Şahsiyetimizi “Heva”dan Kurtarmak!

ZEHRA TÜRKMEN

Batı, Rönesanstan bu yana individualizmi/bireyciliği temel edinerek oluşmuş ideolojik bir medeniyettir. Batı’nın ben-merkezci telkin ve azgınlıklarına kendi sistemi içinden gelen tepki kolektifçi-komünal eğilimleri oluşturmuştur. Ancak bunlar da, sınırlı insan aklının ürettiklerine dayanmıştır. Sosyalist diyalektiğin insanı içine ittiği kolektifliğin de, liberalizmin kişinin egosunu mutlaklaştıran bireyciliğin de hedefi, fıtratı yaratan Mutlak Tasarımcıyı hayatın dışında bırakmaktır.

Batı, tarım toplumunda “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diyen Firavun’un ilahlık hırsını, sanayi toplumunda kışkırtıcı ve tuğyana yönelen bir özgürlük anlayışı ile tüm bireylerine yaymıştır. Avrupa’da küçük tanrı olma yolundaki birey, aslında kendi ben-merkezciliği içinde egemen tanrıların yani sermayedarların veya bürokrasinin ilahlaşmasına hizmet eden kapitalizmin gönüllü köleleri veya tüketicileri olmuştur.

Allah insanı yaratmış ve onun nefsine iyiliğe ve kötülüğe yönelme özellikleri vermiştir. Yani bu boyutuyla insan iki yönlüdür diyebiliriz.  Kur’an insanın bu iki yönünü takva ve fücur olarak ifade eder.  Eğer kişi iradesini doğru yönlendirirse takvaya, şeytanın istekleri doğrultusunda yönlendirirse fücura ulaşır.

Rabbimiz özellikle nefsin fücurunu ifade etmek için Kur’an’da çoğu kez fücur anlamında  ‘heva’  kavramını kullanmıştır. Heva kelimesinin sözlük anlamına baktığımız zaman; istek, arzu, tutku, heves, şehvet gibi duygulara yoğun bir eğilim ve insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz davranışların adı olarak tanımlanır.  Yani heva, insanın kendi nefsanî duygularının esiri olması, vahye ters düşen her türlü düşünce, duygu ve davranıştır diyebiliriz.

Rabbimiz Casiye Sûresi 23. ayette şöyle buyurmaktadır: “Arzu ve heveslerini ilah edinmiş, bilgisine rağmen Allah’ın da kendisini sapıklıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiş olduğu kimseyi gördün mü? Şimdi artık Allah’tan başka, onu doğru yola kim getirebilir? Hala düşünmeyecek misiniz?”

Ayeti kerimede de çok açık bir şekilde ifade edildiği gibi insan kimin istek ve arzularına göre hareket ederse ona kulluk ve ibadet etmiş olur. Kendi nefsinin istek ve arzularına uyan kimse kendini ilahlaştırır, şeytanın arzularına uyan ise şeytanı ilahlaştırır. Ve Rabbimiz Casiye Sûresi’nde geçtiği gibi Kur’an’ın bir çok ayetinde şeytana ve kendi nefsimize kulluk etmemek, heva ve heveslerimizin kurbanı olmamak konusunda bizleri uyarmaktadır.

Nefsine tapan ve onun ilahı olan insan yaptığı bütün işlerin doğruluğunu ve meşruluğunu Allah’ın ölçülerinden değil, nefsinin o şeyi ona hoş gösterip göstermemesinden almaktadır. Böylece insan nefsini ve aklını kutsallaştırır ve Allah’ın koyduğu yasaları dışlayarak her zeminde kendisini kanun koyucu olarak belirler. Yani nefsini adeta firavunlaştırır. Tıpkı Rabbimizin Naziat Sûresi 17. ayetinde “Firavuna git, çünkü o azdı.”  şeklinde belirttiği gibi Firavunlaşan insanın otorite olarak Rabbini tanımadığını, kendi güç ve sistemini yücelttiğini vurgular.

Heva ve hevesinin kurbanı olan insanın şöyle özetleyebiliriz:

-         Kişinin her zaman kendisine kulluk etmesini emreder.

-         Nefsin haram olan isteklerini helal gibi telakki eder.

-         Bencillik duygusunu körükler. Yani insan davranışlarını ben merkezli hale getirir. Özellikle modern hayat “sen her şeye layıksın, canın ne isterse yaparsın” gibi söylemlerle insana bencillik duygusunu empoze eder.

-         İnsan kendini fazla abartmaya başlar. Kendini abartan insan kendisinin vaz geçilmez olduğunu düşünür. Bu düşünce kibrini körükler ve böylece kibrinin kurbanı olur.

-         Kişi kendini vahiyle değil, dünyanın geçici güzellikleriyle imar eder.

-         Allah’ın emir ve yasakları karşısında kendi emir ve yasaklarıyla hareket ederek haramları helal, helalleri de haram haline getirir.

-         İzzetli insanı, aşağılanmış,  zillete düşmüş hale döndürür.

Sonuç olarak biz nefsimizi, özümüzü, yüzümüzü yeniden vahye ve fıtrata döndürmedikçe nefsimizin ve cehaletimizin kölesi olmaya mahkumuz demektir.  Çünkü kişi gönüllü olarak kimi mabud edinirse İlahı’da o olur.  Haz ve hız ikileminde ilerleyen modern hayat insanı tatminsiz hale getirmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki nefsin tatmin olacağı bir sınır yoktur. O hep yeni hazların, yeni ilahların peşinde sürüklenir. Bizim için kurtuluş ise nefsimizin kötülüklerinden arınarak, Allah’ın rızası ve onun sevgisini kazanmak için yapılan, içersine riya, şirk bulaşmamış her türlü işe yani salih amele yönelmek ve salih kullar olmayı başarmaktır.

Zira Rabbimiz nefislerimizde olanı en iyi bilendir.

“Andolsun  insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz.” (Kaf, 16)