Sahabe olmasaydı eksik kalırdık

“Ashabın hayatı ve örnekliği ile Kur’an’ın mesajı arasında doğrudan bir irtibat vardır. Hiç kuşkumuz olmasın ki ashabı öğrenmek Kur’an-ı Kerim’in en güzel biçimde anlaşılmasının yolunu açmaktır.”

Rıdvan Kaya tarafından kaleme alınan ve Haksöz dergisinin 379. Sayısında yayımlanan “Neden Sahabeyi Sevmeliyiz?” başlıklı yazıdan bir bölümdür.:


Resulullah’ın ashabının ayrıcalığı dönem ve mekâna has değildir. Tarih, coğrafya ve diğer beşerî özellikleri itibariyle onlar ile diğer insan toplulukları arasında çok temel bir farklılık yoktur. Nitekim onlarla aynı dönemde, aynı bölgede yaşayan pek çok insan, hatta bizzat kendi yakınları, aile üyelerinden pek çoğu inatlarıyla, küfürleriyle, zulümleriyle tarihe kaydolmuşlardır.

Sahabeyi ayıran şey vahye tam bir teslimiyetle tâbi olmaları, Resulullah’ın çağrısına icabet etmeleridir. Nitekim o icabetleri, daveti kabullenmede gösterdikleri sadakat, samimiyet, bağlılık tarihin akışını değiştirmiştir. İman etmiş, sırat-ı müstakim üzere hayatlarını tanzim etmiş ve böylece vahyi hayata taşıyan ilk kuşak, öncü nesil olmuşlardır.

Onların örnekliğinin meşruiyeti elbette Resulullah’a (s) dayanır. Resul’ün eğittiği, yönlendirdiği, hata yaptıklarında düzelttiği bir topluluk olmaları hasebiyle bizler için bağlayıcılıkları söz konusudur. Kur’an-ı Kerim Resulullah’ı eğitmiş, yönlendirmiş; Resulullah da vahyi ashab özelinde cemaatleştirmiş,  toplumsallaştırmıştır.

Bu yüzdendir ki örneğin “İman nedir?” sorusunu doğru cevaplamak ancak Ashab-ı Resul’ün pratiğine müracaatı zorunlu kılar. Aynı şey elbette salâtın ikamesi; haccın, zekâtın, cihadın ifası ve diğer ameller için de geçerlidir. Tüm bu İslami şiarların nasıl anlaşılıp ifa edilmesi gerektiği sorusunun cevabını en somut ve açık biçimde Resul’ün rehberliğine tâbi olan sahabe pratiğinde görmekteyiz.

Sahabe Kur’an’a iman etmiş ve hayatın her alanına inandıklarını yansıtmışlardır. Bu şekilde Resulullah’ın önderliğinde, örnekliğinde ve rehberliğinde Kur’an ile buluşan, birleşen ve Allah Teâlâ’nın izniyle, nusretiyle kıyamete kadar devam edecek olan bir hat oluşturmuşlardır. 

Ashabı sevmemizin, sevmek zorunda oluşumuzun geçmişte yaşamış ve dünyadan ayrılmış bir topluluğu ve onların yaşadığı zaman dilimini kutsama, yüceltme mantığıyla ilgisi yoktur. Aynı şekilde Ashab-ı Resul diye genel bir ifade kullanmakla beraber o topluluğun tüm fertlerinin mükemmel olduğunu, her fiil ve davranışlarıyla örnek olduklarını falan da elbette söylemiyoruz. Şüphesiz sahabe içinde de yanlış yapanlar, zaaf gösterenler, bilahare hatalı tutumlara düşenler olmuştur. Bu normaldir, melekler topluluğundan değil, hayatın içinde imtihan gerçeğiyle yüz yüze olan bir topluluktan, irade sahibi insanlardan söz ediyoruz.

Ama önemli ve belirleyici olan şey kolektif kimlik itibariyle ashabın örnekliğidir. Vahyin doğru anlaşılması ve yaşanması hususunda ortaya koydukları çizginin belirleyiciliği, bağlayıcılığıdır. Nitekim vahyi ezberleyen, öğrenen, öğreten, hıfzeden, mushaf haline getirip dünyaya ileten ashab idi. 

Aynı şekilde Resulullah’ın sünnetini bize gerek fiilen gerekse hadisler yoluyla aktaran da yine ashab olmuştur. Muhaddisler ve müfessirler tâbiin ve onları takip eden kuşağın sahabeden duyup aktardıklarını kayda geçirmiş ve sonraki nesillere ulaştırmışlardır.

Faraza sahabe neslinin olmadığını, Resulullah’ın getirdiği mesajı sosyalleştiren bir topluluğun yaşamadığını düşünelim. Nasıl bir tabloyla karşılaşırdık? Şüphesiz önümüzde bir sahabe pratiği olmasa Kur’an’ın mesajı havada kalırdı, hayatlaşmazdı. Vahyin nasıl anlaşılacağı da nasıl yaşanacağı da tümüyle spekülasyon konusu olur, İslam algımız derin belirsizlik ve boşluklara mahkûm kalırdı.

Vahyin emir ve nehiylerinin sadece söz ve yazı olarak kalmayıp Rabbu’l-Âlemin tarafından korunmuş bir resul önderliğinde, bilinen bir zaman dilimi ve coğrafyada belli bir topluluk tarafından yaşanmış, hayata taşınmış olması çok belirleyici bir olaydır.

Bu yüzden ashabın konumunun belirleyiciliğinden söz ediyoruz. Nitekim dün de bugün de ilahi mesajı saptırma çabası içinde olanların, kafalarına göre eğip bükme hesabı yapanların hep ashab ile kavgalı olmaları tesadüf değildir.

Bu Şiilik, Bâtinilik gibi tarihî akımlar için de modernizm, laiklik, demokratlık, milliyetçilik, feminizm gibi çağdaş sapmalar için de geçerli bir tutumdur. Vahyî mesajı bulandırmaya, sentezlemeye ya da tümüyle devre dışı bırakmaya yönelik çabaların tümü bir biçimde sahabe ile kavgalı bir tutum geliştirmiş, sahabenin değerini, konumunu zayıflatmayı kendileri için bir zorunluluk olarak görmüşlerdir.

Çünkü ashabı etkisiz hale getiremezseniz farklı kültürlerin etkisiyle ümmet içinde yeşertilen ve tam bir hurafecilik olan ‘imamların velayeti’ anlayışını insanlara kabul ettiremezsiniz. Ashabın hayatını masallarla sulandırmadan, deforme etmeden sûfîlik sapmasına zemin hazırlayamazsınız.

Hiç şüphesiz sahabenin pratiği bize namazın, haccın, orucun nasıl eda edileceği yanında cihadsız bir dinin düşünülemeyeceğini; kardeşlik hukukunu paramparça eden kavmiyetçilik, ulusalcılık cahiliyesinin kabul edilemezliğini net biçimde gösterir. Îsar kavramının ne demek olduğunu, kadın ve erkek rollerinin mahiyetini, tesettürün sınırlarını, mahremiyetin anlamını, ihtiyaç ve tüketim anlayışlarının neye göre şekillendirilmesi gerektiğini en net biçimde biz ancak Resul’ün ashabının hayatına bakarak doğru biçimde tespit edebiliriz.

------------

Bu yazı, Rıdvan Kaya’nın “Neden Sahabeyi Sevmeliyiz?” başlıklı yazısından bir bölümdür. Yazının tamamına Haksöz dergisinin Ekim 2022 tarihli 379. sayısından erişebilirsiniz.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı