teşkilatın yanlışından, bürokrasiye iyiden iyiye egemen olan liyakatsizlik sorunundan, ahlaksız trollerin ürettiği huzursuzluktan ibaret değil ama zülfü yâre dokunarak yazıp konuşabilecek miyiz bunları?
Kenan Alpay’ın Yeni Akit gazetesindeki köşesinde yayınlanan bu yazısı yazarımız tarafından sitemiz için genişletilmiştir