secakirgil@yahoo.com
Ben, ’Dersim’ adını ilk kez, çocukluğumun geçtiği Samsun’un bir köyünde, ilkmekteb sonda iken işitmiştim.. Emmim, arkadaşlarına jandarma olarak yaptığı askerlik günlerine aid hatıralarını anlatırken, ’Dersim’den sözeder, ben de, hemen atlasta Dersim’i arar, ama, bulamazdım.. Birgün emmime, ’Dersim’in neresi olduğunu sordum.. Emmim, askerlik günlerinde kullandığı devlet gücünü hatırlatırcasına hışımla karşılık vermiş ve korkutmuştu beni:
’-Sussss!... Bir daha duymamayım.. Sen galiba Cumhuriyet kanunlarını duymamışsın!..’
Dersim’in ağıza alınmaması gerektiğini de, ’cumhuriyet kanunları’ denilen bir ürkütücü korkuluğun karşıma dikileceğini böylece öğrenmiştim.
Bu durumun körpe zihnimde ne gibi izler bıraktığına bakınız ki, bir daha 10-12 yıl kadar hiç ’Dersim’den sözettiğimi hatırlamıyorum ve başkasından da duymamıştım..
1965’lerde, bir gün Sivas’dan trenle Diyarbekir’e giderken, kompartmanda hapisten yeni çıkmış yaşlı bir kaçakçının Dersim’i anlatışına kadar.. O kişi, Dersim’li değildi, ama, Dersim’de yaşananları bizzat görmüştü ve o gördüklerini anlatırken, göğsünden yükselen hııçkırıklarla zayıf bedeni sarsılıyordu.. O kişi, yaşlı kadınlara, gencecik kızlara, hamile kadınlara, yalvaran çocuklara, ve hattâ ana kucağında, hiçbir şeyden habersiz 2-3 aylık bebeklere ve yürümek gücü bile olmayan yaşlı erkeklere varınca kadar, binlerce insanın nasıl kıyıma uğradığını, böylesine bir canavarlığı bir daha da görmediğini anlatıyordu..
O ’cumhuriyet kanunları’nın nasıl işletildiğini ise, okuma-yazması olmasa bile, rahmetli anamın tarlada çalışırken anlattıklarından da az-biraz anlayabiliyordum.. Dedem köyde çocuklara Kur’an okuturken, ’cenderme’ler alıp götürmüşler; cumhuriyet kanunlarına karşı çıkmaktan dolayı günlerce işkence etmişler. Bir ’uzatmalı çavuş’un devlet sayıldığı, alıp götürülenlerin âqıbetinin sorulamadığı ve ancak o ’yüksek kumandan’ların insafına kalmış böyle bir durumda, dedemin köylüleri gidip‚ ’bu kişinin aklî zaafı vardır, ne yaptığını bilmez, delidir..’ diye yemin etmişler de, öyle kurtarmışlar ve adamcağızın adının önüne bir ’deli’ sıfatı da eklenmiş böylece..
’Devlet’in de padişahlık döneminden gelme bir anlayışla, Padişah ya da Atatürk demek olduğunun tasavvur edildiği bir sindirilmiş toplum manzarasını gözönüne getirmeden bu durumu anlamak kolay değildir.. Rahmetli babam, ’Oğlum, sen bizim ailemizden dovlete karşı çıkmış birisini duydun mu hiç? Biz öyle öğrendik, Allah’dan sonra dovlet..’ derdi
SAVAŞLARDA YORULMUŞ, AÇ-AÇIK, PERİŞAN HALE GELMİŞ BİR HALKIN İHTİYAÇLARI SANKİ O ’İNKİLAP’LAR İMİŞ GİBİ..
Babama, devlet denilen kavramın ülke, halk ve yönetim mekanizması (rejim) olmak üzere, üç temel unsurdan meydana geldiğini; bu üç unsurdan ülkenin bizim, halkın da da kendimiz olduğunu anlatır; sadece yönetim mekanizmasının, halkın vermediği bir yetkiye dayanarak ele geçirmiş bir şeflerin ve kadrolarının elinde bulunduğunu ve bu zorbalığa ve haksız yönetime karşı çıkmak gerektiğini söylerdim. Babam ise, ’Oğlum, biz büyüklerimizden, hocalarımızdan böyle öğrendik .. Koskocaaa Müftü yalan mı söylüyor?’ derdi..
Biz öyle bir sosyal çevrede dünyaya geldik.. Devlet kutsaldı büyüklerimiz için.. Devlet’e itaat, Allah’a itaatten hemen sonra geliyor ve hattâ, Allah’a itaat etmiş sayılmak için, devlete itaat etmiş olmak temel ölçü olarak kabul ediliyordu.. Bu da, ister istemez, güce tapınmayı ve kişiye tapma hastalığını beraberinde getiriyordu..
’93 Harbi, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı’nın ve (daha sonraları Kurtuluş Savaşı gibi yaldızlı isimlerle anılacak olan) Yunan Harbi’nin en ağır faturalarını ödemiş, en yanık ağıtlarıyla büyümüş, aç-perişan, sefil durumda olan müslüman halk, rahat bir nefes almak umuduyla, yukarıdaki otoritelerce verilen emirlere riayet ediyordu..
Ama, halkın yeni durum ve şartlara göre yönetilmesinde su başlarını tutmuş olan yöneticiler, halkı sıkboğaz etmişlerdi.. ’İnkilap’ adına hergün bir başka zulüm tezgahlanıyordu.. Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alan Musul eyaleti, İngiliz hükûmetinin tehdidi üzerine sessizce İngiltere’ye bırakılırken, durumu gizleyebilmek için, M. Kemal, efkâr-ı umûmîyeyi, kamuoyunu, Kastamonu’da başına geçirerek başlattığı ’şapka inkilabı’yla, olan bitenden habersiz hale getiriyordu.. Ve o, ’şapka giymenin adam olmak demek olduğunu’ söylüyor, karşı çıkanlardan yüzlerce insanın kellesi uçuruluyordu. I. ve II. Meşrutiyet yıllarından itibaren tahsilli kesimler arasında zâten kullanılmaya başlanan latin harfleri ve miladî takvim de yeni ’inkilap’lar, ağırlık ölçüleri de Avrupaî ölçülere göre düzenleniyor ve bütün bunlar ’teceddüd / yenilikçilik’ dininin gerekleri olarak halka dayatılıyor, karşı çıkanları dârağaçları bekliyordu. İstanbul’daki idâmlar da, daha çok da gazete idarehanelerinin önünde yapılıyordu, halkın iyice ürkütülmesi, sindirilmesi için.. Öyle ki, bütün bir millet, yapılan sözde bir devrimle, bir gecede, tamamen okuma-yazma bilmez hale getirilmişti.. (Ki, bu durumu daha sonra İsmet Paşa, ’Biz harf inkilabı yapmadık, belki inkilabımızın harfini bulduk..’ diye özetlemişti.. Evet, bir toplumun binyılı aşkın bir süre boyunca kullandığı harfler bir gecede yasaklanmıştı..)
Bütün bunlar olurken.. Halkın rahatsızlıklarını yansıtan bir takım mahallî ve mevziî hareketler ortaya çıkınca ise.. ’Bazı hainlerin, dış güçlerin kuklalarının devlete karşı ayaklandığı’ gibi iddialarla, kitlelerin vatanseverlik duygularına hitab edilerek ve hattâ nice kutsal değerlere tutunularak yanıltmalar sağlandı.. Ki, bu gibi manipulasyonları tezgahlamak, askerî eğitim görmüş, savaş oyunları ve taktiklerini bilen ve üstelik İttihad-Terakki gibi bir entrika merkezinde yetişmiş olanlar hiç de zor değildi..
CUMHUR, CUMHURİYET DÖNEMİYLE YÜZLEŞMEYİ GÖZE ALMALI..
Diyarbekir’deki Şeyh Said Hareketi kanlı bir şekilde bastırılıp, Şeyh Said’in mezarı bile yok edilmişti.. Ülke, ’Taqrir-i Sukûn’ (Sukûnetin Sağlanması) Kanunu ile tam bir suskunluğa gömülmüştü.. Henüz yargılama safahatı metinlerinin çok az bir bölümü yayınlanabilmiş olan İstiklal Mahkemeleri, îdâm mekanizmasını ülke çapında korkunç şekilde çalıştırıyordu.. Konuşan sadece M. Kemal ve çevresi idi.. Çevresinde de, eskiden onunla birlikte olan nice ünlü komutanların, Kâzım Karabekir Paşa, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuad (Cebesoy), Ref’et (Bele), Selâhaddin Âdil ve Nuredddin Paşa’lar, herbirisi susturulmuştu..
M. Kemal’in etrafında kendi seviyesinde olan eski arkadaşlarından sadece Mustafa Fevzî (Çakmak) ve Mustafa İsmet (İnönü) Paşa’lar kalmıştı..
Birisi uygulayıcı, diğeri uygulatıcı..
Muhalefet diye kimse kalmamıştı.. Esasen, halkın sesini yükseltebilecek mecali de yoktu.. Yeni rejim de bu durumu fırsat bilerek, Şef’in kendi zevklerini, zanlarını bir tuhaf ’toplum mühendisliği’ için ve emperyalist odakların kurtuluş reçetesi olarak sundukları bir takım yenilik projelerine uygun olarak sahneye koyuyordu..
Evet, bu durum, 15 sene sürdü.. Ve, arada bir, yeni rejime itiraz mahiyetinde ortaya çıkan mahallî halk hareketleri veya ’Serbest Fırka’ kurulması ve Kubilay/ Menemen Hadisesi gibi düzmece sosyo-politik manevralarla halk iyice şaşkına döndürülmüştü.. Halk, her hareketin arkasında bir takım karanlık ellerin olabileceği kuşkusuna öylesine kapılmıştı ki, bu durum, tam da ’kemalist inkilapçılar’ın istediği yönde semereler veriyordu..
Ve o hadiseleri 1937 sonbaharında Dersim Ayaklanması takib etti..
Ki, Seyyid Rızâ, yöredeki alevî halkın lideri idi..
Eline silah alıp meydana çıkanların, karşı çıktıkları silahlı güçlerle kanlı bir savaşa girmesinde anlaşılamayacak bir durum yoktur..
Ancak, Dersim gibi, etrafındaki halk kitleleri ile, âqıdevî açıdan farklı bir noktada bulunan bir şehrin halkının öyle bir ayaklanmaya girmek zorunda kalmasının, bırakılmasının tarihî ve sosyo-politik sebebleri üzerinde derinlemesine bir inceleme yapılamamıştır..
Nasıl yapılsın ki, bu konu 70 küsur yıl boyunca konuşulamamıştı bile..
Sadece, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nin etkin komutanlarından Hava Kuv. Kom. Org. Muhsin Batur’un hatıratında yaptığı itirafa değinmek bile yetişir.. O, hatırâtında, 1936-37’lerde henüz iki aylık Harbiye talebesi iken, trenle El’Aziz’e götürüldüklerini anlatır ve hayatının o bölümünü anlatamıyacağı için, okuyucularından özür diler..
General Batur’un özür dilediği hadise, Dersim Ayaklanması’dır..
Orada yaşadıkları anlatılamıyacak kadar korkunçtur veya o hadise facianın bütünüyle unutulması gerekmektedir..
Dünyadaki ilk kadın savaş pilotu diye yaldızlanan ve M. Kemal’in evlâdlığı olarak anılan Sabiha Gökçen’in Dersim’i nasıl bombardıman ettiğine ve hattâ isyancıların beslenememesi için, kuşlara bile ateş açtıklarına ve bütün bunların M. Kemal’in emri gereği olduğuna dair satırlarını ciddîye almamak için ne gibi bir gerekçe vardır?
SADECE İDAM EDİLMEKLE YETİNİLMEZ, BİR DE CESEDLERİ YAKILIR..
Ya, 1965-80 arasında Dışişleri Bakanlığı ve Senato Başkanlığı gibi önemli mevkılerde bulunan eski valilerden İhsan Sabri Çağlayangil’in, M. Kemal’in mutemed / güvenilir adamı olan bir Emniyetçi olarak, Seyyid Rızâ’yı yakalamak üzere nasıl özel vazifeyle El’Aziz’e gönderildiğine ve onu nasıl yakalattığına ve nasıl idâm ettiğine dair hatıratı?
Öyle ki, Seyyid Rızâ, 80’in üzerinde olduğu için, idâmına haklı bir itiraz olmasın diye, yaşı 25 yıl kadar küçültülür, emirle.. 17 yaşındaki oğlunun da 5-6 yaş büyütülür ve Seyyid Rızâ’nın ’Önce beni asın, oğlumu sonra..’ demesine rağmen; oğlu, Seyyid Rızâ’nın gözü önünde idâm edilir ve sonra da Seyyid Rızâ.. Ve sonra da onların cesedleri yakılır, küllerinin nerede olduğu bile belirsiz halge getirilir..
Evet, böylesine canavarca duygularla hareket edilir.. (Sahi, Avustralya’dan gelip Çanakkale’de müslüman ordularına karşı savaşan anzak askerleri konusunda, ’Onlar artık bu toprağındırlar, onların anneleri rahat uyusunlar, onlar bizim misafirilerimizdir..vs.’ diyecek kadar acaib bir hümanist tavır sergileyen kimdi?)
Ve o idâmdan birkaç gün sonra, M. Kemal, El’Aziz’e gelir.. Geceleyin istasyonda, dondurucu soğukta, donmamak için birbirlerine yapışmışcasına sokulan yarı çıplak, don-gömlek yığınla ’isyancı’ya karşılatılır M. Kemal.. Ve o, mağlub ettiklerinin karşısından bir muzaffer kumandan edâsıyla geçer..
M. Kemal, neticeden emin olmak için, idâm edilip edilmediğini tekrar tekar sorar.. Çağlayangil de Seyyid Rızâ’nın idâm sehpasındaki fotoğrafını gösterir ve Şef, tatmin olur..
Ve idâmlar sadece onlarla bitmez tabiî..
Yaşlı erkek, kadın, çocuk, bebek demeden onbinler doğranır..
*
Geçen gün, Dersim’li bir arkadaşla birkaç saatlik bir yolculuk yaptım.. Dersim’de kendi ailelerinden de dedelerinden, ninelerinden onlarca insanın acılarını hâlâ yüreklerinde sakladıklarını, çünkü onlar üzerine yakılan ağıtlarla büyüdüklerini; alevîlik çizgisinde bir İslamî hassasiyeti olan Dersim halkının sonraki nesillerinin, çeşitli ideolojiler arasında savrulduğunu, başka ideolojilerden meded umar hale geldiklerini ve amma, bu durumun devamlılık arzetmediğini; o nesillerin de yeniden ailelerinden gelen inanç kültürüne döneceklerini düşündüğünü, halkın hâlâ da, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisiyle dolu olduğunu ve kendi yaşlı annesinin son tartışmalar üzerine heyecanlandığını, kanımız yerde kalmasın diye umutlara kapıldığını anlattı..
BİZ DERSİM’İ GÖRMEZLİKTEN GELDİK, DERSİMLİLER DE KEMALİST REJİMİN SADECE KENDİLERİNİ EZDİĞİNİ ZANNETTİ..
Alevî evlerinde, kendilerini ezen bir resmî ideolojinin ’ikon’laşmış, putlaştırılmış bir kişinin resminin niçin bulunduğunu sorduğumda.. Bunun; yarınlarda karşılaşabilecekleri bir takım tehlikelere karşı bir savunma mekanizması ve bir belasavan aracı olarak bulundurulduğunu belirtti.. Çünkü, öylesine korkutulmuşlardı..
O arkadaş da şunu da itiraf etti..’Biz Dersim’liler zannediyorduk ki, o zulüm silindiri sadece bizim üzerimizden geçti ve halkın diğer kesimleri mutlu ve memnun idi.. Daha sonra, başka bölgelerden insanlarla konuştukça anladık ki, meğer, aynı zulüm silindiri bütün bir ülkenin ve büyük kitlelerin üzerinden daha bir yaygın bir şekilde geçmiş.. Halkın inancına karşı nasıl korkunç saldırılar yapıldığını, bu yolda ne büyük katliâm ve dehşet havası sergilendiğini çok sonralarda öğrendik.. Ve amma, o zulüm mekanizması, bugün, hâlâ da tepemizde bu zulüm kılıcı.. Ama, artık onların saltanatı da büyük çapta kırılmak üzere..’
Benim tanıdığım başka Dersim’liler de, o kanlı geçmiş hakkında konuşmak bile istemiyorlar, şimdi yeniden gündeme gelen tartışmalar içinde kendilerine karşı yeni bir entrikanın kotarılması taktiğinin bulunup bulunmadığını bile sorguluyorlar.. Şehirlerinin ismine varıncaya kadar toptan değiştirilmeye, asimile edilmeye çalışılan ve toplumun genelinin gözünden dışlanan bir şehrin insanlarının bu gibi endişelere sürüklenmesinde şaşılacak ne var ki?.
Ki. bugün, Dersim’de öldürülenlerin sayısının en az 50 bin civarında olduğunu bizzat Başbakan Erdoğan söylüyor..
Tabiî, onun konuyu CHP ve İsmet Paşa’nın üzerine atmasını anlıyorum.. Yoksa, o da biliyordur ki, asıl sorumlu kim?
Elbette ki, o kanlı katliâmdan, o korkunç ’temizlik harekâtı’ndan İsmet İnönü’nün de haberi vardı, daha sonra başbakanlığa getirilen Celal Bayar’ın da, Genelkurmay Başkanı Fevzî Çakmak’ın da.. Ama, onların hepsinin de başında, bizzat M. Kemal’in haberinin olmadığından söz etmek, muhatabı enayi yerine koymak demek olur..
ALMA MAZLUMUN ÂHINI; ÇIKAR AHESTE AHESTE..
Bu bakımdan, Tunceli CHP m. vekili Huseyn Aygün’ün, yaptığı açıklamada söyledikleri son derece önemli.. "Dersim, etnik kimliği ve dinî inançları bakımından farklı özellikler taşıyan, bu farklılık sebebiyle de 500 yıldır yok edilme siyasetiyle karşı karşıya kalan bir bölge." diye konuşan Aygün, "Cumhuriyet, esasen o politikada bir değişiklik meydana getirmiyor; önce merkezleşme yönünde kararlar alınıyor, bölgeyi merkezî yönetime bağlama yönünde bazı raporlar hazırlanıyor. Bu raporlar, 500 yıllık Dersim sorununu barış içinde çözmeye yönelik öneri getirmiyor. 1937-1938'de jenosite (soykırım) varan bir operasyonla Dersim Meselesi tarihe havale edilmiş oluyor. Ama, böyle de bitmiyor, bu sorun devam ediyor." ifadelerini kullanırken, yanlış söylemiyor.. Evet, onca zulümler rağmen, hakikatin ortaya çıkması, betonları yara yara, günışığına doğru filizleniyor..
CHP'li Aygün, "Resmiyette ise bir isyan olduğu ve devletin de bunu bastırdığı tezi savunuluyor. Çünkü Başbakan'ın deyimiyle '50 bin insanın öldürüldüğü' bir operasyonun meşrulaştırılması için orada bir isyan oluşturulması gerekiyordu. Dersim İsyanı, sonradan icad edilmiş bir şeydir, öyle bir şey gerçekte yoktur." da diyor ve bunun sorumluluğunun CHP’ye aid olduğunu vurguluyor.
Dersim katliâmından M. Kemal’in haberdar olmamasının mümkün olmadığını da dile getiren Aygün, "Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır. Fakat Alevîler, bütün bu dönemi Mustafa Kemal'den ayırmak ve onun 'büyük lider' kimliğine de gölge düşmemesi için, fotoğrafını ....asmışlar ve bu katliâmdan onun haberdar olmadığına kendilerini inandırmışlardır." yorumunda da bulunuyordu..
Tunceli (Dersim) m. vekili Huseyn Aygün bu konuda ’1938’, ’Zorunlu İsyan', '0.0.1938’ ’Resmiyet ve Hakikat' gibi kitablar yazmış, araştırmalar yapmış bir isim.. Kılıçdaroğlu’nun da yakın akrabası imiş.. Yani, onu aday gösterirken, onun bu iddia ve çalışmalarından veya Dersim Faciası’ndan habersiz olduğu düşünülemez..
DERSİM, HEPİMİZİN MES’ELESİDİR; DERSİM’İ DE, DERSİMİZİ DE ÖĞRENELİM!
Şimdi, Kılıçdaroğlu, bu Dersim Katliâmına gözünü yumar ve Genel Başkanı olduğu partisinin kurucusu M. Kemal’e sahib çıkmaya kalkışırsa, Dersim’de ve bütün alevîler içinde tamamiyle bitecektir.. O bakımdan, sakal-bıyık ikilemi arasındadır.. Bu bakımdan, CHP içindeki kemalist-laik bir grup m.vekilinin Kılıçdaroğlu’na bayrak açmaları dikkatle izlenmeye değer.. Eski Gen. Başkan Baykal ise, ’Ben Dersim konusunda konuşmam, o tartışmalara girmem..’ diyerek, parti içindeki çatışmanın kendi lehine gelişecek şekilde olgunlaşmasına tırnak sürtüyor gibi bir görünümde..
Ama, asıl mes’ele, müslümanların, zulüm kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın, ona karşı çıkması, mazlumların, zulüm görenlerin yanında yer almasıdır. Dersim’de üççeyrek yüzyıldır acılarını kalblerine gömmüş ve hayatta kalanların da darmadağın edildiği, asimile edilmeye çalışıldığı bir toplum vardır ve o toplumu kazanmak, bizim elimizdedir ve onların mazlumiyetine, acılarına ve ağıtlarına ortak olmak, müslüman halkımızın daha bir güçlenmesi demek olacaktır.. Üstelik, bir müslümanın mazlumdan yana olması, bir fayda için değil; müslüman fıtratinin gereğidir..